Hikâyeleri hüzün kokan İmralı mahkûmlarından birkaçı - 1

“Duysun bütün zalim ağalar / Bundan böyle kırk canlı çocuk doğuracaklar / Kocasını astığınız kadınlar ... Çalışın çocuklar!”
Mutahhar Şerif Başoğlu’nun gerçek kıldığı İmralı Sosyal Sanatoryumu’nda bulunan mahkûmların hikâyeleri de son derece hüzünlüdür. Onlar toprağı, denizi çok seven, çalışarak kendi güzelliklerini keşfeden insanlardır. Varsın hikâyeleri hüzün koksun, ne çıkar? 
Hadi, İmralı Adası’nın insan manzaralarına bakalım biraz. Çoğu adam öldürmüş olan bu mahkûmların, kalplerine doğru dikelim gözlerimizi. O kalplerdeki üşümüş bir serçe yavrusunun telaşına ortak olalım. Sonra da az biraz ve en dürüst kalbimizle, suçun olduğu bir toplumda,  ‘ben suçsuzum’ deyip diyemeyeceğimizi, kenara çekilemeyeceğimizi, bunun nasıl büyük, nasıl külli bir saçmalık olacağını, bundan nasıl kurtulabileceğimizi düşünelim… Bir de masumiyeti düşünelim, toplumun bir parçası olmayı, bu oluşun bizi nasıl sorumluklara davet ettiğini, harekete geçmezsek, 21. yüzyılda barbarların işgaline ortak olacağımızı falan... Doğruyu bilip harekete geçemiyorsak, eksiğimizin cesaret olduğunu düşünelim. Orada da durmayalım, bir şey yapalım, bir şey yapalımve güzelleşelim!  
Mudanyalı Balıkçı Ahmet’in Hikâyesi
-    Ne yapayım, yaptık işte, elimize kan bulaştı, oldu bir kere! Sarhoşluk akıl makıl dinler mi?
-    Kaç senen kaldı?
-    Dört buçuk senem daha var.
-    Nerelisin?
-    Mudanyalıyım. Bana Balıkçı Ahmet derler. 
Sonra hüzünlü bir sesle anlatmaya başlar Ahmet:
-    Yerimiz yakın ama ne onlar gelebiliyorlar, ne de ben gidebiliyorum Mudanya’ya. Ne yaparsın, başa geldi, çekeceğiz! Yedi sekiz senedir içerdeyim. İki çocuğum var, ellerinden öperler. Büyük olan şimdi dokuzuna girdi herhal. Haber geliyor bazı bazı, Mudanya mektebine yazılmış benim oğlan. Küçük olanın yüzünü bile hatırlamıyorum; bebek işte! Bütün bebekler birbirine benzemez mi? Bu yüzden ne zaman gülen bir bebek fotoğrafı görsem gazetede falan, o fotoğrafa bakar bakar ağlarım.
-    Onları özlüyor musun?
-    Özlemem mi hiç! Hiç özlenmez mi evlat, onlar canımın çiçekleri, özlüyorum tabiî… Ama aklımda bıçak gibi bir soru da var her zaman. Bizimkiler fakir çocuklar, nasıl okutulur ki fakir çocuklar, kim okutur ki onları? Ama çocuklarım okusun istiyorum ben, zihni güneş gibi parlak olsun onların, can almasın, can katsınlar hayata, onlar hapis görmesinler babaları gibi!
-    Hiç merak etme sen Ahmet, devlet hiçbir çocuğunu açıkta koymaz. Okur elbet senin çocukların da! Devlet neden vardır?
-    Okuturlar mı sahi?.. Sahi mi?
Aniden sanki bir bardak, taş zemine çarpmış da parçalanmış gibi, mahkûm ve gazeteci aynı anda utanırlar birbirlerinden, yere dikerler gözlerini, tuz buz olmuş cam kırıklarına. Belli ki, bazı kırıklar yerden sıçrayıp kaplerine saplanmıştır… Sonra neden, pek efendi, pek usulca ve kanayan bir sesle sorar sorusunu gazeteci. Bu öyle bir sestir ki, sesinde yeşil başlı ördekler kayar gibi yüzmektedir.
-    Buradaki yaşayışınızdan memnun musunuz Ahmet?
-    Beni Bursa Hapishanesi’nden getirdiler buraya. Buraya gelene kadar çok sinirliydim. Benim mahpusluk hiç bitmeyecek, beni ifrit eden birine şişi sokacağım sanıyordum. Ama buraya bir geldim… Bir geldim İmralı’ya, sanki evimdeyim, bir rahatlıyıverdim, hiç sorma! Sinir minir kalmadı bende. Deniz beni adam etti.
-    Eksiğiniz var mı peki?
-    Ahhhh, yok! Yok ama… 
-    Ama?
-    Burada çok serbestiz. İstediğimiz saatte çıkıyor, tekmil adayı dolaşabiliyoruz. Hatta yaz günleri koğuşa bile girmiyoruz… Her şey iyi hoş da, ne zaman Mudanya tarafına baksam; şimdi köyümde olsam diyorum, köyümde olsam da, eşşek gibi sabahtan akşama kadar çalışsam, akşam olunca da çoluğumun çocuğumun arasında bacaklarımı uzatıp, bir cigara tellendirsem… İçim dumanlanıyor Mudanya tarafına bakarken… Bakmayayım diyorum ama… olmuyor, bakmadan duramıyorum, gene bakıyorum.
-    Bülbül de öyle değil mi Ahmet? Altın kafese, yaldızlı odalara koysalar ne olacak, ah çekip, çalı çırpının içini özlemez mi o da? 
-    Ben balıkçıyım, bülbülü bilmem. Mudanya’dayken, yani içeri düşmezden evvel balık ağlarım ve kayıklarım vardı. Benim en büyük zevkim de odur yani, deniz, balıkçılık… Ahhh, ne güzel olurdu burada da sekiz on kayıklık bir filo olsaydı, belki Mudanya tarafına bakınca, kayan bir yıldız gibi bu kadar içim akmazdı o zaman, daha çok gülümserdi çatlamış, buruşuk yüzüm.
-    Ama burada da kayık var?
-    Var elbet, ama bir tane… Olsun, ona da şükür! Alimallah, onunla bile dünyanın balığını, istakozunu tutuyorum burada. Barbunya, sardalya, uskumru, artık nasibimiz neyse onu! Buradaki hiçbir kardeşimi balıksız bırakmıyorum ya, o yüzden çabuk dağılıyor içimin dumanı!
-    Biliyor musun, yakında buraya da bir kayık filosu kuracaklarmış? Öyle duydum.
-    Ya evet, biz de duyduk. Denizi de tarla gibi sürecekmiş Mutahhar, o çok çalışkan, dediyse yapar. Bugüne kadar gece demedi, gündüz demedi hep yanımızda durdu. Her dediğini de yaptı. Çocuk yaşta ama yüreğinde bir Allah var sanki onun. O konuşunca, gökteki yıldızlar, denizdeki balıklar, havadaki kuşlar durup onu dinliyorlar. Biz de dinliyoruz onu, onun samimiyetine inanıyoruz, onu seviyoruz hepimiz. O çok namuslu, o bizden biri! 
-    Filo kurulunca sen kim bilir nasıl sevinirsin değil mi?
-    Ne diyorsun! Dünyanın balığını tutarım kardeşlerim için. Bize yettiği gibi, burada tuttuğumuz balıklarla mükemmel bir konserve fabrikası bile kurar, dışarıya da satarız.
Konuşmanın bu yerinde, Mudanyalı balıkçı Ahmet yürüyerek deniz kenarına gider. Denize sallanmış bir ipi çekerek, denizden yedi sekiz kiloluk bir istakoz çıkarır.
-    Demek yemekte bize ikram ettiğiniz o nefis barbunyaları da siz tuttunuz?
-    Elbet biz tuttuk, kendi elceğizlerimizle…
Bir an çaresizce antenlerini oynatan istakoza bakar gazeteci ve balıkçı. Sonra gazetecinin yüzüne bakmadan anlatmaya başlar Mudanyalı balıkçı:
-    Geçenlerde Mutahhar müdür buraya gelmişti yine. Burada kalmıştı. Onu götürmek lazım gelince iş bana düştü. Şu gördüğün tek sandala müdürü oturttum, asıldım küreklere. Onu çabucak Mudanya vapuruna yetiştirip geri döndüm. 
-    Peki son bir şey soracağım Ahmet, siz burada eğlenceler yapıyor musunuz kendi aranızda? Şarkı türkü, tiyatro yaptığınız biliyoruz. Başka şeyler de var mı? 
-    Olmaz olur mu? Biz burada düğün alayı da yaparız bazı bazı…
-    Düğün alayı mı? 
-    Evet, yaparız bazen. Bizim burada bir Karaoğlan’ımız var. Bir sıpa! Yani merkep… Onu süsler, püsler, üstüne de bir arkadaşımızı oturtur, davul zurna çala çala gelin almaya gideriz adanın öbür yanına. Gelin yok ama bir arkadaşımız gelin olur, onun başına da buğday sepeleriz. Eğleniriz işte kendi kendimize.
-    Çok hoşmuş bu! Ya cezalar? Mutahhar müdürün size kestiği cezaları var mıdır?
-    Birkaç tane var. En zoru, şu Atatürk Tepesi var ya, kim arkadaşını soyadı ile çağırmazsa, aha da o tepeye kadar koşup gelecektir. Bizi medeni insan yapmak için böyle bir şey yapmamızı istiyor Mutahhar müdür, bunu bildiğimizden şaşırıp da söylediğimizden kelli, hepimiz birbirimizi soyadımızla çağırmaya alıştık artık… Bir de kötü söz ya da çekişme yapanlara kelebek avlama cezası vardır. Kelebek avlayacağım diye koşup durur bazıları…
Balıkçı ve gazeteci yamalı yamalı gülümserler birbirlerine” (Son Posta gazetesi, 29 Eylül 1936, Salı, Gazete Yayın no: 2214, Sene: 7, İzzet Kolay’ın “Cemiyete Faydalı İnsan Yeiştiren Hapishane” başlıklı haber yazısından esinle, bu dosyanın yazarı tarafından diyalog haline getirilerek, s. 5) 
Kleptoman, Çoban Deniz, Bir de Değirmenci Necip Usta’nın Hikâyesi 
Gazeteci Selâhattin Güngör, Vatan gazetesi için İmralı’da bir röportaj yapar. 29 Eylül 1936 günü sözü edilen gazetede yayınlanan röportajında, bir yanımızı utançtan kıpkırmızı eden, diğer yanımızı gururdan ağlatan bazı tümceler vardır. Bir insanın kalp temizliğine dair tümceler! Şimdi okuduklarımıza inanamıyorsak, o zamanki duyarlılığa asırlarca uzakta kalmış bir sürgünün hüznüyle bakarak hayıflanıyorsak ya da hayıflansak da hâlâ harekete geçip, hiçbirşey yapmıyorsak (da)… bu tümceler; Çoban Deniz’in, Değirmenci Necip Usta’nın ya da adı anılmayan kleptoman bir mahkûmun sözleridir, kıymık gibi içimize batar. Kim ne derse desin; masumiyet / samimiyet aptallık değildir; birine inanmak ya da güvenmek bir insanın en temel ihtiyaçlarındandır. O yüzden bizi birbirimize kırdırıyorlar ya, artık uyansak ya! Sevsek ya birbirimizi, yalanı geldiği cehenneme geri göndersek ya! Korkunç yüzlü cehaletin bencilleri olmak için değil, birbirimizi tertemiz sevmek için dirensek ya! 
“Nakışlı bir tavan… Duvarlarda Atatürk’ün, İnönü’nün, Saraçoğlu’nun çerçevelenmiş resimleri… Yerde nefis bir Anadolu halısı… Ortada yuvarlak bir masa… Ve köşelerde geniş, rahat koltuklar… İmralı hapishanesinin idarecilerine mahsus salonunda oturuyoruz (…) Elime bir albüm aldım, karıştırıyorum. Mutahhar, albümdeki fotoğraflardan birini gösterdi. İki İmralı mahkûmunun ellerinde çiçek demetleriyle yan yana çektirdikleri bir fotoğraftı bu… Mutahhar izahat verdi:
-    Attila ve Deniz… İmralı’ya ilk getirilen mahkûmlardan. Onlara bu soyadını biz verdik. Deniz şimdi başka hapishanede, Attila burada kaldı. Memleketinde çobanlık eden Deniz’in çok masum bir hali vardı. Sözü geçtikçe bir iftiraya kurban gittiğini söylerdi. Kalabalıktan bu çocuk kadar kaçan bir insan görmedim. Kendisini kalabalık bir düğün evinde işlenen cinayetten mesul tutmuşlar. O günden beri, üç arkadaşın biraraya geldiği toplantılara girmez. Bir gün ona: “Deniz, yavrum, niçin sen de ötekiler gibi gülüp eğlenmiyorsun?” diye sordum. 
Başını yere eğerek:
-    Beyim, dedi, ben insan arasına ömrümde bir defa karıştım. Başıma bu haller geldi. Sen bana iyilik edeceksen, şu davarları ver de, gidip dağın başında otlatayım!
Sonra gazeteciye, başka bir mahkûmun hikâyesini anlatır Mutahhar Şerif.
-    Adı lazım değil, bir başka mahkûm hatırlarım. Lombroson’un tarif ettiği tiplerden biri değildi. Tabiatın suç işlemeye mahkûm ettiği bir zavallı!.. Bana kendisini; “İşte üzerinde etütler yapılacak bir mücrim” diye tanıtmışlardı. Vakıa; onun çok geçmeden birkaç hırsızlığını yakaladık. Bir defasında hiç unutmam; yeni kesilmiş bir koyundan kocaman bir parça et çalmış, onu çalılar arasına saklamıştı. Eti sakladığı yerden çıkarttım, kendisine gösterdim. Yaptığı işin pek ayıp bir şey olduğunu hatırlatarak, “Bugünden itibaren hiçbir arkadaşın seninle konuşmayacak!” dedim. Bu medeni cezanın mahkûmlar için pek tesirli bir ceza olamayacağını zannedersiniz değil mi? Bilâkis, arkadaşlarının ona sırt çevirmeleri, hiç kimsenin yüzüne bakmaması, Lombroson’un bu karakteristik suçlu tipini bile yumuşatmaya kâfi geldi. Bir gün odamda oturuyordum. Onun ağlayarak içeri girdiğini, ayaklarıma kapandığını gördüm. “Ben ettim, sen etme” diye yalvarıyor, “Aç kalayım, susuz kalayım, yalnız izin ver, arkadaşlarım benimle konuşsunlar. Bu yalnızlığa dayanamıyorum artık!” 
Kendi kendime şu düşünceye vardım: Jandarma süngüleri himayesinde, kelepçeli elle dolaşmayı hakaret saymayan bu dört hapishaneden kovulmuş adam, sadece arkadaşlarından ayrı düştü diye gözlerinden sicim gibi yaş akıtıyordu. Şüphe yok ki, ruh hastaları için bu, bir şifa başlangıcı idi. Ölüme mahkûm hastasının, ansızın nekahat devresine girdiğini gören bir hekim kadar sevindim.”
Mutahhar Şerif’in gerçek kıldığı İmralı mucizesi, sadece bir avuç suçlu insanın ıslahıyla ilgili değildir. O İmralı’da yeni bir hayat kurmuştur, ucu yıldızlara uzanan bir güven merdiveni dayamıştır gökyüzüne, masal tadında bir sevgi hikâyesi yazmıştır; hem de doğrudan insanların yüreklerine…
İmralı mahkûmlarının yaptığı ve Adalet Bakanı Saraçoğlu’nun babasının adını verdikleri çeşmeyle ilgili de hayli ilginç bir bilgi vardır. Bu bilgi, Başoğlu’nun İmralı Sosyal Sanatoryumu’nu kurarak nasıl bir dünyanın kapısını açtığını göstermesi adına çok önemlidir. 
Bursa Savcısı Cemil Bey, kum sancılarına ve böbrek rahatsızığına iyi geldiği söylenen Saraç Ahmet Çeşmesi’nin suyundan numune alarak İstanbul’a gönderdiğini Bakan Saraçoğlu’na söylediği sıra, Mutahhar Şerif araya girerek birkaç şey daha ekler bu bilgilendirmeye:
-    Mahkûmlar arasında böbrekleri bozuk olanlar vardı. Hepsi iyileştiler. “Efendim bu su, yaman bir su, iştahımızı büsbütün açtı” diyorlar… İlk günlerde birer ekmek veriyorduk. Yetişmediğini görünce, birer buçuk ekmeğe çıkardık. Bu gidişle iki kilo ekmek bile az gelecek! Tuttuğum deftere göre, bir sene içinde 7 - 8 kilo alanlar pek çoktur.
Bir de Değirmenci Necip Usta’nın hikâyesi vardır ki, yüzümüzdeki gülümsemeyi donduracak kadar insancıl bir hikâyedir.
“Değirmenci, adı Necip Usta… 75’lik bir adam… Artık mahkûm değil ama adaya o kadar ısınmış ki, ayrılmak istemiyor. Bize değirmenini methederken:
-    Dinim, imanım ürüzger… Ürüzger oldu mu, bu değirmene zahre mi dayanır müdürüm? 
Bir gün, Mutahhar, Değirmenci Necip Usta ile şakalaşmak istemiş. 
-    Necip Usta, gel sana ceza yazalım da burada kal! demiş. 
Necip Usta hemen razı olmuş. 
-    Kaç sene keseceksin cezayı?
-    Biliyorsun, İmralı’da kalabilmek için en az dört sene ceza yemen gerek! Bu durumda-
-    Aman, etme gitme müdür efendi, pek çoğumuş yaavv… Benim kaç günlük ömrüm kaldı ki! Gel şunun iki yılını bağışla!” 
Gülüşmüşler.
Son bir hikâye daha anlatıp, yazıyı bitirmeyi; ama bu minicik hikâyenin de çiçek kokmasını istedik.
Kameliyenin önünde çiçekleri sulayan bir mahkûma adını sorar gazeteci. Kısa bir cevap alır sulama yapan mahkûmdan: “Unutkan!”… Gazeteci, sessizce yanındaki başka bir gazeteciye, “Acaba neden Unutkan adını vermişler bu mahkûma?” diye sorunca, Mutahhar Şerif bunu duymuş ve yanıtı o vermiş: “Geçmişini unutması için!”