Türkiye Basketbol Süper Ligi’ne fırtına gibi bir başlangıç yapan ve ilk 6 maçta 6 galibiyet alarak liderliğini sürdüren Pınar Karşıyaka’ya Mustafa Kemal Atatürk Spor Salonu yetmiyor. Cumhurbaşkanı...

Türkiye Basketbol Süper Ligi’ne fırtına gibi bir başlangıç yapan ve ilk 6 maçta 6 galibiyet alarak liderliğini sürdüren Pınar Karşıyaka’ya Mustafa Kemal Atatürk Spor Salonu yetmiyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Pınar Karşıyaka’nın 2015 yılında şampiyon olmasının ardından verdiği “12 bin kişilik salon” sözünün dört yılı aşkın süredir neden tutulmadığı merak konusu olmuştu. Gazetemizin 21 Ekim 2019 tarihli sayısında manşetten sorduğumuz “KSK’nin salonu 4 yıldır nerede?” sorusunun yanıtı anlaşıldı. İzmir Gençlik ve Spor İl Müdürü Nüammer Uslu,  Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 2015 yılı Temmuz ayında Karşıyaka Spor Kulübü’ne spor salonu sözü vermesinin ardından uygun yer arayışı için çalışmalara başladıklarını belirterek, kulübün o dönemki Başkanı Ali Erten tarafından salon için hazırlanan mimari projenin 1 Ekim 2015 tarihinde kendisinden önceki İl Müdürü Ali İhsan Tatlısu’ya iletildiğini söyledi. // ARAZİ HÂLÂ HAZIR Çiğli Selçuk Yaşar Tesisleri’nin bulunduğu bölgede belirlenen hazine arazisi üzerinde yapılması planlanan 12 bin kişilik yeni salonun projesini Mimar Bahadır Kul çizdi. Karayolu, otoyol, İZBAN ve tramvay ulaşımının kavşak noktası olabilecek bir lokasyonda yapımı planlanan salonun için toplam 29 bin 601 metrekarelik arazi bulundu. 25 bin 350 metrekaresi Hazine’ye, kalan 4 bin 260 metrekare arazi ise şahıslara ait olan bu arazinin, gerek mülkiyet gerekse imar planlarına uygun hâle getirilmesi için Karşıyaka Spor Kulübü herhangi bir girişimde bulunmadı. Bu noktada tam bir İzmir klasiği yaşandı. Türkiye’de başka bir kente böyle bir yatırım vaadi verilse, o kentin tüm kanaat önderleri, spor kulüpleri, merkezi ve yerel yönetimi, iş dünyası, sivil toplum örgütleri el ele verir, yaşanan sorunları kısa sürede çözerek yatırımın hayata geçmesi için çalışırdı. // YİNE BİR İZMİR KLASİĞİ Pekâlâ İzmir klasiğinde ne oldu? Basketbol dışındaki branşlarda tam bir hezimet yaşayan Karşıyaka Spor Kulübü adeta can derdine düştüğü için bu projeye kayıtsız kaldı. Kulübün ateşli taraftarları bile bu talebi karar vericilerden talep etmedi, ısrarcı olmadı. Yerel yönetimler hiç umursamadı. Merkezi yönetime bağlı birimler, birilerinin harekete geçmesini bekledi. Sayıları 26 olan İzmir milletvekillerinin belki bu konudan haberi bile yoktu. Karşıyakalı olan ve geçmişte kulüpte 2’inci Başkanlık yapan AKP’nin İl Başkanı Kerem Ali Sürekli bu yatırımı kendisine dert edinmedi, takipçisi olmadı. İzmir’in spor kulüplerini bir çatı altında toplayan, mevcut Başkanı KSK’nin Eski Başkanı olan, Yönetim Kurulu’nda KSK’den bir temsilcinin bulunduğu İzmir Spor Kulüpleri Vakfı (İZVAK), kente kazandırılması gereken bu eser için harekete geçmedi. Sonuç? Tam bir başarısızlık, tam bir rezalet… “Ağacın kurdu içindedir” der eskiler… İzmir bu kadar vurdumduymaz, bu kadar umursamaz siyasetçilere ve yerel yöneticilere sahip oldukça,  kimi kime şikayet edeceksiniz. Yazıklar olsun!

CUMHURBAŞKANI SALON SÖZÜNÜ NASIL VERMİŞTİ?

2015 yılı, Pınar Karşıyaka Basketbol Takımı’nın tarihinde önemli bir yıldı. 2014-2015 sezonunda büyük maddi zorluklar yaşamasına rağmen, amatör ruhunu koruyarak canını dişine takan takım, Türkiye Basketbol Süper Ligi’ni şampiyon olarak tamamlamıştı. 28 yıl sonra gelen şampiyonlukla adeta yer yerinden oynamış, bu başarıda en büyük paya sahip olan koç Ufuk Sarıca, Karşıyakalılar’ın sevgilisi olmuştu. Kulübün o yıllardaki Başkanı, kısa adı İZVAK olan İzmir Spor Gücü Vakfı’nın mevcut Başkanı Ali Erten’di. Şampiyonluğun hemen ardından yanına bazı yöneticileri yanına alan Erten, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ziyaret etti. Erdoğan’dan “sille tokat dayak yediği” iddialarını yalanlamayan Gençlik ve Spor Bakanı Çağatay Kılıç’ın da hazır bulunduğu ziyarette, Sayın Cumhurbaşkanı’na 35.5 numaralı forma hediye edildi. Erdoğan ise Karşıyaka’nın mevcut Mustafa Kemal Atatürk Spor Salonu’nun yetersiz kaldığını belirtmiş ve Bakan Kılıç’a 10 bin kişilik yeni bir basketbol salonu inşa edilmesi talimatı vermişti. Sayın Erdoğan’ın bu açıklaması 6 ve 7 Temmuz 2015 tarihli gazetelerde nerdeyse tam sayfa yayınlanmıştı. Cumhurbaşkanı, bugün hâlâ yerinde yeller esen 15 bin kişilik stat inşaatının da bir an önce bitirilmesini de istemişti. 2019-2020 sezonunda benzer bir başarının hayalini kuran Pınar Karşıyaka, yine Ufuk Sarıca’nın liderliğinde lige çok başarılı birbaşlangıç yaptı. İzmirli basketbolseverler olarak, Kaf Kaf’a şampiyonluk yolunda başarılar diliyorum.

ŞU BİZİM “CON AHMET’İN DÖNERGECİ”NE NE OLDU?

Gazeteciliğin en keyifli yanı fikrî takipte yatıyor… Geçen günlerde arşivimi karıştırıken, 2006 yılına ait bir yazıma denk geldim. Pek çok okurumun o yıl yaşanan bir tartışmayı anımsayacağını sanıyorum. 2006 yılının sonlarında, Türkiye’de emekli paşaların başını çektiği bir grubun “yüzyılın buluşu” olarak adlandırdıkları “Erke Dönergeci” tartışılıyor, gazete sayfaları televizyon ekranları bu konu üzerine yapılan güzellemelerden geçilmiyordu. Haydi yutkunmayalım… Gazetelerin arka sayfalarına verilen tam sayfa ilanlar, bu deli saçması girişimin eleştiri konusu yapılmasını engelliyordu. Neydi bu Erke Dönergeci? ‘Bilimsel düşüncenin gücü’ sloganı ile tanıtılan ve ne olduğu kozmik sır gibi saklanan Erke Dönergeci, sözüm ona ‘yüzyılın buluşu’ydu. “Erke Araştırmaları ve Mühendislik” adlı bir şirket kurulmuş, bu şirketin emekli general ve subaylardan oluşan yöneticileri; petrol, su ve gaz kullanmadan elektrik üreten ’Erke Dönergeci’ adında bir makine geliştirdiklerini iddia etmişlerdi. // GÜLÜNÇ GİZLİLİK… Yapılan açıklamalarda, “elektrik üretecinin çalışması için maddenin atalet özelliğinden yararlanıldığını” belirtiliyor, bu sistemle çalışan makinelerde istenilen yerde, istenilen miktarda elektrik elde edilebileceğini belirtiliyordu. Şirket yöneticileri basın toplantıları düzenliyor, gazetecilerden gelen sorulara ‘gizlilik’ gerekçesi ile yanıt vermiyorlardı. Basın toplantılarına, halk arasında tanınan ve saygı duyulan emekli paşalar da çağırılıyor ve inandırıcılık sorunu aşılmaya çalışılıyordu. Şirketin yöneticisi, emekli Tümgeneral Çetin Uğural, 1992’den beri çalışmaları süren makinenin 2007 yılında pazara sunulacağını belirtiyordu. Çatık kaşlarıyla basın mensuplarına höt zöt etmekten çekinmeyen Uğural, “Bugünün bilim literatüründe buluşun açıklanması için temel teşkil edecek bilgi yok. Bu nedenle buluşun dayandığı fizik ve matematik esasları Erke tarafından uygun görülen bir zamanda bilim dünyasına sunulacak. Bu yüzden konuyu tartışmaya açmıyoruz. Kimseyi inandırma gibi bir amacımız da yok. Hatta bu buluşa inanılmaması bizi mutlu eder.” diyordu. // HÂLÂ BEKLİYORUZ… Nedendir bilinmez, üniversitelerin Fizik kürsülerinden de bu saçmalığa karşı doğru dürüst açıklama gelmiyordu. Halk arasında böyle gereksiz işler için kullanılan “Con Ahmet’in Devr-i Daim Makinesi” bire bir hayatta karşılık buluyordu. Aradan 12 yıl geçti. Türkiye’nin enerji üretiminde dışa bağımlılığı artarak devam etti. Türkiye gündemini haftalarca meşgul eden Con Ahmetler’den hâlâ ses seda yok… Fizikçilerden çok psikiyatristlerin meşgul olması gereken Erke ise zihnisinir projeler tarihimizdeki müstesna yerini aldı.

TÜRKİYE’DE GAZETECİLİĞİN GERÇEK YÜZ KARALARISINIZ!…

Bu sütunlarda Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Askeri Casusluk, Amirallere Suikast gibi davaların, hangi emperyal projenin ürünü olduğunu, Atatürk’ün ordusunu dizlerinin üzerine çökertmek için nasıl ahlaksızca kurgulandığını yazdık, sayısız kez… Bu tartışmalara yeniden girecek değilim. Ancak geçen hafta yaşanan üç tahliye kararı, yarım akıllı ilkokul mezunu imamın örgütü ile yapılan mücadelenin, nasıl “mış gibi” yapıldığının açık kanıtı oldu. Okurları sıkmadan biraz hafıza tazeleyelim.. // “TARAF” UTANCI 2007 yılı Haziran ayında İstanbul-Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombalarının soruşturma konusu olmasıyla Ergenekon Davaları başlamıştı. Dalga dalga ilerleyen ve genişleyen dava,  Türkiye’nin en iyi yetişmiş askerlerini, bilim adamlarını, gazetecilerini, aydınlarını deli saçması iddianamelerle birer birer hapse atmıştı. Ancak bu kumpasın senaryosunu yazmak, o yarım akıllı imamın ve şakirtlerinin zekâsını da, haddini de, çapını da, kalıbını da aşardı. Kuklaların iplerini tutan, aynanın arkasında silüeti beliren emperyal planın ipuçları seçilebiliyordu. Mütevazı olmayacağım… Benimle özdeş düşüncede olan insanlar -ki sayıları tahminlerinizin çok ötesindedir- en az 30 yıldır bu tehlikeye dikkat çekiyordu… Evleneceği kadını ya da erkeği bile önüne konan kataloglardan seçen, kıymeti kendinden menkul bir cemaat elebaşına muhakeme yeteneğini sorgusuz sualsiz teslim eden bir topluluğun, devleti adım adım kemirerek ele geçirdiğini görüyor ve yazıyorduk. Gecekonduda bulunan el bombalarıyla başlayan o akıl almaz süreç, bu cemaatin Türkiye’yi nasıl bir belaya doğru koşar adım sürüklediğini gösteriyordu. Ülkenin en iyi yetişmiş, en donanımlı, en yetkin, en kalifiye askerleri, bilim adamları, yazarları, gazetecileri bu örgütün elemanları tarafından akıl almaz bir kumpasla tasfiye ediliyordu.  Fetullah’ın şakirdi polis şeflerinin yazdıkları bu saçmalıklar, hiçbir mantık ve hukuk süzgecinden geçirilmeden iddianame hâline getiriliyor, yargılama aşamasından önce “kullanışlı” oldukları bilinen gazetelere servis ediliyordu… Haydi Fetullah’ın yayın organı Zaman Gazetesi ve Samanyolu gibi medya gruplarını bir kenara koyalım. Bugün hâlâ Türk basınında “gazeteci” kimliği ile gezinen, “yorumcu” kimliği ile her gece evlerimize arsızca seyirtenlerin pek çoğu, “kullanışlı” olmalarının ödüllerini alıyorlardı. Tam da Ergenekon hainliğinin başladığı yılda, 2007’nin Kasım ayında Taraf adında bir gazete yayın hayatına başlıyordu. Geçen hafta tahliye edilen Ahmet Altan’ın Genel Yayın Yönetmeni olduğu bu gazetenin patronu, arkasındaki sermeye gücü vs belli değildi. Gazete satmıyordu ama kısa sürede “referans kaynağı” oluvermişti. Bizim tatlı su solcularının, kendilerine sığınacak liman arayan “İkinci Cumhuriyetçiler’in de kanı hemen ısınıvermişti bu gazeteye. // BAVULCU MUHABİR Muhabir Mehmet Baransu’ya bavullar içinde teslim edilen belgeler, süratle haberleştiriliyor, Taraf’ın haberlerini kaynak olarak gösteren diğer gazeteler de bombardımana başlıyordu. Bugün pek çok meslektaşımın Taraf’ta çalıştıkları yılları CV’lerinden sildiklerinin bizzat tanığıyım. Hatta kısa süre önce sohbet ettiğim bir meslektaşımın, “Hayatımın en utanç verici yıllarıydı, tam bir kullanışlı aptalmışım” cümlesini kayda geçirmek isterim. Bu mevkute paçavrasının sütunlarına taşıdığı yalan yayınlar nedeniyle hayatlar sönüyor; üzüntüsünden kanser olan, kalp krizi ve beyin kanaması geçiren yurtseverler birer birer aramızdan ayrılıyordu. Gazeteci İlhan Selçuk, Tuğamiral Cem Aziz Çakmak, Albay Murat Özenalp, Albay Mustafa Kelleci, Oramiral Özden Örnek, MİT Mensubu Kaşif Kozinoğlu, Kuddusi Okkır, Prof. Dr. Uçkun Geray, Prof. Dr. Türkan Saylan, Yarbay Ali Tatar, Binbaşı Nazlıgül Daştanoğlu bu isimlerden sadece birkaçıydı. Bu yurtseverlerin kanları, başta Ahmet Altan olmak üzere Taraf gazetesinin her seviyedeki çalışanlarının elindeydi. Yapılan ahlaksızlıkların hesabı bugüne kadar verilmedi. Verilmediği gibi, Ahmet Altan’ın mahkemelerde gülünç ve trajik cesaret örneklerine tanık olundu. Ve Nazlı Ilıcak… Fetullah’ın kız kardeşi gibi ortalarda dolanan, onun medya organlarında yıllarca yazarlık ve yöneticilik yapan Ilıcak, Sayın Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı “nedamet mektubu”ndan kısa süre sonra tahliye edildi. Ergenekon davalarının firari savcısı Zekeriya Öz ile kartopu oynarken çektirdiği söyleşi fotoğraflarını çarşaf çarşaf yayınlamaktan çekinmeyen Ilıcak, “Aldatıldım, fark edemedim, safmışım vs” diyerek bu davalardan kendisini sıyırdı. // UTANÇLA YAŞAYACAKLAR TSK’ya olan düşmanlığı, çocukluk dönemindeki travmalarla uç veren Ilıcak’ın gazetecilik hayatını uzunca bir bölümü yarım akıllı imamın hezeyan ve vehimlerini aklamakla geçti. Ve Mehmet Altan… O da tıpkı kardeşi gibi, kendi askerine düşmanlık yarışına girerek, düşmanının askeri olmuştu. Bu özelliği ile de her daim övündü. Adının önündeki “Prof” ünvanının gereği olması gereken sorgulamalardan hep uzak kaldı. O da yarım akıllı imama biat etti. Önüne atılanlarla yetinmesini bildi… Altan biraderler ve Nazlı ablaları; namlunun ucundaki kurşun oldukları için tetikçilerinin sesi oldular ve bunun bedelini yargılanarak ödediler. 75 yaşında bir kadının hapiste olup olmaması umurumda bile değil. Altan’lar ve Ilıcak’ların sokaklarda başları önde dolaşmaları en büyük cezaları zaten. Bugün dışarıda olmaları, mesleki utançlarının gözlerinin ışıkları sönünceye dek boyunlarında asılı kalmasına engel olamayacak. Ancak unutmayın ki onlar yalnız değillerdi. Bugün Fetullah düşmanlığında birbiri ile yarışan gazetelerin pek çoğu, Taraf kadar olmasa da, aynı geçmişin izlerini arşiv ciltlerinde taşıyorlar. Sonsuza kadar da taşımaya devam edecekler…