Son yıllarda bizi biz yapan ortak paydalarımızdan ne kadar uzaklaştık farkında mısınız? “Kederde, tasada, kıvançta bir olma” özelliğimiz giderek daha çok sorgulanır oluyor. İstiklal Marşımız, bu ort...

Son yıllarda bizi biz yapan ortak paydalarımızdan ne kadar uzaklaştık farkında mısınız? “Kederde, tasada, kıvançta bir olma” özelliğimiz giderek daha çok sorgulanır oluyor. İstiklal Marşımız, bu ortak paydalarımızdan –belki de- en sonuncusu. Tam 100 yıl önce, 12 Mart 1921’de kabul edilen İstiklal Marşı’mızın ilginç öyküsünü aktarmak istiyorum sizlere… Osmanlı hayranı okurlarımı hayal kırıklığına uğratmak istemem. Ancak Cumhuriyete gelinceye kadar bir milli marşımızın bile olmadığını hatırlatmak isterim. Evet şaşırmayın, yoktu… Sebebi basitti. Çünkü “kul” olmaktan “yurttaş” olmaya, “tebaa” olmaktan millet olmaya evrilememiş bir toplumduk. Osmanlı döneminde padişah marşları ile vaziyeti idare ediyorduk. Sultanlara yalakalık yapmakta adeta birbiri ile yarışan bu deli saçması marşlar, sadece saraylarda çalındığı için zaten halk tarafından da bilinmezdi. HAMSİ KOYDUM TAVAYA MARŞI Bu yüzden sık sık zor durumlara düşer ve halk türkülerimizi veya ilahilerimizi milli marş diye okuyarak, muhataplarımıza yutturmak zorunda kalırdık. Mesela… Bir futbol takımımız uluslararası karşılaşmada, “Bizim milli marşımız yok” demeye utandığı için, “Hamsi koydum tavaya / zıpladı gitti havaya” türküsünü milli marş diye okumuş; tribünleri ayakta selama durdurmuştu. (*) Ve en acıklı örnek: Yıl 1911.. Sultan 5’inci Mehmet Reşat, kendi adına yapılan geminin denize indirilme törenine katılmak üzere İngiltere’de bulunuyordu. İngiltere milli marşından sonra sıra Osmanlı marşına gelince şaşkınca birbirlerine bakan heyetimiz, “Entarisi ala benziyor; şeftalisi bala benziyor” türküsünü milli marş olarak okumuştu... Bütün tersane ayaktaydı ve İngiliz Şeref Kıtası selama durmuştu! Daha acıklı bir durum vardı. Bizim heyet, bu türküyü bile aslına uygun şekilde okuyamamış, kendisine benzetmiş, sözlerini “Entarisi ala benziyor; Sultan Reşat bana benziyor” diye değiştirmişti. Nasılsa İngilizler’in bu gülünçlüğü fark etmeyeceklerini düşünmüşlerdi herhalde… Bir başka şamata ise Almanya’da yaşanmıştı. Rusya’da esaretten kurtulan Türk subaylarının Almanya’da Türk heyetinde teslim töreninde Alman Milli Marşı okunmuş ve sıra Türk Milli Marşı’nın okunmasına gelmişti. TEKBİR’DEN MİLLİ MARŞ OYUNU Başkonsolosumuz Abdülkadır Karamürsel, subayları boy sırasına dizip hepsinin bildiği bir türküyü milli marş olarak okutmak istemişti. Ama bir terslik daha vardı. Bizim subayların hepsinin bildiği bir türkü bile yoktu. Ne yapacaktı Sayın Başkonsolos? Vaziyeti kurtarmak için Itri’nin ünlü Tekbir’ini milli marş olarak okutmuş ve bütün salonu “Allahü Ekber” sesleriyle çınlatmıştı. 23 Nisan 1920’de TBMM’yi açarak egemenliği gökten yere indiren Mustafa Kemal ve arkadaşları, bir milli marşımızın olması yönünde fikir birliğine sahipti. Bu nedenle, Türk milli marşı olarak “İstiklal Marşı” adıyla yaptırılacak marşın hazırlıkları için dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi beye vazife verildi. Önce şiir seçilecek, sonra beste yarışması açılacaktı. 724 ŞİİR ARASINDAN SEÇİLDİ Duyurusu yapılan yarışmaya, yurdun dört bir yanından 724 şiir katıldı. Jüri bu şiirlerden yedi tanesini seçti ve broşür olarak bastırarak milletvekillerine dağıttı. 12 Mart 1921 günü Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında toplanan TBMM, aynı zamanda Burdur Milletvekili olan Mehmet Âkif'in şiirini milli marş olarak bestelenmek üzere seçti. Bu şiir, Hamdullah Suphi Bey’in gür sesiyle defalarca okundu. Milletvekilleri gözyaşları içinde dinleyerek alkışladılar. Bu muhteşem dizelerin sahibi Âkif’e, o yıllar için çok büyük bir meblağ olan 500 lira ödül verildi. Bu ödüle elini bile sürmeyen Mehmet Âkif, ödül parasını cephede savaşan Mehmetçiklerin ihtiyaçlarının karşılanması için bağışlamıştı. Ancak şiiri marş olarak bestelemek için açılan yarışma, güfte kadar itibar görmedi. Yarışmaya 24 besteci katıldı. Bunların önemli bölümü alaturka şarkı bestekârıydı. Ahmet Cemalettin Çinkılıç, Ahmet Yekta Madran, Ali Rifat Çağatay, Asım Bey, Bedri Zabaç, Hasan Basri Çantay, H. Saadettin Arel, Muallim İsmail Hakkı Bey, İsmail Zühdü, Kazım Uz, Lemi Atlı, Mehmet Baha Pars, Mustafa Sunar, Rauf Yekta, Saadettin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör bestelerini yarışmaya gönderdiler. O sırada Kurtuluş Savaşı iyice kızıştığı için, besteciler yarışma sonuçlanmadan kendi muhitlerinde kendi marşlarını, sanki milli marşmış gibi okutmaya başlamışlardı. Örneğin Trakya'da milli marş olarak Edirne Lisesi müzik öğretmeni Ahmet Yekta Madran’ın bestesi okunuyordu. İzmir'de milli marş olarak İzmir Lisesi müzik öğretmeni İsmail Zühdü Bey’in bestelediği marş okunmaktaydı. Öğrenciler bu marşı söyleyerek Kordon’da yürüyorlardı. Eskişehir ve Ankara’da ise Zeki Üngör’ün bestesi milli marş olarak çalınıp söylenirdi. Şaka gibi ama İstanbul'un Avrupa yakasında Zati Arca’nın bestesi, Kadıköy tarafında ise Ali Rıfat Çağatay’ın acemaşiran makamında ünlü bestesi milli marş olarak okutulmaktaydı. Meraklı okurlar, bu ilginç besteleri internetten dinleyip şaşırabilirler. BESTE TAMAM AMA BİR SORUN VAR Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi halk tarafından daha fazla beğenilmişti. 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında Gazi’nin huzurunda Kongre Başkanı Kazım Karabekir, bu marşı okutmuştu. Dinleyenlerin takdirini toplamış ve Gazi’nin emriyle resmi milli marş seçilerek 1930 yılına kadar milli marşımız olarak icra edilmişti. 1930'dan sonra ise Zeki Üngör'ün bestesi, milli marş olarak seçildi ve günümüze kadar okunmaya devam ediliyor. Zeki Bey marşımızın bestesini, Mustafa Kemal’in süvarilerimizin İzmir’e girişi üzerine duyulan akıl almaz milli heyecanla hemen ertesi gün (10 Eylül 1922) yazmıştı. Ancak bir sorun vardı. Zeki Üngör marşı sözsüz olarak bestelemiş, daha sonra Mehmet Âkif'in şiiri üzerine uygulamıştı. Bu yüzden prozodi olarak tanımlanan ses ve söz uyumsuzluklarına çok sık rastlanıyordu. Sözgelimi bugün bile İstiklal Marşı’mızın söylenmesini zorlaştıran uyumsuzluklardan biri, “O benim milletimin yıldızıdır ancak” dizesinde somutlaşıyordu. Ve 100 yıl sonra bugün… Gururla, mutlulukla, kıvançla, aşkla okuduğumuz Milli Marşımız, Türk’ün emperyalizme karşı direnişini ve yıkılmaz satvetini yansıtan dizelerden oluşuyor. Yazanını da besteleyenini de rahmetle anıyoruz… (*) Kaynak, Ethem Ruhi Güngör, Türk Marşları, Basım Yılı: 1966 MUHAFAZAKÂRLARIN GÖRMEK İSTEMEDİĞİ MEHMET ÂKİF ERSOY Ve meraklısı için küçük bir not: Bu yılın İstiklal Marşı’mızın kabulünün 100’üncü yılı olması nedeniyle “İstiklal Marşı Yılı” olarak ilan edilmesi, elbette hepimize ayrı bir gurur yaşatıyor. Fırsat bu fırsat, 2021 yılının Mehmet Âkif’in bilinçli olarak gizlenen tam bağımsızlıkçı, Kuvayı Milliyeci ve antiemperyalist yönünün daha iyi anlaşılmasına fırsat tanımasını diliyorum. Bizim muhafazakâr vatandaşların pek çoğu ya bilmez ya da işine gelmez ama vatan şairimiz Mehmet Âkif, “Allah benim ömrümden alıp ona versin” diyecek kadar Atatürk aşığı bir adamdır. Cumhuriyet döneminde Türk siyasetinin en tepesine kadar yükselen sözde muhafazakârlar arasında, Mehmet Âkif nefretini gizlemeyen, hatta oğlu Emin Ersoy (ki oğlunun adı ünlü gazeteci Emin Çölaşan’ın dedesi Emin Bey’den gelir) ve torunu Selma Argon’a her türlü hakareti yapacak kadar küstahlaşanlar da vardır. İstiklal Savaşı’mız sırasında Balıkesir Zağanos Paşa Camisi’nde verdiği vaazın, tüm çocuklarımıza mutlaka okutulması gerektiğini düşünüyorum. Bugün cami minberlerinden Atatürk’e lanet okuyan yarım akıllı din simsarlarını gördükçe, bu koca yürekli adama olan hasretimiz daha da artıyor. Allah bir daha milletimize İstiklal Marşı yazdırmasın. Ruhu şâd olsun…  

ÖLÜMLE DANS DEVAM EDİYOR!

25 Ocak 2021 tarihli Ege Telgraf’ta “Ölümle Dans” başlığı ile akıllara zarar bir durumu okurlarla paylaşmıştık. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi binası Kuzey Kapısı’nın hemen karşı kaldırımında yer alan ve 30 Ekim Depremi’nde ağır hasar gören iki binanın altındaki otomobil servisi çalışmayı sürdürüyor, her gün onlarca insanımız adeta ölümle dans ediyordu. Artçı depremlerle hasarlar her geçen gün büyüyen ve adeta üflense yıkılacak hâle gelen binaların önünden her gün onlarca hâkim ve savcının geçtiğini de anımsatmıştık… Haberimiz ses getirmiş, Konak Belediyesi ile Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü harekete geçmişti. Numarataj hatası nedeniyle, iki binanın da “ağır hasarlı binalar” listelerinde yer almadığını belirten Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Ömer Albayrak, konuyu ivedi şekilde İzmir Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı’na ilettiklerini ve binaları acil yıkım yapılacak listesine aldıklarını söylemişti. İzmir’in ünlü incir tüccarlarından Efraim Kohen’in sahibi olduğu binalar, bir depremde yıkılmadıkları takdirde bir ay içinde Valilik tarafından yıkılacak, yıkım masrafları mal sahibine rücu edilecekti. BİR AY GEÇTİ HÂLÂ AYAKTA Aradan bir aydan fazla süre geçti. Binalar hâlâ yıkılmazken, altında hizmet veren otomobil servisi tıklım tıklım dolu şekilde faaliyet göstermeye devam ediyor. Akıllara durgunluk verecek bir vurdumduymazlıkla hem de… 1587/1 sokakta bulunan ve Konak Belediyesi tarafından etrafı tel örgü ile çevrilerek insanların yaklaşması engellenen iki binadan, her artçı sarsıntıda beton parçaları dökülüyor. Bize de soruları tekrarlamak düşüyor: Kolonlarındaki patlaklar çıplak gözle seçilecek kadar derin, orta şiddetteki bir depremde bile yerle bir olması an meselesi olan bu binalarda yaşanabilecek olası facianın sorumlusu kim olacak?  

AMAN DEVLET BEY, GENÇLERİN GELECEĞİ İLE OYNAMAYIN…

Okurlarımız, bu sütunlarda Türk basınının geldiği acınası durumu sürekli sorguladığımızı anımsayacaktır. Özel haberin ve yorumun üretilmediği, on beş gazetenin tıpa tıp aynı manşetle yayınlandığı bir basının sorun yaşamaması, geçtim sorun yaşamasını, toplumda saygı uyandırması mümkün olabilir mi? Olabilemez… MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, gençlerimize “iletişim fakültelerine kayıt olma” çağrısını ve bu çağrının gerekçesini okuyunca gözlerime inanamadım. “Medyayı kuşatma altına almış, yabancı ve yozlaşmış ideolojilere saplanmış gazeteci ve yorumculardan Türkiye’yi arındırmak amacıyla, milli ve şuurlu vatansever gençlerimizi üniversite tercihlerinde iletişim fakültelerini dikkate almalarının milli bir görev olduğuna inanıyorum” diyor Sayın Bahçeli… İŞSİZLİKTE BİR NUMARA Devlet Bey’in sözlerinin adresi tam olarak belli değil. Zira Türkiye’deki yazılı, görsel ve internet basınının yaklaşık yüzde 90’ı; Cumhur İttifakı bünyesinde ortak olduğu hükümetin doğrudan ya da dolaylı kontrolünde olan kurumlardan oluşuyor. An itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nde 209 üniversitede 70 iletişim fakültesi eğitim veriyor. Her sene yaklaşık 11 bin gencimiz mezun olduğu bu fakültelerin bünyelerinde sadece gazetecilik bölümleri bulunmuyor. Ve Türkiye’deki genç işsizler arasında en yüksek oranların başında iletişim fakültesi mezunları geliyor. Gençlerin çok azı eğitim aldıkları alanda çalışırken, ezici çoğunluğu alakasız işler yapmak zorunda kalıyor. Ve kısa bir anımsatma… Bir kişinin iyi bir gazeteci olması için iletişim fakültesi mezunu olması mutlak bir gereklilik değil. Türk basınına damga vurmuş gazetecilerin hemen hepsi, hukuk başta olmak üzere farklı eğitim disiplinlerini almış kişilerden oluşuyor. Ezcümle… Sayın Bahçeli’nin çağrısına uyarak zaten olması gerekenin kat be kat üzerinde mezun veren iletişim fakültelerine kayıt olan gençlerimiz, uzun yıllar alacak, hem kendilerini hem de ailelerini yoracak bir işsizlik sıkıntısı yaşayabilir. Bizden söylemesi…  

Şehit ailelerine acı haberi verenler neler hissediyor?

4 Mart 2021 günü Tatvan’dan gelen haberle yanmıştı yüreklerimiz. Cougar tipi helikopterin düşmesi ile aralarında 8’nci Kolordu Komutanı Osman Erbaş’ın da bulunduğu 11 askerimiz şehit olmuş, yurdun dört bir köşesine şehit ateşi sıçramıştı. Ocaklarına ateş düşen aileler, hayatlarında hiç yaşamadıkları, nesiller boyunca da unutamayacakları bir acı yaşadılar. O ailelere şehadet haberini vermeye giden komutanların yaşadıkları tarifsiz duygulardan etkilenmemek elde değil. Bir komutan, şehadet haberi verirken yaşananları nasıl da etkileyici anlatmış: “Siz oğlu şehit olan aileye acı haberi vermeye gittiniz mi hiç? Hayır mı? Dinleyin o halde: Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bir emir düşer önünüze. Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür. “Yarabbim” dersin, “Dağa çıksam, üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem...” Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkaya, düşersin yola. Vatandaş da öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç, arkada bir ambulans ile geliyorsa bir eve ateşin düştüğünü... Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin. İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar... Varırsın köye... Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, “Aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun... Bütün köy donmuştur adeta... Herkes büyülenmiş gibi izler seni. Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı. Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün. Ayakların geri geri gider. Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar. Bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Sonra atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa... Öyle bir vurur ki yere, zelzele oluyor sanırsın. Konu komşu yığılır, bin feryat bin figana karışır, dersin ki kıyamet budur… Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar, “Yaralı değil mi komutan?” der… Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin... Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın... Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile... Baba... Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar... Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya garkolmuş bir gururla, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun şehit babasıyım ben” dediğini duyarsın... Kimi içine akıtır gözyaşlarını, kimi de donar kalır... Kimi günlerce konuşamaz, kimi dua eder, kimi beddua.. Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar. Ne şapka kalır başınızda, ne rütbe omuzlarınızda, söker atar... Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar. Gerçekle yüzleşme günüdür. Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye tören mören hak getire. Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar, ne protokol kalır ne düzen. Kimi “Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum” der, görmek istemez naaşını… Kimi de illâ “Göreceğim” der. Gösteremezsin ki… Ya yüzü yoktur ya bacağı. Yanımızdaki bir üsteğmen ya da yüzbaşı elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur. “Kanı yerde kalmayacak” diyerek bitirir konuşmayı... Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar duymaz bile bunu, duysa da inanmaz. Sonuç olarak; orada bir mezar, bir bayrak, bir ana, bir de baba kalır...”   HAFTANIN SÖZÜ Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman vermemiştir. Charles Darwin