“128 milyar doları kim buharlaştırdı” tartışmaları ve çatlak kaburga…

Hazine ve Maliye eski Bakanı Berat Albayrak’ın Kasım ayı başında hükümetten ayrılmasının ardından “Merkez Bankası’nın 128 milyar doları nasıl buharlaştı?” tartışması sürüyor. Muhalefet partilerinin d...

Abone Ol
95 MİLYAR REZERV BİLMECESİ Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylemindeki “95 milyar dolar rezervimiz var” cümlesi yanlış değil. Doğru, bugün itibarıyla MB’nin brüt rezervinde bu rakam görünüyor. Bankanın internet sayfasına giren herkes bu rakamla yüzleşebiliyor. Pekâlâ sorun nerede? Rezervde görülen miktarın büyük çoğunluğu Merkez Bankası’nın değil, sizin paralarınızdan oluşuyor. Yani bankalarda TL, altın ya da yabancı para cinsinden açılan mevduatlarınızın bir bölümünün “zorunlu karşılık” olarak yatırılmak zorunda olduğu paralar bunlar. Şayet, vatandaşımızın mevduatına devletin çöreklenme gibi bir düşüncesi yoksa o rezerv Merkez Bankası’nın kullanımında olamaz… SWAP HARİCİ -45 MİLYAR DOLAR İşte bu zorunlu karşılıklar düşüldükten sonra -22 Şubat 2021 tarihi itibarıyla- Merkez Bankası’nın net rezervi 14 milyar dolar olarak gerçekleşiyor. Sorun bitiyor mu? Hayır… Çin ve Katar gibi ülkelerden takas (swap) yoluyla, VADESİ GELDİĞİNDE ÖDENMEK KAYDI İLE alınan döviz varlıklarının yükümlülüğü düşüldüğünde, Merkez Bankamızın net rezervi eksi 45 milyar dolar seviyesine geriliyor. Bu gerilemenin de çok büyük oranda Sayın Albayrak’ın Maliye ve Hazine Bakanlığı döneminde, ağırlıklı olarak da 2020 yılında gerçekleştiği görülüyor. Takas (swap) yoluyla alınan döviz rezervinin büyüklüğünün ise 59 milyar dolar olduğunu anımsatalım. Yani mesele bu kadar net, bu kadar sarih ve bu kadar anlaşılır. Öğrenebilmek için engin ekonomi bilgisine ihtiyaç da gerekmiyor. Basit internet kullanıcıları dahi kısa bir aramada bu bilgilere MB web sitesinden ulaşabiliyor… Pekâlâ nasıl oluyor da bu rakamlar yok sayılabiliyor. İşte meselenin bam teli de burada. Sayın Cumhurbaşkanı, bugüne kadar iktidarını sarsacak tartışmaları başarıyla savuşturmasını bildi. Ama bu kez durum farklı. Pandemi dönemine finansal açıdan en hazırlıksız yakalanan ülkelerin başında gelen Türkiye’de işsizlik kronik bir sosyal yara halini almış durumda. ÇATLAK KABURGAYI BİLİYOR Kısa Çalışma Ödeneği ve Ücretli İzin uygulamaları yarın sabah durdurulsa, ertesi sabah işsizliğin iki katına ulaşacağını, “geniş işsizlik” olarak tanımlanan gerçek işsizlik oranının ise yüzde 40’ın üzerine fırlayacağını hepimiz biliyoruz. Hâl böyle olunca Sayın Cumhurbaşkanı, bir boksörün bedenindeki çatlak kaburgayı bilmesi gibi rakiplerinin o kaburgasına kroşe yapmasını istemiyor. Herkesin gördüğü bir gerçeği kabullenmekten yani ringin köşelerinden özenle kaçınıyor. Kaçınmakla kalmıyor, uygulanan ekonomi politikasını başarılı olarak tanımlıyor. Instagram hesabından zehir zemberek cümlelerle istifa eden Albayrak, şayet çok başarılı idi ise gidişine neden ses etmediği sorusu ise anlamsızca havada kalıyor. VATANDAŞIN PARASIYLA VATANDAŞA HAVA ATMAK… 128 milyar dolar meselesi siyaset kazanını ısıtınca; Aile, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanı Sayın Zehra Zümrüt Selçuk’un yaptığı açıklama, kökleşen algının rotasını değiştirme amacı taşıyor. Hesabı sorulan 128 milyar doların TL cinsinden (bugünkü kurla) karşılığı 960 milyar TL ediyor. Sayın Bakan ise pandemi döneminde kamu eliyle harcanan kaynağın 52 milyar 700 milyon TL olduğunu açıklıyor. Arada 18 kata yakın bir fark var. Pekâlâ harcandığı söylenen bu 52,7 milyar TL’nin ne kadarı merkezi yönetim bütçesinden harcanıyor? Sadece yüzde 12’si. Harcamanın yüzde 84’ü İşsizlik Sigortası Fonu kaynaklarından, yüzde 4’ü ise Cumhurbaşkanı tarafından başlatılan “Biz Bize Yeteriz” kampanyasından harcanıyor. Ağırlıklı olarak işçilerin ve işverenlerin katkısı ile oluşan, yani vatandaşın parası olan İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılan harcamayı, karşılıksız yardım gibi göstermek en hafif deyimle bir ayıbın ifadesi ya da “vatandaşın parasıyla vatandaşa hava atılması” olarak kayıtlara geçiyor.  

EVET PERVİN HANIM, 6 YILDIR MERAKLA BEKLİYORDUK SİZLERİ!

Yıl 2014… Sıcak bir haziran akşamıydı. Uykulu gözlerle TV kanalları arasında anlamsızca zap yaparken, gözüm TGRT canlı yayınına katılan Numan Kurtulmuş’a takılmıştı. Çözüm sürecinin gemi azıya aldığı zaman aralığındaydık. Kamu binalarından T.C ibarelerinin kaldırıldığı, Atatürk’ün sözlerinin silindiği; PKK’lı teröristlerin kışlalardan bayrak indirdikleri, yol kontrolleri yaptıkları, bu görüntilerin sosyal medyalarda yayınlandığı, azılı teröristlerin “sevimli ve yaramaz çocuklar” olarak gösterildiği günlerdeydik… Sözde ulusal basınımız, bugünün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “40 parçaya bölmek istiyorum” dediği PKK elebaşı Murat Karayılan ile Kandil’de söyleşi yapmak için adeta birbirini eziyor, yalakalık yarışında birinciliği kaptırmamak için kalemlerini sivriltiyordu. Bu akıl almaz rezillikleri, devletin kendi egemenlik haklarını reddeder tavırlarını eleştiren benim gibilere yetiştirilen klişe laflar da hazırdı: “Darbeci”, “kandan beslenen”, “anaların ağlamasını isteyen”, “Ergenekoncu”, “vesayetçi” v.s… NUMAN BEY’DEKİ DEĞİŞİM Çözüm sürecini TGRT ekranında hararetle anlatan Numan Bey ise o yıllarda AKP’de yeni sayılırdı. Genel Başkanı olduğu HAS Parti, 2012 yılında kendi kendisini imha ederek AKP’ye katılmıştı. HAS Parti Genel Başkanı iken dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’a kavgada söylenmeyecek hakaretleri sıralamakta tereddüt etmeyen Kurtulmuş, bu kez aynı Tayyip Bey’e övgü yarışında ipi ilk göğüsleyenler arasındaydı. Neyse… Eskileri deşersek sokağa çıkacak yüz bulamayanların sayıları çoğalır. Numan bey, adı geçen canlı yayında müthiş bir cümle sarf etmiş, “Çözüm sürecinin üçüncü aşamasına geçtik” demişti. 2009 yılı ekim ayında, terörüstlerin ayağına Türk hakimlerinin gönderilmesi başlayan meşhuuur çözüm süreci, beş seneyi geride bırakmış ve üçüncü aşamaya geçmişti. Ne milletvekillerinin, ne basının ne de vatandaşın olan bitenden haberi vardı. Birinci aşamada ne olmuştu, neler yaşanmıştı da ikinci aşamaya geçilmişti? İkinci aşamada ne olmuştu, neler yaşanmıştı da şimdi üçüncü aşamaya geçiliyordu? Yoksa Erbakan Hoca’nın deyişi ile kadayıfın altı kazarmış mıydı? Evet, bugün birbirlerine hakaret yarışına giren AKP ve HDP ileri gelenleri, o yıllarda kapalı kapılar ardında bir süreç yürütüyorlardı… HDP’Lİ POSTA GÜVERCİNLERİ HDP’li milletvekilleri adeta posta güvercini gibi İmralı adasındaki PKK elebaşına hükümetin mesajlarını götürüyor, onun mesajlarını ise hükümete iletiyorlardı. “Âkil insanlar” olarak sahaya sürülen ne kadar popçu, topçu, artist, şarkıcı, akademisyen varsa, kendilerinin de anlamadıkları bu süreci vatandaşa anlatmaya ve destek olmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Ve tarih 28 Şubat 2015… Hafta sonu tatilinde TV’ler flaş haberler eşliğinde bir fotoğraf yansıtıyorlardı ekrana. Başbakanlık Dolmabahçe ofisinde, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, HDP Grup Başkanvekilleri İdris Baluken ve Pervin Buldan ile HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’le buluşmuştu. PKK’ya sözüm ona silah bırakma çağrısında bulunan bir metni Sırrı Süreyya Önder okuyordu. Yıl 2021… Aradan altı sene geçtikten sonra yine bir şubat ayında, Pervin Buldan ağzındaki baklayı çıkarmıştı. İTİRAF ZAMANI MI? Altı senedir beklediğimiz o açıklamayı yaparken, hükümeti adeta tehdit ederek, “Çözüm sürecinde bize, partimize vaat ettiklerini elbet açıklayacağız. Açıklamazsak namerdiz.” diyordu Pervin Hanım… Haa demek ki laf gargarasının bittiği, itirafların dile gelmeye başladığı güne yaklaşmış bulunuyoruz. Mertlik-namertlik tartışması benim ilgi alanıma girmiyor elbette. Ama 2009-2015 yılları arasında hepimize kan ağlatan o süreçte neler yaşandığını büyük merakla öğrenmek istiyoruz. Temmuz 2015- Mayıs 2016 arasındaki 10 ay içinde 483 güvenlik görevlisi şehit olmuş; 3 bine yakın güvenlik görevlisi yaralanmış, 7 binin üzerinde PKK’lı öldürülmüştü. Özellikle 2015 Haziran seçimlerinin ardından iç savaş görüntüleriyle, hendeklerle, işgallerle, şehirlerin meydanlarında patlayan bombalarla hayatımızı kimlerin kabusa çevirdiğini, kimlerin onlara destek verdiğini öğrenmeyi bekliyoruz. ŞİMDİ, HEMEN AÇIKLAYIN Pervin hanım, hiiiç vakit yitirmeden o altı yılda neler yaşandığını bir bir anlatmalı. En köşeli ve en samimi şekilde yapmalı bunu… Kendisinin de bizzat içinde yer aldığı o süreçte kimler ne vaatlerde bulundu? Bu vaatleri kimler adına dile getirdi? Başta kendisi olmak üzere HDP ileri gelenleri bu vaatleri nasıl karşlıladılar, seçmenlerine nasıl anlattılar? Bizler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak nasıl bir oyunun parçası olmaya mecbur bırakıldık? Ve en yakıcı soru: Pervin Hanım ve arkadaşları neden bu itirafnameyi dile getirmek için altı sene bekledi? Cevaplarını merakla bekliyoruz…  

3 MART 1924’ÜN TÜRKİYE İÇİN ANLAMI NEYDİ?

3 Mart 1924, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi önemde üç devrimi hayata geçirdiği gündür. Bana göre en az Cumhuriyetin ilanı kadar önemli bir tarihtir 3 Mart… Yeni Türk Devleti’nin inşa edilmesi sürecinde halifelik ve saltanat makamları lağvedilmiş, son Halife Abdülmecid ve hanedan üyeleri yurtdışına çıkarılmıştı. Aynı gün medreseleri kapatan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu kabul edilmiş; Şeriye ve Evkâf Vekaleti lağvedilerek Diyanet İşleri Başkanlığı ve Evkâf Umum Müdürlüğü kurulmuştu. Bu iki kurum, din ve vakıf işlerinin tek elden yönetilmesini, siyaset kurumu ile bağlarının koparılmasını sağlamıştı. 29 Ekim 1923’de ilan edilen Cumhuriyet ile egemenlik zaten doğrudan millete geçmişti. Alınan bu kararlar malumun ilanından ibaretti. Yani kısaca, bu topraklarda “milletin sırtından saltanat sürme” sevdasının sona erdiği günün 94’üncü yıldönümü… Geçen hafta 2021 Türkiyesi’nde hâlâ kendisine “şehzade” ünvanını kullanmakta sakınca görmeyen, işin daha matrak tarafı, kamu görevlileri tarafından bu ünvanla kabul edilen arkadaşa seslenmiştim. Kendisi gibi eski bir “şehzade” olan Ertuğrul Osmanoğlu’nun Atatürk ve Cumhuriyet için söylediklerini unutmamasını salık vermiştim. Bakınız… ATATÜRK’ÜN MİLLİ İRADEYE BAKIŞI Bazı kesimlerce tepkiyle karşılansa da Mustafa Kemal, halifeliğin Türkiye Cumhuriyeti’nde yeri olmayan bir kurum olduğunu şöyle ifade ediyordu: “Bütün cihan kesin olarak bilmelidir ki, halife ve halifelik makamının, hakikatte ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve mecburiyet sebebi yoktur. Hilafet makamı, bizce en nihayet tarihi bir hatıra olmaktan fazla bir öneme haiz olamaz.” Yanda gördüğünüz resim, son halife 2. Abdülmecid ve kızı Dürrüşehvar Hanım’a ait. Fransa’nın sahil kenti Nice’in meşhur sahili Promenade des Anglais’de sabah yürüyüşündeler. Bu kentte ömrünün geri kalan kısmını tamamlayan ve 1944 yılında vefat eden Abdülmecid, resim sanatına olan ilgisi ile tanınan bir din adamıydı. Bugünün Türkiyesi’nde beni şaşırtan nokta şu: Her cümlesine “milli irade”, “milli iradeye saygı duyulmalı” sözleriyle başlayanların Osmanlı sevdasına tutulmaları, akla ziyan bir çelişkiyi resmediyor. Ne halifelik ne de saltanat makamı, bugün özlenecek, hayırla yâd edilecek makamlar olamaz. Hem bugünün dünyasında kök salan çağdaş demokrasi anlayışını sahipleneceğiz hem de halkını “kul” ve “tebaa” olarak gören padişahların özlemini duyacağız. SAÇMALAMANIN SINIRI Saçmalamanın da bir sınırı olmalı. 3 Mart’ın önemini okurlarıma hatırlatırken, kimi aklıevvellerin “diktatör” olarak suçladıkları Mustafa Kemal Atatürk’ün “milli irade”den ne anladığına dikkatinizi çekmek isterim: “Millet önünde, onun bağımsızlığının temini önünde onun liyakat, ilerleme ve yenileşmesi önünde her kuvvet, ancak milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, yok olmaktır. Arkadaşlar! Türkiye Devleti'nde ve Türkiye Devleti'ni kuran Türkiye Halkı'nda tacidar yoktur, diktatör yoktur! Tacidar yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz. Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir. Egemenliğine doğrudan doğruya sahip olmanın kıymetini pek iyi anlayan ve pek iyi bilen millet, bu mukaddes egemenliğine karşı baş gösterecek her tehlikeyi kahredecektir. ( 1923 )” Meselenin özeti bu…  

AH NE ÇOK ÖZLEDİK SİYASETTE KALİTEYİ…

Siyasette kalite olmalı. Seviye olmalı. Nezaket olmalı. Duruş olmalı. Kültür olmalı. 2021 Türkiyesi’nde siyaset yapanlarda bu hasletleri ne kadar çok arar olduk farkında mısınız? Pekala hep böyle miydik biz? Elbette hayır. 12 Eylül 1980 öncesinde karşıt siyasi kampların temsilcileri olan Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit arasında bile bugünkü gibi çukur seviyeli bir siyaset söylemi yoktu. İzmir Barosu eski Başkanı Özdemir Sökmen’in sosyal medyada paylaştığı bu resim ne çok şey anlatıyor bize… 1970’li yıllarda Rahmetli Demirel, partisinin miting sırasında bir çocuğun elinde 6 oklu Ecevit posterini görür. Çocuğa "Ne yapıyorsun bu posterle?" diye sorar. Çocuk cevap verir: "Ecevit'e selam göndermeye çalışıyorum." Demirel çocuğu yanına çağırır, "Gel o zaman birlikte selam gönderelim" der... Benzer bir durum bugünkü siyasi partilerin herhangi birinde olsa, o çocuğun o gözaltına alınacağına ya da an ağır hakaretlere ve galiz söylemlere muhatap olacağına bahse girerim. Ezcümle… Kalite, seviye, kültür, nezaket ve duruş olmayınca… Bugünkü garabet düzene mahkûm kalıyoruz. Şaşırıyor muyuz? Elbette hayır. Bu düzeni hak ediyoruz çünkü… HAFTANIN SÖZÜ Sanat; evden çıkmadan evden kaçmanın tek yoludur… Twyla Tharp