Bedri Rahmi, “Âşık Veysel, üç önemli işi birden en iyi biçimde başarmıştır” der bir yazısında. “Yazmış, bestelemiş ve çalmıştır. Yani üç ayrı kişinin yapacakları işleri en iyi biçimde tek...

Bedri Rahmi, “Âşık Veysel, üç önemli işi birden en iyi biçimde başarmıştır” der bir yazısında. “Yazmış, bestelemiş ve çalmıştır. Yani üç ayrı kişinin yapacakları işleri en iyi biçimde tek başına yapmış, yirmi beş yıl bu çabayı çok iyi sürdürmüştür.” (Milliyet Sanat Dergisi, 30 Mart 1973, Sayı: 26, sf: 7) Her iki ozanın da yolları Köy Enstitüleri sayesinde kesişir. Veysel, enstitülerde halk müziği ve bağlama konusunda usta öğreticidir. Bedri Rahmi’nin ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu da Veysel’i enstitülere getiren kişi… Sabahattin Eyüboğlu Veysel için diyor ki: “Veysel, kendini, işini ve dünyasını bilmeyi, insan ve şair olmayı Sivrialan köyünde nereden, kimden, nasıl öğrendiğini bilmiyorum. Orta Anadolu’nun çelimsiz bir tümseğinin içinde dokuz kat uygarlık saklayan höyükleri, toprakla bir olan boz bir kımıldanış altında dünyanın bütün renklerini taşıyan kuşları gibi o da için için neleri pişirdiğini uzaktan belli etmez. İn cin yok deyip geçecekken bir de bakarsın kat kat açılan bir âlem, çöl ortasında pırıl pırıl bir su (…) Türkçeyi yolda bulduğu gibi kullanan Veysel’in ne kadar kendine özgü bir tadı tuzu olduğunu her yakından bakan fark eder (…) Veysel halkça düşünüp konuşuyor. Hem halktan hem kendinden olma; hem düpedüz Türkçe hem de kendince konuşma; kaybolmadan kaynaşma, çokluğa katılma (…) İyiden ve güzelden yana, işinin ehli ve sözünün eri olması, insanlıkla şairliği ayırmaması… Daha ne olsun!” Bu özellikleri taşıyan bir halk ozanı elbette dikkat çekecektir. Hak ettiği saygıyı kendisine sunmak, sanata ve topluma katkılarından ötürü onu onurlandırmak için bazı girişimlerde bulunmak şaşırtıcı değildir sanata saygı duyan toplumlar için. Birçok gecede şereflendirilir Âşık Veysel. Ancak 13 Mayıs 1952, Salı gecesi saat 21.00’da, İstanbul Şehir Tiyatrosu Komedi Kısmında yapılan jübile gecesi, yıldızların yeryüzüne indiği bir gece olarak tarihe geçer. Bu, sanat tarihimizde eşine az rastlanır bir gecedir. “Başlı başına bir olay… İstanbul’un güzel denecek günlerinden biri. Akşam serinliğinde her tarafta bir canlılık. Maya Galerisi’nin kapısı hiç kapanmıyor. Şehir tiyatrolarının gişeleri bilet alanlarla tıklım tıklım… Bu akşam konuşmalar hep Veysel üzerine. Saat 20 sularında… Mücap Ofluoğlu, Fikret Otyam, Metin Eloğlu oradalar. Şehir ve Ses Tiyatrosu artistlerinden birkaç kişi… Biraz sonra Şükran Kurdakul (da) geliyor. Galatasaray’ın arka sokaklarından Komedi Tiyatrosu’nun yolunu boyluyoruz. On dakika var: Kapıdan içeri girebilirseniz girin, ortalık tıklım tıklım! Bu saf, temiz Anadolu çocuğunun topladığı ilgi insanın gözünü yaşartıyor. Bu, halk edebiyatı adına, modern sanatımız adına kıvanç duyulacak bir tezahürdür.” (Kemal Özgür, “İstanbul Mektubu / Âşık Veysel Jübilesi”, Kaynak Sanat Dergisi, 1 Haziran 1952, Sayı: 56, sf: 229) Geceyi Bedri Rahmi’nin başını çektiği bir tertip komitesi organize eder. Hatta gecenin davetiyesini bile kendi çizdiği bir Veysel deseniyle süsler Bedri Rahmi. Desenin altına da çok bildik bir halk türküsünden dizeler yazar şair: “Bülbülün vatanı bahçeler bağlar / Garibin yatağı kahveler hanlar”… Hadi biz de devamını yazalım bu türkünün: “Bülbülün vatanı bahçeler bağlar / Garibin yatağı kahveler hanlar / Gurbet elde ölsem bana kim ağlar / Ötme garip bülbül gönlüm şen değil / Bülbül hiç durmayıp figan edersin / Ben garibin ciğerciğin delersin / Gurbet elde kalışıma ne dersin / Ötme garip bülbül gönlüm şen değil.” Jübile gecesi, Âşık Veysel’i sanat dünyasına kazandıran Ahmet Kutsi Tecer’in konuşmasıyla başlar. Bu, izleyiciler için bir “takdim” niteliğindedir. İhsan Hınçer’in sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü olduğu Türk Folklor Araştırmaları adlı derginin, Haziran 1952 tarihli 35. sayısında tam metni yayımlanan Tecer’in açılış konuşması şöyle başlar: “Bu gece aramızda ünlü Âşık Veysel var. Onun şerefine toplanmış bulunuyoruz. Hepimiz bu çok değerli sanatkârın zevkini tadanlarız. Onu zaman zaman radyodaki yayımlarından, her yerde aranılan plâklarından, gazetelerde, dergilerde ondan bahseden yazılardan, kitap halinde basılmış şiirlerinden ve ağızdan ağıza bütün Türkiye’yi dolaşan hatta sınırları aşan türkülerinden tanırız. Aramızda onun çok yürekten hayranları; yine aramızda onun dostluğu ile öğünen birçoklarımız bulunuyor. Ben de bunlar arasındayım.”  Sonra 21 sene önce tanıştığı Veysel’in sanatının ve karakterinin yüceliğini anlatan uzuuun bir konuşma yapar Tecer. Sivas Halk Şairleri Bayramı’nın öneminden ve kazanımlarından söz eder. “Sivrialan köyündeki çocuk artık büyümüş, delikanlı olmuş, ergin adam olmuş fakat yedi yaşından itibaren feleğin türlü sillelerini yiye yiye çilesini doldurmuş, musikiyle, şiir ile öylesine yoğrulmuş, öylesine pişmiş ki dokunsan ses verir bir hale gelmiş. Şimdi o Âşık Veysel olmuştur. Nihayet bir gün köyünden çıkan ve Sivas’ta Halk Şairleri Bayramı’na katılmaya gelen Âşık, oradan da pek az bir zaman zarfında, elinde saz, dilinde söz, Edirne’den Kars’a, Urfa’dan Bolu’ya kadar bir bütün olan bu mübarek vatanı ses halinde dolaşıyor. Gönülleri birbirine yaklaştırıyor. Her taraf ona kollarını açıyor.  Şehirlerden, kasabalardan en kuytu köşelerdeki çoban yastığına, okumuşlardan, aydınlardan bir köy çocuğuna kadar herkesi kendinde topluyor. Veysel’in şahsiyeti işte bu bütünlüğündedir. Veysel’de bu bütünü meydana getiren sanat ve şiir hususiyetlerini anlatacak değilim. Lüzum da yok. Renk âlemi ile yedi yaşından itibaren bağları kopmuş olan Veysel’in asıl dünyası ses dünyasıdır. O kendini daima sazının, hançeresinin ve dudaklarından taşan kelimelerin seslerinde arar. Bu gecemizin yıldızı olan Veysel’i kendi sesi ile tanımak, anlamak fırsatı elde dururken onu dolambaçlı yollardan anlatmaya kalkışmak ne kadar yersiz olur… Onun için ben Veysel’i selamlayarak hemen huzurunuzdan çekiliyorum. Veysel’le dostluğumuz ve hatıralarımız çok eski olduğu için bu geceyi açmak şerefini bana bağışlayan Tertip Komitesi’ne teşekkürler ederim. Bu geceyi Veysel’le ve hepinizle birlikte yaşamak benim için hayatımın en mutlu bir hatırasıdır. Şimdi elli sekiz yaşında bulunan ve altı çocuk babası olan çok sevgili Âşık Veysel’imize bütün kalbimle selam ve muhabbetlerimizi ve gönlümüzün ona borçlu olduğu hazlar için saygı ve minnetlerimizi sunar, ailesiyle, çoluk çocuğuyla birlikte sıhhat ve afiyetle uzun ömürler dilerim.” Ahmet Kutsi Tecer’le Veysel, 1930’lu yılların başında tanışırlar. Tecer, 1930 yılında, Sivas Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanması üzerine gittiği Sivas şehrinde dört yıl kalır. Bu dört yıl, iki halk sanatçısının ortaya çıkmasında çok yararlı bir dört yıldır. Bu sanat adamlarından biri Âşık Veysel, diğeri Türk Halk Müziği derlemeleri ve araştırmalarıyla çok şey borçlu olduğumuz, o dönem Sivas Lisesi müzik dersi öğretmeni olan Muzaffer Sarısözen’dir. Ahmet Kutsi Tecer, bulunduğu bölgede çok yaygın olan halk şairlerini bir araya getirmek ve bunun kayıt altına alınmasını sağlamak için, önce “Halk Şairlerini Koruma Derneği” adında bir dernek kurar ve başkanlığına, dönemin Belediye Başkanı Hikmet (Işık) Bey’i getirir. Derneğin kâtipliğini de neredeyse 10.000 halk türküsünü derleyen büyük halkbilimci Muzaffer Sarısözen üstlenir. (Meraklısına Not; Halk türkülerinin resmi olarak değerlendirilmesi Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın zamanında başlar. Derleme grubu Almanya’dan getirilen “Saca” markalı hem elektrik hem de akü ile çalışan alıcı ve verici ses kaydeden makinelerle çalışır. Konservatuarın folklor arşivindeki 10.000 türkünün derlenmesinde, fişlerin doldurulmasında, Sarısözen’in bitmek tükenmek bilmeyen sabır ve azmi büyük rol oynamıştır.) Halk türkülerinin, hikâyelerinin ve âşıklarının ulusal boyutta bilinmesi için çabalayan Tecer; Sivas’ta, derneğin tüzüğünde de yer aldığı gibi, derhal bir Âşıklar programı yapmayı düşünür ve 1.Sivas Halk Şairleri Bayramı adıyla 5-7 Kasım 1931’de bir program gerçekleştirir. Halkın beklenen ilgiyi göstermediği Âşıklar Bayramı’na; Revanî, Meslekî, Suzanî, Karslı Mehmet, Hikâyeci Ağa Dayı, Âşık Müştak, Yarım Ali, Âşık Talibî, Âşık Yusuf, San’atî, Âşık Ali (İcazet), Âşık Veysel gibi âşıklar katılır. Üç gün süren bayram sonrası Tecer, katılım yapan âşıklara Halk Şairi olduklarına dair bir de belge verir. Bu belge, gezici âşıklara gittikleri yerlerde çok kolaylıklar sağlayacaktır. Sivas Milli Eğitim Müdürlüğü’nün düzenlediği ‘Halk Şairleri Bayramı’ için Sivas’ın köylerinden 15 saz şairi seçilir öncelikle. (Meraklısına Not; O gün çekilmiş fotoğrafta 12 halk şairi görünmektedir. Âşık Veysel 14 halk şairinden, Ahmet Kutsi Tecer’se o güne ait hazırladığı broşürde 15 halk şairinden söz eder.) Bu âşıklar il merkezine çağırılır. Saz şairleri, hem halka açık gösteriler yapar hem de kendi aralarında bir çeşit meslek içi bir eğitim görürler. Âşık Veysel hayattayken o günleri şöyle anlatır : “(Ahmet Kutsi Tecer), Sivas civarından halk şairi olan 14 kişiyi topladı oraya. Orada üç gün çaldık, çağırdık. Ondan sonra elimize bir kart verdi. Çalgı ruhun gıdasıdır diye, böyle bir serbestlik verdi bize. Ondan sonra çaldık. Birçok yerlerde rağbet gördük.” Sivas’taki bayram sonunda, şairlere ayrıca küçük de olsa bir harcırah verilir. Cumhuriyet’le birlikte, o döneme kadar köylü-kentli; cahil- münevver olarak ikiye ayrılan halk katmanlarını birleştirip, yeni bir ulus yaratmanın halk geleneklerinin, halk edebiyatının, halk dilinin, “münevver adamın medeni bilgilerini birbirine kaynaştırmaktan” ve bunun sonucunda oluşacak sentezden geçtiğini savunan Ahmet Kutsi, halk şairlerinin birer köy şairi olduğunu belirterek; “Onlar vasıtasıyla, milli hayatımızın mazisine ve bugünkü hayatına ait köşeleri aydınlatabileceğimiz gibi bu günkü milli hayatımızın ideal ve heyecanlarını geniş halk tabakaları içinde yaymağa muvaffak olacağız. Bu suretle aynı heyecanlarla yaşayan tek başlı bir milli varlık kurulmuş olacaktır” der. Halk Şairlerini Koruma Derneği her şey bir yana, halk müziğinin tanınması, okullara ve radyoya girmesinde büyük katkılar sağlamıştır. Âşık Veysel’in ilk şiiri kabul edilen 1933 tarihli “Atatürk’tür Türkiye’nin İhyası” şiiri de bu dernek sayesinde gün yüzüne çıkmıştır. “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası / Kurtardı vatanı düşmanımızdan / Canını bu yolda eyledi feda / Biz dahi geçelim öz canımızdan” Âşık Veysel, Başta Ahmet Kutsi Tecer olmak üzere, İsmail Hakkı Tonguç, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mehmet Başaran ve Yaşar Kemal gibi, Cumhuriyetin aydınlanmacı kadrosu ile dostluklar kurar. Bu dostluklar ölümlerine dek sürer. Yeri gelmişken söz etmeden geçmeyelim; gecenin, seyirci salona alınırken kapıda bilet kontrolü ya da teşrifat yapan görevlileri kimdi dersiniz? Henüz gencecik iki şair: Sadık Kemal Göğceli (Yaşar Kemal) ve 1979’da, henüz 55 yaşındayken, bir trafik kazasında yitirdiğimiz, sosyalist yazınımızın en değerli şairlerinden biri olan Nevzat Üstün! Biri 28, diğeri 29 yaşında hevesli iki genç yazar! Kutsi Tecer’in konuşmasından sonra sabırsızlıkla büyük âşığı bekleyen izleyicilerin coşkun temposu eşliğinde Âşık Veysel sahneye çıkar. Tadına doyulmaz türkülerle gece ışıldadıkça ışıldar. Mecnunum Leylamı gördüm, Kara Toprak, Sazıma, Güzelliğin On Para Etmez, Uzun İnce Bir Yoldayım… akar gider türküler. Gece Anadolu kokmaktadır. Büyük bir coşku vardır salonda. Yorulan âşık sahneden çekildiğinde, Bedri Rahmi kürsüye yürür. Âşık Veysel’den dizeler vardır ağzında. Oysaki gecenin programında ikinci bölümde Veysel şiirleri okunacağı yazılıdır. Bedri Rahmi her zamanki cesur ve samimi haliyle ve engellenemez bir coşku içinde, bir- iki Veysel şiiri okur ve ardından kısacık bir konuşma yapar. Öyle bir konuşmadır ki bu, duyanların hiçbiri bir daha bu “meydan okumayı” unutmamışlardır. Şöyle bitirir sözlerini Bedri Rahmi: “Tanrı şairlerimiz ada sahillerinde düşünedursun, bizim koca Âşığımız elinde sazı, dilinde sözü ile Anadolusunun göbeğinde, ayakları, elleri toprağa değe değe düşünüyor.” Gönderme çok açıktır; bir dönemin “Şair-i Âzam”ları, “Üstad”ları yerle bir edilmektedir. Sonra şimşek çakması gibi aniden başlar kendi şiirini okumaya. Gökyüzündeki yıldızların tümü bir anda dolar salonda kim var kim yoksa hepsinin yüreklerine. Ağlayanlar bile vardır bu coşku halinden. “İki gözünde iki zindan  / On parmağında on çeşme nur  / Yüreği yanmış tutuşmuş  / Sivas’tan bir âşık gelir. Kara diken tırmalama yüzünü  / Deli poyraz köstekleme hızını  / Dağlar taşlar incitmeyin dizini  / Yedisinde kaybetmiş iki gözünü  / Sivas’tan Âşık Veysel gelir. Sekizinde düzenlemiş sazını  / Dokuzunda düşmüş garip yollara  / Sazına banmış sözünü  / Acısını, sızısını ekmeğine katık etmiş  / Pençe vurup sarı teli inletmiş  / Dağlar çiçek açmış Veysel dert açmış. Elinde sazı var dut dalından  / Bir kara gün dostu tutmuş elinden  / Dağlar taşlar hoşnut kalmış dilinden  / Yol verin ağalar yol verin beyler  / Bu gelene Veysel derler. Saz petek misali, söz de bir arı  / Beraber uğraşıp yapmışlar balı  / Veysel bu sırra mazhar olmuş  / İki sanat bir gönülde birleşmiş  / Samanlık seyran olmuş. Ama sadece sanat sevgisi mi dersin Veysel’i Veysel eden?  / Usta olmak yeter mi dersin sazın sapına kadar?  / İşin içinde zokayı yemek var  / Yedisinde kaybetmese iki gözü  / Ne tadı kalırdı şu beytin ne tuzu  / Kuş olsaydın kurtulmazdın elimden  / Eğer görse idim göz ile seni…” Bedri Rahmi’yle Âşık Veysel’in ilişkisini anlatmak için bu yazının satırları yetmez. O yüzden ne yazsam eksik kalacak. Biz kabaca da olsa “o, ömrümü peşinde dolaşarak harcadığım tek çocuğun bu yazıyı okuyacağını düşünerek”, belli başlı konulardan söz edelim kısaca. Jübilenin yapıldığı yıl olan 1952’de, senaryosunu Bedri Rahmi’nin yazdığı “Karanlık Dünya / Âşık Veysel’in Hayatı” adlı bir de sinema filmi çekilir. Filmi Metin Erksan çeker. Ayfer Feray, Hakkı Ruşen gibi dönemin usta oyuncularından kurulu filmin müziklerinin bir bölümü de Ruhi Su tarafından yapılır. Âşık Veysel de filmde oyuncu olarak bulunur. Ancak Atlas Film tarafından gerçekleştirilen film, dönem sansürünün vahşi dişlerinden kurtaramaz paçasını. “Filmde gösterilen buğday başakları çok cılız, köylü kadınlar yalınayak” bahanesiyle filmin büyükçe bölümü tırpanlanır. “Âşık Veysel için bir senaryo hazırlamıştım. İlginç bir film ortaya çıkmıştı. Yazık ki sansür yüzünden bu filmin onda sekizi gitti. Yani film kuşa döndü.” Gecenin yükselen heyecan dalgası, Bedri Rahmi’nin şiirinden sonra sahne alan Sadi Yaver (Ataman) Ses Birliği’nin solistleri tarafından seslendirilen şarkılarla sürer. Aman Allahım nasıl da fıkır fıkır, nasıl da şıkır şıkır bir repertuvardır bu böyle! Sadi Yaver Ses Birliği’nin geceyi ateşe veren türkülerini anlatmayı bir sonraki yazıya bırakıp, yazımızın ilk bölümünde anlattıklarımızın özeti sayılacak bir Veysel anısıyla bitirelim bu bölümü. Ali Sultan anlatıyor: “28-30 Ekim 1967’de yapılan Konya Âşıklar Bayramındaydık. Bu, İkinci Konya Âşıklar Bayramı idi. Kaldığımız yer otelin üst katındaydı. Veysel Baba’ya; -Sırtıma bin seni yukarıya çıkarayım, dedim. O kabul etmedi. Israr ettim. Sonunda benim dediğim oldu. Veysel Baba’yı sırtıma aldım, yukarıya çıkarmaya başladım. Ali İzzet Özkan, bizi gördü. -Ne o Veysel! Ali’nin sırtına binmişsin, dedi. Veysel Baba, taşı gediğine koydu: -Ben onun sırtına binmedim, o beni gönlünde taşıyor.” Devamı Var