Anlat derdini “Markopaşa”ya!

“Anlat derdini Markopaşaya” diye bir laf vardır ülkemizde... Soruna muhatap bulamadığımızda, bizi dinler gibi yapan ama çözüme dair hiç bir şey geliştirmeyen insanlar ya da kurumlar için söylediğimiz...

Abone Ol
“Sabahattin Ali bir mizah gazetesi çıkaracağımı duymuş… Markopaşa’yı beraber çıkaralım, ben sermayesini veririm dedi. Teklifini memnunlukla karşıladım. Tekrar konuşmak üzere ayrıldık. Beyoğlu Balıkpazarı, Cumhuriyet Lokantasında buluştuk… Gazetenin sermayesi olarak bana bin lira verecekti. Bana şöyle dedi: “Senin mali durumun benimkinden bozuk. Eğer gazete ayda 150 liradan az kâr getirirse bu para tamamen senin olsun. 150’den fazlasına ortağız.”  Önce konuşulana göre derginin sahibi Sabahattin Ali, yazı işleri müdürü de Aziz Nesin olacaktır. Aziz Nesin bu iki işin tek kişide toplanması gerektiğini söyleyince ikisini de Sabahattin Ali üstlenir. Aziz Nesin Sabahattin Ali’den aldığı bin lirayla, bir yönetim evi kiralar ve en ucuz yoldan bir afiş yaptırır. Bir de karikatürist gerekmektedir şimdi. Aziz Nesin, karikatürist arkadaşı Faris Erkman’a işi önerse de, Erkman yoğun olduğunu söyleyerek işi Mim Uykusuz diye bildiğimiz Mustafa Uykusuz’a yönlendirir. Ardından dergide çalışmak üzere beş kuruş para talep etmeden gelen Haluk Yetiş, daha sonra da oyuncu Mücap Ofluoğlu gelince Markopaşa kadrosu tamam olur. Gazete satan bayilerle anlaşılır. İlk sayı için 6000 adetlik bir tiraj planlanır. Aziz Nesin, dergileri tek başına oturup paketler. Ertesi sabah dergileri sırtlayıp bayiye götüren Aziz Nesin’i çok sevimsiz bir şaşkınlık beklemektedir. Anlaştığı bayiler sözünden dönmüştür ve şimdi dergiyi satmayı reddetmektedirler. Derginin, CHP’ye muhalefet eden bir dergi olduğunu öğrenmiş, başlarına kötü bir iş gelmesinden korkmaktadırlar. Aziz Nesin ne yaptıysa dergileri bayilere veremez. Oturur kalır. Bu yıkım anının ötesini Aziz Nesin’den dinleyelim: “Birdenbire aklıma bir düşünce gelmişti. Kolumun altına 2000 gazeteyi alıp dışarı çıktım. Markopaşa’yı kendim satacaktım. Ancak bütün çabama karşın Markopaşa diye bağırmaya utandım. Eminönü meydanına gelince gözümü kapayıp “Markopaşa” diye avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Gazete adeta kapışılıyordu. Köprüde, partiden tanıdığım işçi arkadaşlara rastladım, beni ayıplıyorlar gibi geldi. Beyoğlu’na doğru çıktım, her gazeteci, tütüncü dükkanına beşer onar bırakıyordum. Bir bölümü “Satılmaz, sekiz sayfalık gazeteler bile satılmıyor.” (Meraklısına Not; Markopaşa dört sayfadır) diye almak istemiyordu. Onlara rica ediyordum. “Zararı yok siz alın, şöyle bir asıverin, diyordum. Satılmazsa istemem.” Taksim’e geldiğimde dükkanlara bıraka bıraka, bir yandan da sata sata 2000’e yakın gazeteyi bitirdim. Yönetimevine dönüp 2000 gazete daha aldım. Bunları da Beyazıt, Fatih, Edirnekapı taraflarına dağıttım. Böylece 4000 gazeteyi İstanbul’a dağıttım. 2000 gazeteyi de taşraya yolladım. Gazete çıktığından iki gün sonra hiçbir gazetecide Markopaşa kalmamıştı, hepsi satılmıştı. Taşradan, il ve ilçelerden, 100 daha gönderin, 200 daha gönderin diye mektup ve telgraflar yağıyordu.”  Haluk Yetiş ve Sabahattin Ali de boş durmuyordu. Deli gibi derginin satışına uğraşıyorlardı. Boğazlayan’da öğretmenlik yapan Rıfat Ilgaz’a da birkaç dergi gönderilmişti ve Markopaşa bir anda öyle bir sükse yapmıştı ki, dördüncü sayıya geldiklerinde derginin tirajı 60.000’i bulmuştu. Markopaşacılar dalga geçmek için, eline kulağına götürmüş dert dinleyen bir paşayı kendilerine logo olarak seçer. Derginin her sayısında, dalga geçmedikleri hemen hemen hiçbir kurum yoktur. Bin tane örnek verilebilir ama beni çok güldüren bir iktidar eleştirisini buraya alacağım ben. Bu füze iktidar partisi CHP’ye gitmektedir: “Partiye; paralı, yatılı, giyimli kuşamlı aza (üye) alınacak: Partimiz azalarının günden güne muhalefete geçtiği görüldüğünden, partimize yeniden sadık azalar kaydına başlanmıştır. Kabul şartları : Ağzı olup dili olmamak... Bakıp görmemek, işitip duymamak (...) İsteklilerin sadakat belgeleri, parti olgunluk diplomaları, başbakanın eteğini öperken yahut (önünde) secdeye kapanmış halde çekilmiş altı adet vesikalık fotoğraf, muhalif olmadıklarına ve (asla) olmayacaklarına dair noterden tasdikli yüklenme (!) kağıdı, askerlikten emekliye ayrıldıklarına dair işe yaramaz kağıdı, kafa kâğıdı, partimize aşılandığına ve aşının tuttuğuna dair aşı kâğıdı, boş kâğıdı ve dilekçeleriyle müracatları ilan olunur... CHP” Markopaşa bu cesaretinin ödülünü almakta gecikmez. Dergi hemen “komünist”, “kökü dışarıda muzır cereyan” damgasını yer. Önce dergiye mektuplar yağar. Mektuplara darağacı ve bıçak resimleri çizilmiştir. Daha sonra tutuklanmalar başlar. Tutuklanmalar bir kereye, iki kereye mahsus değildir üstelik. Hemen her gün dergi çalışanlarından biri tutuklanmaktadır. Polis ikide bir dergiyi basmakta, ortalığı darmadağın etmekte ve canının istediği şeyleri yanına alıp gitmektedir. Tutuklanan dergi çalışanları elleri kelepçeli bir şekilde İstanbul’un birçok sokağında dolaştırılmaktadır. Herkes bu vatan hainlerini görsün istenmektedir. Sokaklarda onları alkışlayanlar olduğu gibi, üstlerine yürüyen, tükürenler de çıkmıyor değildir. Ne de olsa onlar din düşmanı, komünistlerdir. Hükümete karşı çıkmaktadırlar. Sonra bakarlar olmayacak, on parmağımı ağzıma sokturan bir yöntemle saldırdılar Markopaşa’ya... Derginin taklitlerini yapıp piyasaya sürerler.Bir çeşit halkı kandırma çabasıdır bu. Dergi çalışanlarından Orhan Erkip adlı biri gece çalıştığı büroyu soyarak, taklit bir Markopaşa gazetesi çıkarır. Olan biten çok şaşırtıcıdır. Markopaşa gazetesini iyi bilen halk, işin içinde bir tuhaflık olduğunu sezer. Markopaşacılar, bu derginin kendilerinin olmadığını söyleyip, halkı uyarmış, karşılıklı atışmalar başlamıştır bu kez... Sıkıyönetim makamları tarafından defalarca toplatılan, en sonunda kapatılan Markopaşa dergisinin yerine, bu kez  Malûm Paşa, o kapatılınca çıkarılan Merhum Paşa,o kapatılınca çıkan Hür Marko Paşa, ardından her kapatılışta isim değiştirerek; Mazlum Paşa, Yedi Sekiz (Hasan) Paşa, Öküz Mehmet Paşa derken, ortalık dergiden geçilmez olur. Halkın kafası da doğal olarak birbirine girmiştir...Bizimkiler bu karmaşadan sıyrılmak için, dergiye başka bir ad bulma yoluna giderler... Bu ad, Paşa’dan başka bir ad olmalıdır ama… Halk paşalardan usanmıştır artık. Bu sıra Aziz Nesin hapistedir gene. Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz çalışmaları sürdürüp, Alibaba’yı çıkarmaya hazırlanmaktadır. Çok kısa bir süre sonra da,“Alibaba” dergisi çıkar piyasaya.  Alibaba dergisi, “Kırk Haramilere Karşı” alt sloganıyla çıkar. Entelektüel ve terbiyeli bir kalem olarak bildiğimiz Sabahattin Ali belki de tarihi içindeki en ayıp yazısını bu derginin açılış yazısında yazar. “İşte şimdi hakiki Markopaşa, Malumpaşa ve Merhumpaşa’dan tanıdığınız aynı kalemler “Alibaba” gazetesini çıkarıyorlar … Şüphesiz paşaları taklit edenler, Alibaba’yı da taklide yelteneceklerdir. Piyasayı Ballıbaba, Hasanbaba, Cambazbaba, Şambaba gibi sahte mizah gazeteleri dolduracaktır. Hatta mizah olsun diye Babafingo’yu bile çıkarmaları kabildir. Biz müsamahakar insanlarız. Paşayı elimizden alanların, bu sefer babayı da almalarına göz yumarız” Bunun üstüne aralıksız davalar açılır dergi ve yazanlarına.... Mahkemelerden, hapislerden, tehditlerden hiç kurtulmazlar. Yazılarının altına imza atmadıklarından, kim yazarsa yazsın yazı işleri müdürü hapse atılır... Hapse atılan diğerine not bırakıp “eve para gönder” der büyük bir soğukkanlılıkla. Hepsi birden hapsi boyladıklarındaysa çıktıklarında Aziz Nesin’in kaleminden “çok yoruluyorduk, bizi dinlendirdiğiniz için sağ olun” mektubunu okuturlar polislere derginin yeni sayılarında. Çoğunlukla dergilerini basacak matbaa bulamazlar aldıkları baskı yüzünden...Çünkü çıkar çıkmaz derhal toplanmaktadır dergileri. Ama o, gülmeyi silaha çeviren cesur insanlar, bunu da dalgaya alırlar...Çıkarabildikleri dergilerinin tepesine; “Fırsat bulabildiği zamanlarda çıkan siyasi mizah gazetesi”, “Yazarları hapislerde olmadığı zamanlarda / Toplatılmadığı zamanlarda çıkan siyasi mizah gazetesi” gibi sloganlar koyarlar. Bakın bir keresinde nasıl dalgacı, nasıl cesur bir şey yazmışlar: “Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar. Çıktığı gün sekiz ila dokuz arasında satılır. Dokuzda toplamaya başlarlar. Türkiye’de demokrasinin ve basın hürriyetinin miyarı olan işte böyle bi acayip mizah gazetesidir.” Markopaşacılar aralıksız düşman kazanırlar. Tanin, Ulus, Cumhuriyet gazeteleri ve tüm çalışanları, Meclis, rektörlükler, Necip Fazıl (*dinci geçinen bu kumar tutkulusuyla çok uğraşmışlardır), bakanlar, “Vatan” satıcısı dedikleri Vatan gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman, turancı ve faşist Nihal Atsız ve yandaşları, yobazlar, Amerikancılar, magazin muhabirleri, işini iyi yapmayan memurlar ve...ve...ve... Örneğin kendilerine “kökü dışarıda” diyen milletvekili Cemal Sait Barlas’a bakın nasıl karşı durmuşlardır: “Neden bizim kökümüz dışarıda? Tapuları karımızın üstüne yapılmış apartmanlarımız mı var? Biz bu millete uşaklarımızla, dalkavuklarımızla, metreslerimizle mi bağlıyız! …  Ellerim mutludur ki, size oy vermediler … Bize kökü dışarıda diyenlerin kökü kurusun! Topunuzun köküne kibrit suyu!”... Şu an içimden “Tarihi cesur insanlar yazar.Hiç bir korkak tarihin akışını değiştiremez” demek geldi nedense… Yeri gelmişken “Sorun Cevaplayalım” bölümünden Necip Fazıl’a bakın nasıl giydiriyor bizimkiler: “Soru – Dağları kim yarattı?  Cevap – Necip Fazıl.   Soru – Necip Fazıl’ı kim yarattı?  Cevap – Necip Fazıl yaratılmadı ki. Yerden bitti.” Bir de çocuklarımızı hayata hazırlamak için onlara öğretmemiz gerekenler var Markopaşacılara göre: “Öğretmen ve velilere : İlkokuldaki yavrularımızı hayata hazırlamak için, Hayat Bilgisi kitabı çıktı. İçinde şu mevzular vardır: Karaborsacılık,  inceleme heyetinin seyahatleri, kurdela kesme usulleri, parmak kaldırmak, alkışlamada başarı, harama hile katmak, büyüklerimiz nasıl yıldız oldu, koltuğa nasıl oturulur ve bir daha kalkılmaz, Amerika’nın naylon demokrasisi vesaire. Bu kitap, üç karaborsacı, beş tüccar siyaset adamı tarafından hazırlanmıştır.” Mehmet Saydur’un muhteşem incelemesi “Markopaşa Gerçeği”ni,yayınladığı 2001 yılında okumuş ve onun aydınlattığı bilgiler eşliğinde “Ölüler Her Zaman Genç Kalır ; Sabahattin Ali” adında, dönemi içinde çok büyük etki yapan bir oyun yazmıştım.(*Bu oyunda,Sabahattin Ali’nin tek çocuğu olan, Prof.Dr.Sayın Filiz Ali’yi de BTA’da ağırlamıştık-2008 ) Şimdilerde dergi ya da gazetelerin bir korku örtüsü altında olduğunu görünce mi aklıma bu yazıyı yazmak geldi bilmiyorum ama; bizi yıllar sonra bile güldüren bu derginin cesur çalışanlarına ne olduğunu söyleyerek yazımızı bitirelim. Sabahattin Ali, 1948 yılında hâlâ aydınlatılmamış vahşi bir cinayetle öldürüldü. Bulgaristan sınırında başını taşla ezdi karanlığın elleri... Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin defalarca hapse girdi çıktı. Kitapları toplatıldı, kaybedildi. Mustafa Uykusuz’un karikatürleri yüzünden başı beladan hiç kurtulmadı. Rıfat Ilgaz en ünlü romanı Hababam Sınıfı, Ertem Eğilmez tarafından filme çekilince bir efsane oldu .Ölürken, “Elimi tut / Son sıcaklığım sende kalsın” dizelerini yazan Rıfat Ilgaz, 1993 yılında İstanbul’da öldü .Aynı yıl, Madımak’ta yakmaya çalıştılar Aziz Nesin’i.  37 kişi yanında ölse de,o hâlâ ,“Beni böyle susturamazlar” dedi. “Bu ülkenin %60’ı salaktır” dedi. Linç etmeye çalıştılar ama nafile, 1995 yılında Çeşme’de , İzmir Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Ahmet Priştina’nın yaz evinde öldü. “Ne oluyor anlamıyoruz? Ama bir şeyler, bir şeyler var ki kokuyor, çok fena kokuyor” diyordu  Sabahattin Ali, Markopaşada yazdığı bir yazısında...Nasıl bir kokuysa bu, günümüzde mide bulandıracak kadar burnumuzun içindeymiş hissine kapılıyorum bazen...Havanın pis kokmasını engelleyecek cesaret neredeyse oraya gitmeli diyorum ince bir sızıyla...Yoksa kimse beni duymuyor, kendi kendime mi konuşuyorum? Niye dinlemiyorsunuz beni? Gülmek diyorum, zekânın köpüğüdür. En kuvvetli direnmek gülmektir diyorum... Her aydınlık akla ihtiyaç duyduğumuz bu kalleş zamanlarda aklını bilerek uyuşturanların köküne kibrit suyu diyorum... Ne yani, siz yoldaşlarıma da anlatamadıktan sonra gidip Markopaşaya mı anlatayım derdimi? Birazcık toplumsal duyarlılık lütfen...Gülelim...Herkes gülsün...Gülerek direnelim...