Türk şiirinde, ölüm ve yalnızlık deyince akla hemen Cahit Sıtkı Tarancı gelir. Evet, bu tema üzerine çok şiiri vardır Tarancı’nın... Ama yine de onu, “doğuştan mutsuz, hüznün bencil kralı, toplumdan k...

Türk şiirinde, ölüm ve yalnızlık deyince akla hemen Cahit Sıtkı Tarancı gelir. Evet, bu tema üzerine çok şiiri vardır Tarancı’nın... Ama yine de onu, “doğuştan mutsuz, hüznün bencil kralı, toplumdan kaçan ya da umutsuz bir aşk yoksulu” olarak görmek haksızlıktır bence. Cahit Sıtkı, 30 yaşındayken, en yakın arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı bir mektubunda şöyle yazar: “Ziyacığım, hayatı sevmekle geçiyor ömrüm, az daha gençliğim diyecektim gene de diyebilirim, zira yaş oldu otuz. Desene ki Dante gibi ortasındayız ömrün. Fakat bu an ne güzel! Bu kahve, bu aperatif, karşı masada gülümseyen midinette (*hafifmeşrep kadın), annem (görüyorsun ki sıra gözetmeden, rastgele söylüyorum), sen, Beşiktaş'taki vefasız fakat gene de sevgili sevgilim, şiir iştahım ve daha bir sürü nimetler!...” Evet, yalnızlıktan çok çekmiştir Cahit Sıtkı... Sanki yalnızlık onun için bir canavardır. Ama bu yalnızlık biraz da hayata doyamamanın getirdiği bir yalnızlık, bir çeşit korkudur onda. “Yalnızlığa Dair” şiirinde dediği gibi: “Can yoldaşın olmazsa olmasın Yalnızım diye hayıflanmayasın Eğilmiş üstüne gökyüzü masmavi Bir anne şefkatine müsavi (...) Ve kış yaz Dalda kuş eksik olmaz Dağ başında duman ... Yalnızlık nedir göreceksin öldüğün zaman.” Eminim ki konunun araştırmacıları, ‘Cahit Sıtkı ve Ölüm’ temasına ayırdıkları zamanı ‘Cahit Sıtkı’da Hayat Sevinci’ adlı bir incelemeye ayırsalar, en azından, ‘ölümden korkan şair’ gibi bir izlenim magazininden kurtulurdu şair. Bence bu konuda, Cahit Sıtkı’ya büyük bir haksızlık yapılmaktadır. İşte bu yazı, arka fonunda coşkun ama kederli bir utangaç aşkı anlatacak dili döndüğünce. ‘Abbas’ şiirinde şöyle seslenir şair: “Haydi Abbas, vakit tamam Akşam diyordun işte oldu akşam Kur bakalım çilingir soframızı Dinsin artık bu kalb ağrısı (...) Katıp tozu dumana Var git Böyle ferman etti Cahit Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” Yaz gecesi, mehtap, hafif bir sarhoşluk ve kederden boğulurcasına duyguların salındığı bir gece, Cahit Sıtkı’nın aklına, Beşiktaşlı ilk sevgilisi düşer. Hemen hemen herkesin bildiği bu ünlü Beşiktaşlı ‘şiir prensesi’ kızın kim olduğunu, şairi nasıl olup da bu kadar etkilediğini, şair ile nerede, ne zaman tanıştıklarını ve hepsinden öte adını, sonraları neler yaptığını merak edip kurcalamaya başladığımda karşıma hüzünden birikmiş bir dağ ve yazarıyla birlikte mezara giden bir sır çıktı. Elbette bir iki saptama düşülmüş tarihe, ne kadar sağlam bilgilerdir bilinmez a... elimizde başka veriler olmayınca onlar üzerinden bir düşünüş geliştiriyoruz bizde. Beşiktaşlı’nın kim olduğuna dair notlara geçmeden önce, çok çok amatörce bir araştırma yaptım kendimce; Cahit Sıtkı şiirlerinde sevgiliye yazılmış dizelerde, “kız” imgesinin izini sürdüm. Ortaya son derece hüzünlü şeyler çıktı. Diyarbakır’dan Galatasaray Lisesi’ne okumak için geldiği zaman İstanbul’da kendinden başka kimsesi yoktur ve yurtta kalmaktadır Cahit Sıtkı. Son derece sıkılgan ve doğu kültürünün baskısıyla -ve yüzündeki şark çıbanının izine de bağlı olarak- kendisinin ‘çirkin’ olduğunu düşünmekte ve özellikle karşı cinsle ilişki kurmakta zorlanmaktadır. Her gününü yurtta geçirirken arkadaşları hafta sonları sevgilileriyle buluşmakta ve sevgililerinden gelen mektupları Cahit Sıtkı’nın yanında okumaktadırlar. Bu durumdan ve yalnızlığından usanan Cahit Sıtkı, bir gün, ergenliğinin verdiği öfkeli halini de yanına alarak Beşiktaş’a gider ve başka birinin ağzından kendisine aşk mektubu yazıp, okuluna postalar. Hoşuna giden bu oyunu daha sonraları da yapmaya devam eder. Bu derin hüzün yıllar sonra, onu Türkiye çapında tanıtan ve 1946 yılında CHP Şiir Yarışması birinciliği verilen, ’35 Yaş’ şiirinde dize olarak çıkar karşımıza: Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız Hatırası bile yabancı gelir Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir Gittikçe artıyor yalnızlığımız Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu İnsan bu yaşa gelince anlarmış ” Bu kederli hikâyeyi kenara koyalım ve Cahit Sıtkı şiirinde kız imgesinin peşine düşelim. Şair, ‘Esmer Güzeli Yârim’ şiirinde sevgilisinin esmer olduğunu bildirir bize: “Bu meltemli geceler Su sesi, ayışığı Uzayan türküleri cırcır böceklerinin Bu cümbüş, bu muhabbet Bu tatlı uykusuzluk Hep senin şerefine Esmer güzeli yârim” Hani sadece ölüm korkusu çektiği söylenen şairden muhteşem bir çalım değil mi bu dizeler? Evet, ölüm tedirginliği duyduğu kesindir şairin ama hayattan kopuk, sadece kendi çukurunda arabesk bir yalnızlık içinde olduğunu söyleyenlere aşk dizeleriyle verilecek o kadar çok yanıtı vardır ki Cahit Sıtkı’nın... 27 Kasım 1932 tarihinde, henüz 22 yaşındayken sevgili dostu, sırdaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı bir mektubunda insanlardan nefret ettiğini söyleyen şairin, vali olmasını isteyen babasının inadının karşısında kendisinde olan şiir tutkusunun kanlı bir çarpışma içinde olduğunu hatırlarsak; sanırım bu nefreti daha iyi anlayabiliriz. “... Bu dünyadan, bu dünya insanlarından bazen o kadar nefret ediyorum ki çıkıp gitmek için bir kapı arıyorum ve emin ol ki, aradığım kapıyı bulduğum gün asla tereddüt etmeden o kapıyı açıp gideceğim, başka âlemlere, başka insanların yanına, herhalde bu dünyaya hiç benzemeyen bir dünyaya.”Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben Ben öyle her insandan, o kadar uzağım ben Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var Uyanır gibi birden bir korkulu rüyadan O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan Bir ses bana: 'Gel! ' dese, ben o sesi işitsem Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem” Şairin beklediği ‘o ses’, onun ‘çirkinliğine rağmen’ onu seven bir kadının sesi olmalıdır. Ölümünden çok kısa süre önce evlendiği (4 Temmuz 1951) ve öldüğü 1956 yılına kadar, sadece 5 sene evli kaldığı; bu evliliğin de henüz üçüncü yılında geçirdiği felç (18 Ocak 1954) ve ardından ölümüne kadar dilsiz kuşlar gibi suskunluğunda onu sevecek bir kadın olan Cavidan Tınaz Hanım, şairin bir ömür arayıp, ölümüne yakın bulduğu bir bardak sudur şairin içindeki çöllere... Bu duygu, Türk şiirinde yazılmış en güzel aşk şiirlerinden birinde, ‘Serenad’ şiirinde hayat bulur. “Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor. Bir gülüşündü gençliği döndürdü yolundan Yanan şu alnım elinin gölgesiyle soğuyor. Güzelsin ya, ne olursan ol, girdin hikâyeme ...” Cahit Sıtkı’nın 1954 yılında felç olup, konuşma yetisini kaybetmesi Türk edebiyatında bir çok ustayı o kadar üzer ki, ne yapacaklarını bilemezler. O kendi halinde bir şairdir; her şey yolundayken bile kimselerden bir şey isteyemez / bekleyemezken bir de bu durumda olması gerçek bir hüzündür. Ahmet Hamdi Tanpınar bu duruma dair çok dokunaklı bir not düşer tarihe: “Türkçeyi o kadar güzel konuşturan şairin aylar ve yıllarca en basit şeyleri bile söylemekten âciz kalması, her ağız açışında gölgesini ve rengini zamana fırlattığı eşyanın adını bile hatırlamadan yıllarca yaralı ceylan bakışlarıyle yaşaması kadar hazin ne olabilir? Ona Türkçe’yi yeniden ve kelime kelime öğretmeye başladıklarını haber aldığım zaman, nasıl içim burkulmuştu. Talihin insanoğlu ile bundan zâlim alayı olamazdı." Oysa ki felç olmadan hemen önce, o ‘karanlığın şairi’ diye bize anlatılan şairin, ‘Fikr-i Sabit’ şiirinde büyük bir coşkuyla yazdığı son derece hayat dolu dizeleri nasıl görmezden gelebiliriz? “Ne bileyim ben Kimdi Amerika'yı keşfeden Ne eder beş kere beş Güneyden mi kuzeyden mi doğardı güneş Kaçıncı padişahtı Yavuz Aylardan Nisan mı yoksa Temmuz Ne bileyim nereye gider turnalar Şeftali ne zaman çıkar Bahçemde gül açmış ya karanfil Umurumda değil Sabahlara dek kadeh elde Aklım fikrim o güzelde...” Cahit Sıtkı o kadar sessiz ve alçakgönüllü biriymiş ki, sevdiğini bile söylemekten çekinirmiş. Çok zengin bir ailenin çocuğu olmasına karşın, babasıyla anlaşamamasının getirdiği yalnızlık duygusunu yenmek için Ankara’ya gelir ve devlet dairelerinde memurluk yapar. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce, 1936’da Sümerbank’ta görürüz onu. Savaş yıllarında Paris’tedir ve Naziler Paris’i işgal ettiğinde, Alp Dağları’nı bisikletle aşarak Türkiye’ye gelir. Paris’ten kaçmadan önce Paris Radyosu Türkçe Yayınlar Servisi’nde spiker olarak karşımıza çıkar Cahit Sıtkı. Askerlikten sonra, 8 Aralık 1944’te, 157 lira 9 kuruş maaşla, Anadolu Ajansı’nda memurdur. 17 Ocak 1946 tarihinde de, Maraş milletvekili dostu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yardımıyla, Toprak Mahsüller Ofisi’nde, 260 lira maaşlı, sevilen bir mütercimdir. Ardından 108 şiirin yarıştığı 1946 CHP Şiir Yarışması birinciliğinden kazandığı 5.000 lira ve kariyerle, Çalışma Bakanlığı’na mütercim olarak geçmesi...ve Cavidan Tınaz’lı günler... DEVAM EDECEK