Türkiye yaklaşık 40 yıldır terörle mücadele ediyor. Bu mücadelede ödenen bedelin büyüklüğü karşısında kahrolmamanız mümkün değil. Yitirilen on binlerce insanımız; şehit olan binlerce askerimiz, poli...

Türkiye yaklaşık 40 yıldır terörle mücadele ediyor. Bu mücadelede ödenen bedelin büyüklüğü karşısında kahrolmamanız mümkün değil. Yitirilen on binlerce insanımız; şehit olan binlerce askerimiz, polisimiz, kamu görevlimiz… Gazi olan, hayatı kararan insanlarımız. Bu yoksul ülkenin kıt kaynakları, emperyalist devletlerin kanlı oyuncakları olan terör örgütlerini etkisiz hâle getirmek için harcandı. Bu mücadele an itibarıyla da sürüyor. Karşımızda duran korkunç manzaraya üzülürken, düşünüyor ve sorguluyoruz. Nedir Türkiye’yi terörün hedefi yapan? Öyle ya, dünyanın farklı coğrafyalarında da pek çok ülke bu türden belalarla uğraşıyor. Siyasi ve toplumsal bedeller ödeniyor, evet, silaha silahla karşılık veriliyor ama bir süre sonra sönümleniyor bu eylemler. Ancak bizdeki düşük yoğunluklu çatışma dönemi bir türlü bitmiyor. Neden? Türkiye’yi hedef tahtası yapan ne? Dünyanın zafer kazanmış ilk anti emperyalist kurtuluş savaşına imza atarak mazlum uluslara örnek oluşturması mı? Ortadoğu gibi bir bataklığın hemen yanı başında bir istikrar adası olarak yüz yıldır varlığını koruması mı? 56 Müslüman ülke içinde, laikliği kör topal da olsa uygulayabilen; aydınlanma devrimine inanmış, aklı ve bilimi rehber alan insanların yaşadığı ülke olması mı? Kurucu babalarının, emperyalist planları tarihin çöp tenekesine atması sonrası kapanmayan defterler mi? Ya da bunların hepsi mi? // ABD KUCAĞINDA BAĞIMSIZLIK PKK… Kanlı oyuncakların başında bu örgüt geliyor. Bugün Suriye’nin kuzeyinde yüzlerce kilometrelik bir alanda müttefiklerimizin (!) her türlü silah ve mühimmat desteği ile semirtilen PKK, kolunda ABD bayrağı taşıyan teröristleri ile “bağımsızlık” mücadelesi veriyor. Bu şaşkın soytarılar, emperyalist devletlerin kucağında oturup bağımsızlıkçılık oyunu oynuyorlar. Tıpkı kendisini “Kürt halkının ideoloğu” ilan eden yarım akıllı liderleri gibi. 1999 yılında MİT tarafından yakalanarak Türkiye’ye getirilen bu sözde liderin, gözlerindeki bağ çözülünce “Türk devletine hizmete hazırım” demesi de benzer bir soytarı oyunuydu. Lafı uzattım ama içimi dökmeme izin verin lütfen. Bu hafta sormamız gereken sorular şunlar olsun: “Kim ya da kimler başımıza bela etti bu PKK’yı?” 1984 Ağustos’unda Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla hayatımıza giren PKK’nın kökü acaba nereye dayanıyordu? // SAİT KAYA’NIN ARAŞTIRMASI Bundan tam 10 yıl önce de bir köşe yazımda (Gözlem Gazetesi, 26 Kasım 2010) benzer bir soru sormuştum. Dostluğundan onur duyduğum Tarihçi-Yazar Sait Kaya’nın kaleme aldığı araştırmadan yola çıkarak bir isim üzerinde düşünelim istemiştim: Prof. Dr. Albert J. Wohlstetter. 10 yılda köprülerin altından çok su aktı. Sevgili Sait ile birlikte Wohlstetter’i analiz ettiğimiz yazının kaleme alındığı zamanlarda, meşhur “açılım süreci”ni yaşıyorduk. Duvara toslayacağını da açık açık yazdığımız sürecin sonunda neler yaşandığını hatırlamak bile istemiyoruz. Prof. Albert J. Wohlstetter (1913-1997), ABD’de yetişen en etkili stratejistlerden biri. Bugün açık kaynaklardan yapabileceğiniz basit bir taramada bile karşınıza doğru dürüst bilginin çıkmadığı biri Wohlstetter. Adeta gizli bir el, onun 84 yıllık ömründeki ipuçlarını özenle silmiş. Sait Kaya’nın yaptığı araştırmada, Wohlstetter’in ilginç kişilik özelliklerine de rastlamak mümkün. Soğuk savaş döneminin başlarında (1949-1959) ABD’nin, nükleer stratejisi başta olmak üzere, geliştirdiği hemen tüm askerî-stratejik doktrinlerin mimarından bahsediyoruz. 1979’da CFR (Council on Foreign Relations, Dış İlişkiler Konseyi) olarak bilinen, gerçekte küresel derin devletin beyni olan örgütün isteği üzerine hazırladığı kapsamlı bir rapor, “Yeşil Kuşak” olarak bildiğimiz “Ilımı İslam” projesinin de temellerini oluşturuyor. Bu projenin, Fetullah gibi farklı kılıktaki teröristleri semirtip üzerimize saldığını da unutmamak gerek. Ayrıca raporda Türkiye ile ilgili öyle maddeler var ki, bunlar adeta Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP), 11 Eylül olaylarının ve sonrasında Afganistan ve Irak’a yönelik saldırıların da habercisi niteliğinde. Prof. Albert J. Wohlstetter’i diğer stratejistlerden ayıran en önemli niteliği de bu zaten. Yazdığı raporlar, ABD'nin devlet politikası niteliğini kazanıyor. Peki bu kişi Ankara'da PKK'nın düğmesine nasıl basmış sorusuna gelmeden önce, kahramanımızın tarihsel biyografisine biraz daha göz atmakta yarar var.. // YEŞİL KUŞAK’IN TEMELİ 1979’da patlak veren iki olay, (Humeyni'nin İran İslam Devrimi ve Sovyetler’in Afganistan’ı işgali), ABD'yi Ortadoğu’da köşeye sıkıştırmıştı. Buna karşılık Wohlstetter’in raporuna dayanarak dünya üzerindeki ABD kuvvetlerini çeşitli komutanlık bölgelerine ayırma planı uygulamaya konulmuştu. Merkez Kuvvetler Komutanlığı'nın (CENTCOM) temelini oluşturan bir Acil Müdahale Gücü-Çevik Güç oluşturulmuştu. Bu gücün 1991’de Türkiye'de konuşlanan Çekiç Güç ile ilgisi yoktu. Ancak onun habercisi niteliğindeydi. Raporda Türkiye ile ilgili sözünü ettiğimiz maddeleri okurken, insan 11 Eylül olaylarını, 1991 ve 2003 Irak işgallerini anımsıyor. Ve raporda yazılanların orta-uzun vadeli bir perspektifle adım adım gerçekleştiği görülüyor. Bakın Türkiye'ye bu raporlarda nasıl bir “rol” biçiliyor: 1-) Körfez'de (Basra Körfezi kastediliyor) yangın vardır. Doğu Anadolu Bölgesi en müsait itfaiyecidir. 2-) Körfez’e müdahale ihtimalini, mümkün olduğu kadar NATO kılıfı altına almak, Türkiye'nin bu misyonu üstlenmesini kolaylaştırır. 3-) SSCB’nin Körfez bunalımını istismar etmesini önlemek için, Pakistan ve Türkiye’'den oluşan İslam kuşağının birbirleriyle ve Körfez ülkeleri ile entegrasyonu teşvik edilmelidir. (İşte ünlü Yeşil Kuşak projesinin temeli bu maddeye dayanıyor.) 4-) İslamiyet’in yükselişi bir istikrarsızlık kaynağıdır. O halde bu hareket, müttefiklerde kontrol altına alınmalı, düşmanlarda teşvik edilmelidir. (Bu maddenin, Komünizme karşı İslamcı akımların her yerde desteklendiği bir dönemde yazılmış olması özellikle dikkat çekici. Düşmanlarda teşvik edilenin El Kaide, Usame Bin Ladin ve benzerleri olduğu besbelli. Müttefiklerde kontrol altına alınan İslamcıların kimler olduğunun değerlendirmesini ise sizlere bırakıyorum.) 5-) Türkiye'nin savunmasını güçlendirmek elzemdir. Çünkü bir bunalım halinde Türk Ordusu, Çevik Kuvvet’in ta kendisi olarak görev yapabilir. Bu, Türkiye için, Amerikan Çevik Kuvveti'ne üs vermekten daha kolaydır." Sanki 41 yıl önce değil de, dün yazılmış gibi değil mi? Bu durumda Wohlstetter'in, Şubat 1965 ve Kasım 1976'da Pentagon’un (ABD Savunma Bakanlığı) Şeref Madalyasını iki kez almasına ve ABD askerî tarihinde aynı madalyayı iki kez alan tek kişi olmasına da şaşırmamak gerekiyor. Wohlstetter'in madalya beratında ise şunlar yazıyor: “...Çağdaş silahların yeni kavramlara uygunluk göstermesinde, silah modellerini değişmeye zorlayan stratejik görüşleriyle, ABD stratejik kuvvetlerinin değişen çağa uygun operasyonlara hazır duruma gelmesini sağlayan çalışmalarıyla verdiği üstün hizmet için...” // İSTANBUL'DA ESRARENGİZ TOPLANTI Wohlstetter'in yine 1979’daki bir başka önemli icraatı da; 13 Amerikalı, 13 Avrupalı ve 13 Türk'ün katılımıyla (damadı Richard Perle ile birlikte 40'lar Konseyi) İstanbul'da düzenlenen bir toplantı.. Bu toplantıda tartışılan politikalar daha sonra Turgut Özal hükümetinin uyguladığı Amerikan yanlısı politikaların temelini oluşturdu. Peki, bomba haber niteliğindeki bu toplantıyı ve birkaç cümleyle de olsa neler konuşulduğunu bizler nasıl öğreniyoruz? Toplantının Türk katılımcılarından biri olan Uluslararası İlişkiler Profesörü Seyfullah Nejat Taşhan'dan.. 1983 yılı Bilderberg katılımcısı da olan Prof. Taşhan, 22 Eylül 2003’te American Enterprise Enstute adlı düşünce kuruluşunda Wohlstetter'in adını taşıyan toplantı salonunun açılışı nedeniyle düzenlenen toplantıda söylüyor bunu. Türkiye'den İlhan Kesici ve Deniz Gökçe'nin de katıldığı bu açılış toplantısında Taşhan şunları söylüyor: “Wohlstetter adını taşıyan bu odada konuşma yapacak olmam, çok hoş bir sürpriz oldu. Birlikte pek çok yıl çalışmışlığımız vardır. İlk karşılaşmamızın 1979 yılında Türkiye kriz ortamında iken ve Albert’in 13 Amerikalı, 13 Türk ve 13 Avrupalıyı İstanbul'da bir araya getirdiği ve bizim, sonunda Türkiye’de Özal politikalarının temeli hâline gelen, pek çok şeyi tartıştığımız toplantıda olduğunu anımsıyorum.” Sevgili Sait ile birlikte bu toplantı hakkında bilgisi olup olmadığını, 28 Temmuz 2017 tarihinde Talat Turhan’ın cenazesi öncesinde, Genelkurmay Eski Başkanı Orgeneral Nejdet Üruğ’a sormuştuk. Üruğ, 1979 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanı idi. Şehirde kuş uçsa haberinin olması gerekiyor diye düşündük. Bizi dikkatle dinleyen Sayın Üruğ, böyle bir toplantıdan kesinlikle haberinin olmadığını, böyle bir toplantıyı unutmasının mümkün olmadığını ifade etmişti. Peki kim bu Seyfullah Nejat Taşhan? 1989 yılında Dışişleri Bakanlığı'nın Üstün Hizmet Plaketi ile ödüllendirdiği Taşhan, 1988 yılında kurulan Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Vakfı'nın da kurucuları arasında.. Genele açık kayıtlarda Taşhan hakkında bunların dışında bir bilgi görünmüyor. İnsan, "1979'daki toplantıda diğer 12 Türk katılımcı kimlerdi?" diye sormadan edemiyor.. // PKK’YA İLK İŞARET Mİ? Wohlstetter'in Türkiye ilgisi (!) yazdığı raporlar ve akıl vermelerle sınırlı değil. 17-18 Nisan 1984 tarihlerinde Ankara Üniversitesi Rektörlüğü 100. Yıl Konferans Salonu'nda “Uluslararası Terörizm Sempozyumu” düzenliyor. Konuşmacılardan biri de meşhur Profesör Albert J. Wohlstetter.. Bu sempozyumdaki konuşmalar daha sonra Ankara Üniversitesi tarafından kitap olarak da basılmış. Diğer katılımcılar arasında; CIA'nın o yıllardaki Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, Prof. Ayhan Songar, Prof. Kamuran Gürün, Prof. Justin MacCarthy ve ulusalcı kimliği ile tanınan Prof. Türkkaya Ataöv gibi isimler de bulunuyor. Wohlstetter Ankara'daki konuşmasında, Kürt sorunu ile Filistin sorunu arasında kıyaslama yapıyor. Ancak asıl ilginç olan, Nisan 1984 tarihinde Türkiye'nin bugünkü anlamıyla bir Kürt sorunu ile henüz tanışmamış olması. PKK ilk silahlı baskınlarını bu toplantıdan 4 ay sonra 15 Ağustos 1984'te Eruh ve Şemdinli'de gerçekleştirdi. Yani bu konferans düzenlendiğinde Türkiye henüz PKK'nın P'sini bile duymamıştı.. İşte o konuşmadaki bazı satırbaşları şöyle: -Terörizmi tasdik etmeden, mesela FKÖ'nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) konvansiyonel savaş sınırları ve kibar diplomasi ile ne kazanmış olabileceğini de düşünmek gerekir. -Yani FKÖ'nün gayesine erişmesi için terör kullanması gerekmiş olabilir. -Eğer Kürtler, Filistinliler'in parlak operasyonları seviyesinde terör taktikleri kullansalardı, belki de çok daha fazla enternasyonel reklam ve tanıtım yapabilirlerdi ve hatta meselelerini Birleşmiş Milletler'e bile götürebilirlerdi. (Yani Bay Albert, Kürtlerin başarısızlığını o zamana kadar terörü kullanmamalarına bağlıyor.) // PKK'NIN ARKA PLANI Ve sanki işaret fişeği görülmüş gibi bu konuşmadan tam 4 ay sonra PKK, ilk silahlı baskınlarını gerçekleştiriyor… Elbette hangi güçlerin sözcülüğünü yaparsa yapsın, tek bir kişinin konuşmasıyla ortaya çıkmadı bu sorun. Türkiye’deki siyasi iktidarların, Güneydoğu’daki feodal düzeni siyasi istismar ve oy devşirme aracı olarak kullanmaları; oraları aşiret reislerine, kıymeti kendinden menkul şeyhlere-şıhlara mahkûm etmeleri gibi pek çok yanlış politikayı da hesaba katmak gerekiyor. Ancak emperyalizm diye bir gerçek varsa ve küresel güçler ülkemizin de bulunduğu bu topraklarda tarih boyunca sayısız kanlı oyun planlamışlarsa, işte Türkiye Cumhuriyeti açısından en kanlı olan oyunun, böyle bir arka planı da var. Bu gerçeği zihinlerde hep canlı tutmak gerek. TÜRK BASINI WOHLSTETTER’İ ACABA NEDEN TANIMIYOR? Türk basınında 1979 tarihli Wohlstetter Raporu’na ilk değinen kişi, merhum Ufuk Güldemir oldu. 1986'da Tekin Yayınları’ndan çıkan “Çevik Kuvvetin Gölgesinde Türkiye” adlı kitabın muhtelif yerlerinde bu rapordan alıntılar yapmış Güldemir. Araştırmacı-Yazar Suat Parlar “Petrol” adlı kitabındaki birkaç paragrafta konuya değinmiş. Yine Araştırmacı-Yazar Erol Bilbilik de 2004 İstanbul'daki NATO zirvesini konu alan kitabında Wohlstetter doktrinine göndermeler yapmış. Türkiye'de Kontrgerilla kelimesini ilk telaffuz eden Araştırmacı-Yazar Talat Turhan, Şubat 1990'da Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde hasta yatağında yatarken el yazısıyla kaleme aldığı makalede Wohlstetter'in ve doktrininin önemini kavrayan görüşler ortaya koymuş. Ancak önemli bir notu da kaydetmeden geçmeyelim. Gerek 1979'da gerekse de 1984 yılında yapılan toplantılar basının hiçbir mecrasında yer almamış, sadece alıntılarla küçük bilgi kırıntılarıyla yetinilmiş… Türkiye’de Wohlstetter ile ilgili ilk ve en kapsamlı araştırmalara imza atan yazar ise Sait Kaya. Kaya’nın son olarak Anlık Dergisi’nin Ocak 2020 sayısındaki yazısı da, daha önce kaleme aldığı araştırmaların genişletilmiş halini içeriyor. Merak eden okurlarım https://anlikdergisi.com/turkiyeye-yonelik-ilan-edilmemis-savasin-adi-pkk/ linkinden bu yazıya ulaşabilir. ŞU TESADÜFLERE BAKAR MISINIZ? Oğul Bush döneminde ABD'ye hakim olan ve Neo-conservative (Yeni Muhafazakâr) adıyla bilinen grubun felsefi plandaki akıl hocası Leo Strauss'un yanında, askerî-stratejik doktrinler alanında yine Wohlstetter karşımıza çıkıyor. Bir de şu bağlantılara bakar mısınız? ABD Eski Savunma Bakan Yardımcısı (Daha sonra Dünya Bankası Başkanı olmuştu) Paul Wolfowitz'i henüz öğrencilik yıllarından itibaren elinden tutup bu noktalara gelmesini sağlayan Wohlstetter, “Karanlıklar Prensi” olarak bilinen eski ABD Savunma Bakanı ve silah tüccarı Richard Perle'ün de kayınpederi...

VATAN PARTİSİ’NİN CEVAP HAKKI KUTSALDIR AMA…

Gazeteciyseniz… Haber ya da köşe yazısı yazıyorsanız… Eleştirilmeyi de baştan kabul ediyorsunuz demektir. Bu eleştiriler kimi zaman yapıcı ve ufuk açıcı, kimi zaman da hakaret sınırlarını zorlayan kelimeler içerebilir. Eleştirdiğiniz kişi ve kurumların da cevap haklarına saygı göstermeniz, meslek kurallarının amentüsüdür. Yaklaşık 25 yıldır bu meslekteyim. 4 yıldır da bu sütunlarda okurlarla buluşuyorum. Yazdıklarımda haksızlık içerdiğini düşünen herkese ve her kuruma –kimi zaman can sıkacak kadar fazla-söz hakkı tanıdım. // MESLEĞİN NAMUSU Rakamsal bir hata yapmışsam “İnsanız beşeriz, kuluz şaşarız” diyerek, okurlardan özür de diledim. Yazılarımı, şahsi sosyal medya hesaplarımda hiçbir engele tâbi tutmadan açık açık yayınlıyorum. Kimseden çekinecek, korkacak, pısacak bir durumum olmadı. Çünkü hayatımda kimsenin parasını cebimde taşımadım… Kimseye diyet borcum ve dolayısıyla eyvallahım da olmadı. Mesleğin namusuna el sürmeden, ne düşünüyorsam onu yazıyor, ne yazıyorsam onu düşünüyorum. Girizgâhı uzun tutmamın sebebi şu: Geçen haftaki köşe haberimde, Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek’i 23 Nisan nedeniyle yaptığı basın açıklaması nedeniyle eleştirmiştim. “‘Balon’ olan kim, 23 Nisan mı yoksa Doğu Perinçek mi?” başlıklı yazıda, Sayın Genel Başkan’ın Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na ilişkin görüşlerini tarihi kaynaklara dayanarak eleştirmiş, seçimlerde aldığı oy oranlarından –yine kaynak göstererek- örnekler de vermiştim. // ELEŞTİRİ Mİ HAKARET Mİ? Türkiye’yi 18 yıldır tek başına yöneten AK Parti iktidarını da kimi zaman dozunu kaçırarak eleştirdiğimiz oluyor. Ancak iktidar partisine büyük zarar verdiğini düşündüğüm trol hesaplardan dahi bugüne kadar böylesine hakaret cümleleri işitmemiştim. Şunlara bakar mısınız? “CIA ve PKK beslemesi”, “Çapsız”, “Niteliksiz”, “Satılık kalem”, “Emperyalist maşası”, “İktidar yalakası”, “Küçük zekâlı”… Bunlara oturup teker teker cevap verecek, Vatan Partisi’ne gönül veren insanlarımıza kendimi tanıtacak değilim. Arşiv ciltleri, en yakın tanığımız olarak durduğu yerde duruyor. Ancak en çok da “iktidar yalakası” hakaretine güldüğümü söylemekle yetineyim. Bu cümleleri kuranların her sabah endam aynasında kendilerine dikkatlice bakmalarını salık veririm. Kendisi de bir gazeteci olan Sayın Genel Başkan’ın, bu hakaretlerden rahatsız olduğuna da inanıyorum. Vatan Partisi Basın Bürosu’ndan gazetemize ve eş anlı olarak tüm basına servis edilen açıklamayı okurlarımın dikkatine sunuyorum… // VATAN PARTİSİ’NİN CEVABI “Genel Başkanımız Doğu Perinçek 23 Nisan’ın 100. Yılı için yazdığı yazıda şu tespitleri yaptı: “Bu bir devrim günü. Yeni bir meclisin kuruluşu, bir açılış günü değil yeni bir devletin kuruluş günüdür. Bu tarihi gün hem bizim tarihimizde milli bir devrim hem de dünya da bir devrim. Dünyanın yedi ikliminde büyük yankılar yarattı. Bütün mazlumlar dünyasında büyük etki yarattı. Herkes gözlerini buraya dikti. Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla başlayan, kongrelerle devam eden süreçte bütün yollar da 23 Nisan’a çıktı ve Meclis kuruldu. Sonrasında yaşanan Cumhuriyetin ilanı gibi atılımlar da 23 Nisan da başladı. 23 Nisan, kendisinden önce yapılan 1876 ve 1908 devrimlerinin devamıdır, doruk noktasıdır. 23 Nisan’da padişahın saltanatı gitti, milletin saltanatı geldi. 1980 darbesiyle birlikte 23 Nisan’ın çocuk bayramı olması kanunlaştı. Atatürk bilseydi ki bir gün o 23 Nisan devrimi en sonunda bir balon bayramına dönüştürülecek, çok daha farklı tavırlar alırdı." Görüldüğü gibi Genel Başkanımız 23 Nisan’ı, Kemalist Devrimin zirvesi, devrimle devlet kurmanın resmi günü olarak nitelendiriyor. Hatta yalnızca “23 Nisan’da Meclis açtık” demenin de hatalı olduğunu, bütün dünyanın karşısında 23 Nisan’da yeni bir devletin ilan edildiğini vurguluyor. Yeni devletin en belirleyici özelliğini de saltanatın sonlanıp, milli egemenliğe geçilmesi olarak değerlendiriyor. Burada 23 Nisan’ın büyüklüğüne yönelik bir yüceltme var. Yazının hiçbir yerinde Atatürk’ün 23 Nisan’ı, çocuklara armağan etmediğine yönelik bir iddia yok. Ama şu eleştiri var: “Devrim-Kuruluş günü” olan 23 Nisan, özünden koparılmış ve isim değişikliği yapıldığı 1980 sonrasında da tamamen bir çocuk balon bayramına dönüşmüştür. Bu eleştiriye katılmayabilirsiniz, 23 Nisan’ın Milli Hakimiyetin öne çıkarılması gereken “Devrim- Kuruluş Günü” olarak kutlanmamasından rahatsızlık duymayabilirsiniz. 23 Nisan’ları çocuklarla şarkılar söyleyip, balon sallayarak geçirmeye de devam edebilirsiniz. Ancak Atatürk’ün 23 Nisan’ı, bugünkü haliyle bir balon bayramı istediği için çocuklara armağan ettiğini iddia edemezsiniz. Vatan Partisi’nin önderliğinde kurulacak Milli Hükümet’te 23 Nisan’lar Atatürk’ün konuşmalarında ve analizlerinde belirttiği gibi Devrim gününün özüne ve ruhuna uygun kutlanacaktır. 23 Nisan 2020’de Türk Milleti Aynı Balkonda 100 yıl öncesinin ruhunu da yeniden yaşatmıştır. Serkan Aksüyek, yalnızca Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e değil, o balkondaki milletin devlet kurduğu gün olan 23 Nisan’a nişan almıştır.”

ÖCAL VE KEMAL AĞABEYLERİME TEŞEKKÜRLERİMLE…

27 Nisan tarihli köşe haberlerimin biri “Ali Koç’a bu hatayı kimler yaptırdı?” başlığı ile sütunlarda yer almıştı. Yazıyı kaleme almaktaki amacımız Fenerbahçe gibi bir camiayı incitmek değildi kuşkusuz. Saygı duyduğumuz ve yakasından Atatürk rozetini çıkarmaması ile dikkatimizi çeken Fenerbahçe Başkanı Sn. Ali Y. Koç’a iyi niyetli bir uyarıda bulunmaktı… Dünyanın her yerindeki milyonlarca Fenerbahçeli’nin izlediği bir filmde yapılan bu fahiş hata, hemen dikkatimizi çekmişti. Sayın Koç’un elbette her şeyi bilebilmesi mümkün değildi. Ama bilenleri bilmesi gerekirdi. Çok güzel bir amaç için düşünülmüş bir projenin senaryosunda, koskoca bir camianın seçilmiş Başkanına hata yaptırmak bence affedilemezdi. Melek ustam ve çok kıymetli ağabeyim Öcal Uluç, Türkiye Gazetesi’ndeki Başyazısında yazıma atıfta bulunma nezaketini gösterdi. Yine gıyaben tanıdığım, Türk spor basının usta kalemlerinden Kemal Belgin de kendi köşesinde bu konuyu işleyerek üzüntülerini ve eleştirilerini ifade etti. İki büyük meslek ustasına duyarlılıkları için çok teşekkür ediyorum. Atatürk’ümüz hiç kuşkusuz, hepimizin ortak paydası ve sevdası... Fenerbahçe taraftarlarının da bu yönde dikkat çeken bir hassasiyetleri olduğunu mutlulukla izliyoruz. Büyük önderi anarken, tarihi vesikalara sadık kalınması ve hata yapılmaması ise en büyük dileğimiz…