Mazlum VESEK/EGE TELGRAF- Türkiye’nin 11 ilinde hayatın tek ve gerçek gündemi hâlâ deprem. Ve yıllarca hayatlarından eksik olmayacak kelime de “deprem” olacak. Depremin ilk dakikasından bu yana 11 kentle bağımı kesmedim ve yola çıkmak için uygun zamanı bekledim. Televizyonlarda ve gazetelerde gördüklerimizin gerçek olduğuna eminiz, yine de insanın bu ağır felaketi aynı sınırlar içinde yaşadığı insanlara kondurmayan yanı ağır basıyor. İnsan, dinlediği ve izlediği her şeyin bir kâbus olmasını istiyor. Oysa, bir kâbusu aynı anda milyonlarca insan göremez. Otobüsümüz Dörtyol’a girdiği andan itibaren gözümüze çarpan yıkıntılar sözünü esirgemeden olup biteni anlatmaya başlıyor. Sıra İskenderun’a geldiğinde yolun sağında ve solunda komşuluğunu zorunlu pekiştiren yıkık binalar meseleyi daha da net anlatmaya başlıyor.

ÜÇ SAAT TRAFİK

Otobüsle 15 saatte varılacak olan Hatay’a, İskenderun’dan sonra ulaşmak zorlaşıyor. Yaklaşık üç saat sıkışık bir trafik bizi bekliyordu. İlkin gözüme Meram Belediyesi’nin çöp arabası çarpıyor. Ardından farklı firmaların hafriyat taşıyan kamyonları tozu dumana katan kasalarıyla yanımızdan geçiyor. Hataylılar hâlâ göç yollarında. Bir yandan memleketlerine, hatıralarına geliyorlar bir yandan kurtarabildiklerini yanlarına alıp yollara düşüyor. Hatay plakası dışında da araçlar görüyoruz. Hem de çokça. İnsanlar, yakınlarının yardımına koşuyor. Bagajlar, doldurulabildiği kadar doldurulmuş. Serinyol’a varmamıza az kala yana yatmış yıkık bir mağazanın önündeki yazı gözüme çarpıyor: “Mobilya yenileme günleri”. Yazının altında belirlenen günler var. Ne yazının ne tarihlerin hükmü var artık. Serinyol’dan Harbiye’ye gitmek üzere araca biniyoruz. Yol kenarlarında seyyar satıcılar gözümüze çarpıyor. Arapça ve Türkçeyi birbirine katarak konuşan mihmandarımız Fuat Amca arabayı bir kenara çekip “Tatlı yiyelim” diyor. Seyyar satıcıya nasıl selâm vereceğime karar veremiyorum bir an. “Geçmiş olsun?”, Hayırlı işler?”, “Merhaba?”. Bir anda çok az bildiğim Arapça ile “Kolay gelsin” deyiveriyorum. Harbiye’de Selman Nasır Eskiocak İlkokulu’nun bahçesinde kurulan çadır alanına varıyoruz. Kartal Belediyesi burada çadırlar kurmuş. Sabahları çorba, akşamları yemek dağıtıyor. Okul bahçesinde gönüllüler var. Yemeği onlar dağıtıyor. Okulun bazı sınıfları depoya çevrilmiş. Gönüllüler her gün ihtiyaç sahibi Hataylılara imkânlar ölçüsünde yardımcı oluyor. Yemek yemeyi, dinlenmeyi düşünmeden sokaklara düşüyorum. Kentte depremden etkilenmeyen bina yok gibi. Bir umut uzakta sağlam olduğunu sandığınız binaya yaklaştığınızda yine aynı yıkıcı etkiyi görüyorsunuz.

KESİF KOKU

Hiçbir balkonda asılı elbise yok. Perdeleri sıkı sıkı çekilmiş evlerde bir ışık yok. Hareketlilik yok. Bir zamanlar bu kentte bir hayat yaşandığına inanmak mümkün değil. Polis arabaları ve tek tük özel araçlar görüyorum. Caddelerdeki en büyük hareketlilik durmadan hafriyat taşıyan kamyonetler. Sokaklarda kesif bir koku var. Enkazdan çıkan tozlar genzimi yakıyor. Maske takarak dolaşmaya başlıyorum. Akşam karanlığı çöktüğünde Harbiye Şelalesi’ne doğru dönüyorum. Atatürk Parkı’na varana kadar sağlı sollu yıkılmış binalar…Kimisinin pencere kenarında bir bardak var kimisinin bir saksı ya da biblo. Yarıda bırakılmış su ve çay bardakları… Enkaza dönmüş çok az binanın çevresine emniyet şeridi çekilmiş. Öyle ki kaldırımlarda değil orta refüjde yürüyorum. Binalara yaklaşmanın tehlike saçtığı Hatay’da insanlar artık enkazla iç içe bir hayat sürdürüyor. Atatürk Parkı civarında beni bulan Hataylı dostum Zeki’ye “Bu kent, bu insanlar nasıl kendine gelecek?” diye üzüntüyle dolu bir soru soruyorum. Zeki, “Biz kendimize gelmek istemiyoruz. Eski biz çok iyi değildik ki bunca ölüyü, kaybı bağrımızda taşıyoruz. Bir felakette bir daha bunları yaşamamak için yeni bir biz yaratmak istiyoruz” diyor. Aklıma mobilya mağazasındaki yazı geliyor. Hatay, üç beş eşyayı değil hayatı yenilemek için elleriyle toprağa basıp doğrulmaya çalışıyor. Akşam iyice çökünce çocuklara masal anlatmak ve şiir okumak üzere okul bahçesine dönüyorum. Kalan günlerde Hatay’ın farklı noktalarına gitmeye çalışacağım.