15 Temmuz’un üzerinden dört sene geçti. Bir insan için uzun, bir ülke için kısa bir süre bu. Belindeki silahı halka doğrultan, altındaki uçakla vatandaşına bomba atan, sürdüğü tankın namlusunu kendi...

15 Temmuz’un üzerinden dört sene geçti. Bir insan için uzun, bir ülke için kısa bir süre bu. Belindeki silahı halka doğrultan, altındaki uçakla vatandaşına bomba atan, sürdüğü tankın namlusunu kendi insanına çeviren bir hainler ordusunun trajedisini izledik 15 Temmuz 2016 gecesi… Yarım akıllı ilkokul mezunu bir imamın peşinden seyirten bu hain ordusu, sadece askerlerden oluşmuyordu elbette. Onları işgal ettikleri koltuklara oturtan siyasetçiler, omuzlarına yıldızları takanlar da bu işin sorumlularıydı. Ama her nedense bugüne kadar 15 Temmuz’un içinde hangi siyasetçi yer aldı, hangisi yer almadı bilemedik. Asıl kıyametin, bu bilgiyi öğrendiğimiz anda yaşanacağına; gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu olduğuna kuşku duymayın. 15 Temmuz’u daha doğru anlamak için, 73 yıl geriye, 12 Temmuz 1947’ye götürmek istiyorum sizi. Yakın tarihe meraklı olanların çabucak hatırlayacakları “12 Temmuz Beyannamesi”nden söz edeceğim. // DEVLET ADAMI FARKI… 1945 yılında Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklikle Türkiye çok partili siyasi hayata adım atmıştı. Aralarında Adnan Menderes’in de bulunduğu bazı milletvekilleri, CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kurmuşlardı. Türkiye’nin ilk çok partili seçimlerinin yapıldığı 1946’dan sonra siyasi ortam iyice gerginleşti. 1947 yılına gelindiğinde CHP ile DP arasında karşılıklı suçlamalar adeta tavan yapmıştı. Siyasetçiler arasındaki gerginlik halka da yansımaya başlamış, toplumsal ayrışmalar ve ötekileştirmeler baş göstermişti. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü; Başbakan Recep Peker ve DP lideri Celal Bayar’ı Çankaya’ya çağırmış bir zirvede buluşturmuştu. Amacı toplumsal kamplaşmayı artıran siyasi gerginliğin son bulması için sorumlu mevkide olanları uzlaştırmaktı. İnönü gibi adamlar, Osmanlı’dan itibaren toplumsal gerginlik ve ayrışmaların nelere mal olduğunu bizzat yaşamış, görmüş, “kurmay zekâsı olan” devlet adamlarıydı. Ellerinde henüz 24 yıllık genç bir Cumhuriyet vardı. Ve aynı ellerinden kayıp gidiveren Osmanlı’nın hüzünlü sonuna, saltanat mensuplarının hainliklerine, ateşe ve ihanete tanık olmuşlardı. Yaşadıkları bu tecrübe, Türkiye Cumhuriyeti’nin kazasız belasız çok partili demokrasiye geçmesini zorunlu kılıyordu. Bu nedenledir ki 14 Mayıs 1950 seçimlerinde hem CHP iktidarını hem de 12 yıllık Cumhurbaşkanlığını kaybeden İnönü, “Bu mağlubiyet, benim en büyük zaferimdir” diyebilecek kadar feraset sahibi mümtaz bir adamdı. // MUHALEFETE GÜVENCE 12 Temmuz 1947’de Çankaya’da Başbakanı ve muhalefet liderini buluşturan İsmet İnönü, siyasi tarihimize “12 Temmuz Beyannamesi” olarak geçen bir bildiri yayınladı. Buna göre iktidarın muhalefete karşı daha ılımlı, muhalefetin de iktidara karşı daha ölçülü olması gerektiği vurgulanıyordu. Ayrıca muhalefete, faaliyetlerini serbestçe yürütebilmesi için güvence de sağlıyordu. Ve bu beyanname ile İnönü, Türkiye’nin çok partili bir demokrasiye geçmekten başka bir şansı olmadığını açık açık ilan ediyordu. 1947’de tek parti iktidarı vardı. İsmet İnönü partili bir Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, toplumun tüm kesimlerini kucaklamak ve her siyasi harekete eşit uzaklıkta durmaya çalışmak gibi bir gayretin içindeydi. Bayannamesinde de her partiye eşit uzaklıkta, tarafsız bir Cumhurbaşkanı olduğunu vurguluyordu. İşin hazin tarafı, İnönü’den sonra 1950 yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Celal Bayar, aynı olgunluğu gösteremedi. 1960’a kadar süren ve 27 Mayıs ile hazin şekilde son bulan DP iktidarının -özellikle de son yıllarında- Cumhurbaşkanlığı görevinin basiret ve ferasetinden uzak kaldı. Partili Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, diğer parti liderlerine eşit uzaklıkta durmayı beceremedi. Becerseydi, belki de 27 Mayıs darbesi siyasi tarihimizde yer almayacaktı. Gelmek istediğim nokta şu: // YAŞAYANIN ALGILAMASI FARKLI Devlete yapışan ve devletle büyüyen bir asalak cemaatin başımıza sardıklarının bir neticesiydi 15 Temmuz. Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’ten 15 Temmuz 2016’ya kadar iç savaş görüntüsü anlamına gelecek sahneler yaşamamıştı. Evet; iki askeri darbe, bir muhtıra, bir post modern darbe yaşamıştık. Demokrasimiz çok hırpalanmış, çok insanımızın canı yanmıştı. Evet; ASALA, PKK, DHKP-C, IŞİD gibi terör örgütlerinin katliamlarına binlerce insanımızı şehit vermiştik. Ama 15 Temmuz bambaşkaydı. Ülke iç savaşın, belki de parçalanmanın, hatta işgal edilmenin eşiğinden dönmüştü. Bu felaketten almamız gereken dersleri aldık mı? Emin değilim… Ülkeyi tarikat ve cemaat bataklığına boğan gelmiş geçmiş tüm siyasetçiler, kendilerinden beklediğimiz basireti gösteremediler. Yaptıkları büyük hatalarla, koca bir ülkenin ve vatandaşlarının geleceğini riske attılar. // YAZIK OLUYOR O nedenle FETÖ’den paçamızı zor bela sıyırmışken, aynı kafadaki başka cemaat ve tarikatların derinliklerinde kaybolmayalım. Yapmayalım bunu, yazık oluyor. En azından 15 Temmuz gecesi yaşadıklarımızı hatırlayarak, geleceğimizi akıl ve bilimin ışığında inşa edelim… Bundan 73 yıl önce, 12 Temmuz Beyannamesi ile sağ duyu işareti veren yöneticiler, bugün de geçmişte yapılan hatalardan çok önemli dersler almalılar. 2000’li yılların Türkiye’si, başkentinde bombalar patlayan, devletin silahı ile devletin kurumlarına saldıran hasta ruhlu insanların ülkesi olmamalı. Tek çıkış yolumuz, demokrasi… Laik bir hukuk devletinin yasalarıyla teçhiz edilmiş bir demokrasi… Bu duygularla, 15 Temmuz 2016 gecesi hainlerin namlulara sürdüğü kurşunlara hedef olan vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralananlara geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Bu insanların geride bıraktıkları için toplanan 338 milyon liranın da bir an önce hak sahiplerine ödenmesini diliyoruz. BÜLENT ARINÇ’IN GÜLDÜREN NEDAMETİ TBMM Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve Bakanlık yapmış bir isim Bülent Arınç. Halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi. Kendi deyimiyle “yüksek olan özgül ağırlığı”, bugünün AKP’sinde pek fazla itibar görmese de arada sırada kendisini unutturmamak için yaptığı açıklamalara maalesef kulak kabartmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Hazır 15 Temmuz’dan laf açılmışken, Arınç’ın bu gülünç nedamet örneğini kayıtlara geçirelim. FETÖ için, Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi “Masum değiliz hiçbirimiz” diyor Arınç. “Kendilerini bu kadar gizleyen, takiye üstüne takiye yapanlara biz hüsnüzan göstererek bunların güzel yüzlerine aldanmışsak buna ne denecekse denecek, ama bilin ki herkes bunun içerisinde bir kere kendini buldu” diye de devam ediyor. Hukuk diploması olan biri için acınacak bir pişmanlık cümlesi bu. “Herkes bunun içinde bir kere kendini buldu” cümlesi ise “Biz yanacağız, yanımızda başkalarını da yakalım” çocukluğunun ifadesi olsa gerek. Sayın Arınç! Bence sadece kendi adınıza konuşsanız daha iyi olacak. Sizler yarım akıllı imamın etkinliklerinde ağlaya ağlaya yer alırken; bu ülkenin Cumhuriyetçi, akıl ve bilimi kendisine rehber edinmiş milyonları, yani bizler, sizin gibilere gerekli uyarıları yaptık. “Bu ülkeyi cemaat bataklığına sokmayın” dedik. “Bunlar devleti hızla ele geçiriyor, günün birinde demokrasimize kast edecekler” dedik. “Sınav sorularına sahip çıkın, askeri okulların kayıt süreçlerini bunlar ellerinde tutuyor, devlet kendi elleriyle kendisine düşman adamlara maaş veriyor” diye de ekledik… “Kargalar bile gülerdi” değil mi bu uyarılara… Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en parlak beyinleri birer birer çürütülürken, hasta edilirken, intihar ederlerken; bu nedamet belirtilerini gösterseydiniz asgari ölçüde inandırıcı olurdu. Manzara ortada, bu acziyetiniz bile sinirimizi bozmaya kifayet ediyor.   HÜSEYİN MÜDÜRÜM KULAKLARIMIZ HÂLÂ SİZDE Yaklaşık iki ay oldu. Mübarek Ramazan günü İzmir’in iki camisinin hoparlörlerinden Çav Bella şarkısı çalınmış, ülkenin sinir uçlarıyla oynan bir provokasyon servise konulmuştu. Hala bu işin sorumluları bulunamadı. Gözümüz kulağımız hâlâ İzmir Emniyet Müdürlüğü’nde. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Onları en kısa süre içinde bulacağız” açıklamasının gereğini yapması gereken İzmir Emniyeti’nden hâlâ ses seda yok. Yakın tarihimizi bilenler, 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’te Sivas’ta yaşanan katliam girişimlerini hatırlamalı, bilmeyenler ise mutlaka bilgi sahibi olmalı. Belli ki Türkiye üzerine kapanmayan defterleri olanlar hâlâ iş başında. // PEŞİNİ BIRAKMAYACAĞIZ Başta Emniyet Müdürü Sn. Hüseyin Aşkın olmak üzere Emniyet Teşkilatına çok büyük ve tarihi sorumluluk düşüyor. Kuş uçsa haberi olan, en adi suçluları bile kıskıvrak yakalayarak adalete teslim eden İzmir Emniyeti, bu menfur olaydan bu yana üç hafta içinde hangi çalışmaları yaptığını İzmirliler ile paylaşmalı. Türkiye’nin en donanımlı kadro ve teknolojilerine sahip kurumları arasında olan İzmir Emniyeti; bu akıl almaz ve alçakça olayı gerçekleştirenleri, planlayanları ve arka planında yer alan aklı mutlaka ortaya çıkarmalı. Deneyimli bir emniyetçi olan Sn. Aşkın ve ekibinden, Türkiye’yi dehşete düşüren bu olayın faillerini en kısa sürede yakalayarak, adalete teslim etmelerini bekliyoruz. En azından bugüne kadar soruşturmada nasıl bir yol kat edildiği, kimler sorgulandığı, hangi teknik takip süreçleri başlatıldığı sorularının cevaplarının kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor. Bu alçakça provokasyonun peşini bırakmayacağız. Bu alçakları hangi yılan deliğine girdiyse bulunmalı ve Türk adaletine teslim edilmeli. Hüseyin Müdürüm, kulaklarımız hâlâ sizden gelecek haberlerde…   RECAİ HOCA’NIN 30’UNCU ÇOCUĞU DÜNYAYA GELDİ Kütüphaneler Kraliçesi rahmetli Rasime Şeyhoğlu’nun oğlu, sevgili ağabeyim Recai Şeyhoğlu, pandemi günlerinde yine boş durmadı. Fırsat bu fırsat diyerek yeni bir kitabını daha bizlerle buluşturdu. “Korona Günlerinde Siyaset ve Medya”, emekli öğretmen Recai Şeyhoğlu’nun 30’uncu kitabı. Anayasa Mahkemesi’nin efsane Başkanı Yekta Güngör Özden’in önsözünü yazdığı kitap, hayatımızın bu en ilginç döneminde karşılaştığımız akla ziyan gelişmeler, sakalını sıvazlayan Tarihin Baba’nın tanıklığında kayıtlara geçirmiş. Bir yazar için, kitapları onun çocukları gibidir. Recai ağabeyin raflarda yerini alan 30’uncu çocuğunun özelliği şu: Günün birinde “Korona virüs salgını sırasında Türkiye’de neler yaşanmış” diye merak eden olursa, bu anlatı kitabını başucundan eksik etmeyecek. Pek çok İzmirli onu tanır ama anımsatmakta fayda var: Rasime - Recai Şeyhoğlu Kütüphaneler Zinciri, 2002 yılından bugüne birisi Belçika’da olmak üzere tam 48 kütüphaneye ulaştı. Rasime anne rahmetli olduktan sonra, oğlu Recai Şeyhoğlu’nun anacığının adına açtığı “Aydınlanma Evi” sayısı ise 9… Bu aydınlanma zinciri; kimseye muhtaç olmadan, diyet borcu ödemeden, imece usulü ile başarıya ulaştı. Köy çocukları Fazıl Hüsnü Dağlarca ile, Yaşar Kemal ile, Cahit Sıtkı Tarancı ile, Orhan Kemal ile, Dostoyevski ile tanıştılar ve çok sevdiler birbirlerini... Biz dostlarının katkıları ve emekleri ile… Eline, yüreğine, zihnine sağlık Recai Öğretmenim… HAFTANIN SÖZÜ Hayat yaşla değil, yaşamakla anlaşılır… Andre Gide