“Kusursuz bir adam şu Bernard Shaw. Hiçbir düşmanı yok ve hiç bir dostu sevmiyor onu.”
“Kusursuz bir adam şu Bernard Shaw. Hiçbir düşmanı yok ve hiç bir dostu sevmiyor onu.” (O. Wilde) Siz de bazen çevrenizde, zeki ve cesur insanların varlığına, yapmak isteyen heyecanlı insanların coşkusuna, -susamak ya da güvenmek gibi- karşı konulmaz bir şekilde ihtiyaç duyar mısınız? Canım sıkılıyor bugün; ne istediğimi biliyorum ama bir türlü anlatamıyorum çevreme. Onların sonu gelmez yaşam sıkıntıları kulaklarını sağır etmiş sanki… Ne yapsam, mümkünü yok, giremiyorum onların ucu bulutlara değen kentsoylu duvarlarından içeriye. Gözümün önünde yanıp kül oluyorlar ve bana hiçbir şey yapamayacağımı anlatmaya çabalıyorlar, bu haksızlık! Ben tek bir hayatı taşımakta zorlanırken, onlar birden çok dünyayı sırtlanmışlar tek ömürlerinde, hiç anlamadığım bir şey! Taşıyabiliyorlarsa taşısınlar, ben yapamıyorum diye onları kıskanacak değilim ama olmuyor işte! Her cepheden başarısızlık haberleri geliyor. Bu her şeyden önce onların dikkatlerini dağıtıyor ve dikkati dağılan da düşünceden, odaklanmadan ve doğru eylemden uzaklaşıyor. “Öyle yapmayı doğruluyorsa bırak öyle yapsın, bu onun iradesi demeliyim” değil mi? Diyeyim de, ben o insanı seviyorum ve onun yaşam gerçekleri, kendisiyle birlikte tüm çevresini de boğuyor, şimdi ne yapmalı? Ölüyoruz “sevgili” elinde. İyi duygularımız, tuz kadar ağır kuşkularımızın elinde kıyılırken doğrusu nedir, susmak mı? Değildir. Olmamalı! Çünkü ben, Martin Luther King’i tanıdım yoksul hayatımda: “An gelir, sessizlik ihanet olur, şimdi sustuğun kadar yarın eksik kalırsın.” Bugün ölü gibi hissettiğim günlerden biri gene… Ben de kaçınılmaz olarak ölülerle konuşmaya başladım sabahtan beridir. Ölü biri kiminle konuşabilir ki başka? Onlar, yani ölüler, bugün soluk aldığı için yaşadığını sananlardan daha dürüst geliyor bana. Bernard Shaw’ı aldım karşıma bugün. “İnsanlar başlarına gelenler için hep içinde bulundukları durumu suçlarlar. Ben durumlara inanmam. Bu dünyada başarılı olan insanlar istedikleri durumları arayan ve bulamadıkları zaman onları yaratanlardır.” İçimde coşku yok değil; özlediğim insanlar, düşlediğim yolculuklar, yapmak istediğim şeyler dünyadan büyük! Sorun o değil. Sorun herkesin kişisel cehennemine gönüllü girmesi! Bunun yorgunluğu o kadar feci hissettiriyor ki sevgiliye hasret kalbime! Cennet düşü kuran, onu yaratacak koşulları da bilir bence. Neyiniz var sizin? Dünyada sizden başka birilerinin de yaşadığını bilmiyor musunuz yoksa? Birini sevmenin bedeli vardır, ben mi söyleyeyim? Yani her yaşam başka bir cennet adayıdır, yalan mı? “Aşk, bir kişi ile başka herkes arasındaki farkın fena halde abartılmış halidir. Beden er geç bıkkınlık verir insana. Düşünceden başka hiçbir şey güzel ve ilginç kalamaz. Çünkü düşüncedir gerçek yaşam. Filozoflar yüz mucize görürler bir günde, cahiller ise günlük işlerden, alışılmış uğraşlardan başka bir şey görmezler. ” Cehalete kabul mü? Hayır mı? Şükür! İyi ki hayır! İyi o zaman, buyurun sahaya! Hadi, gelsenize! Niye gelmiyorsunuz? Sahaya; rüzgârda uçuşan seyrek sakalları ve cam gibi parlayan ışıklı gözleriyle koşarak gelen birinden dinlemiştim bu hikâyeyi: Bernard Shaw bir gün sahaflık yapan bir arkadaşının dükkânına gider. Kitapları incelerken kendi kitaplarından birini görür. Kitabı incelerken bir de bakar ki, iyi tanıdığı bir arkadaşına imzaladığı kitabı sahaf tezgâhına düşmüş. Oysaki ilk sayfaya “Sevgili dostuma hürmetlerle” yazmıştır yakın geçmiş bir zamanda. Bedelini ödeyip kendi imzaladığı kitabı satın alır Shaw. Ertesi gün, aldığı kitabı, imza ettiği arkadaşına bir daha gönderir. Ancak, ilk sayfaya yazmış olduğu “Sevgili dostuma hürmetlerle” sözlerinin altına bir satır daha ekleyerek: “Hürmetlerimi tekrarlarım!” Güldünüz mü? Ne güzeldir bir insanın gülmesi! Gülmenin bazen direnmek için en iyi yol olduğunu düşünüyorum. Ama bazen! Sizi bilmem ama her zaman işe yaramıyor bende. Keyif almak, kuşkusuz yaşamanın amacı birçoğu için. Ölüm de var, değil mi? Ama benim için öyle değil. Benim başka beklentilerim de var hayattan. Temiz bir kalp, düşlerinin peşine cesurca takılmak, dirayet, basiret, üretimin parçası olmak, güvenme ihtiyacının Tanrısal bir titizlikle korunması falan filan… Aktüelin üstüne çıkmak gerek yani. Keyif almak yetmez, yaşamak lazım! “Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan.” İçinde yaşadığımız dünya, birilerinin uydurduğu ya da üst kuşakların bıraktığı kurallara bağlı olarak yaşamaya zorluyor bizleri. Bunun adına da uyum, sağduyu, mantık falan diyorlar. Duydum, kulaklarımla duydum, vallahi öyle diyorlar. Bu durağanlık değil midir öbür yüzüyle de? Tüm ömrümüz boyunca ulaşmak için çabaladığımız yürek yolculuğunu nasıl tamam edeceğiz o zaman? Birilerine bağlı sürülen bir yaşamın her tarafı özgür olsa ne çıkar? Hadi özgür değil, mantıklı mı peki? Bu dayatılmış yaşamın bir adım dışına çık yalan söylemeden de, sana aslan diyelim. Eee, n’oldu şimdi? Yalandan bir özgürlük oldu. Bu ne kadar doğrudur, onu konuşalım. Asıl özgürlük, istediğin her şeyi yapmak mıdır yoksa istemediğin hiçbir şeyi yapmamak mı? Voltaire’in sözü bu! Keşke benim olsaydı! Aynı Voltaire, “Barbar toplumlar dışındaki her ülke kitaplar tarafından yönetilir” de demiş. Son olarak ne zaman kendinizi geliştirecek bir okuma yaptınız ya da güncel olmayan bir düş yolculuğuna çıktınız hesap kitap yapmadan? Şimdi hanginiz ölülerle konuşuyorum diye beni yargılamaya kalkabilirsiniz ki? İstediğiniz kadar kızabilirsiniz bana! Ben sizi sevmeye devam ediyorum. Çünkü dünyada bir tek aşk vardır; bir de bunun uğruna göze alınan kavgalar! Bu konuda ısrarcıyım. Seviyorum ulan sizi! “Mantıklı bir insan kendini dünyaya uydurur. Mantıksız bir insan ise, dünyayı kendine uydurma konusunda ısrar eder. Dolayısıyla, tüm gelişmeler mantıksız insanlardan çıkar.” Şimdi size hepinizin su gibi bildiği bir masalı başka türlü anlatacağım. Başka türlü! Sadece bunu bir kere düşünüp, çalınmasına ses etmediğiniz, hatta çoğu zaman ellerinizle teslim ettiğiniz hayatınızı bir kez olsun gözden geçirmeniz ricasıyla! Belki korkunun en sevgili çocuğu yalanın elini bırakırsınız artık umuduyla! Tilki aç açına dolaşırken, dalın üstüne tünemiş karganın ağzındaki peyniri görür. İştahı kabarır. Çok akıllı ya Tilki Efendi, karşısına çıkan ‘aptal kargayı’ kandırıp, peyniri kapacağını düşünür. En sevimli maskesini takar yüzüne ve seslenir.- Karga kardeş, Karga kardeş ne güzel bir gün değil mi? Nasılsın bakalım? Umarım bitmez sorularıyla keyfini kaçıracak kimse yoktur hayatında? Ağzına lezzet dilerim.
- Niye konuşmuyorsun Kargacığım, yoksa rahatsız mısın?
- Çok zamandır o dünyalar güzeli sesine hasret kaldım. Hadi bir şarkı söyle de keyfimiz yerine gelsin.
- Anlaşıldı, bu şapşal karga La Fontaine’i okumuş. Ben kendime, okuduğunu hayata aktarmayı beceremeyen başka kargalar bulayım.