Yetim fasulyelerin sonbaharı Tam 60 yıl; 60 yıl önce bugün, 23 Haziran 1960 günü kaybetmiştik büyük eğitim devrimcisi, Köy Enstitüleri’nin kurucusu Tonguç Baba’yı! Işıklar içinde u...

Yetim fasulyelerin sonbaharı Tam 60 yıl; 60 yıl önce bugün, 23 Haziran 1960 günü kaybetmiştik büyük eğitim devrimcisi, Köy Enstitüleri’nin kurucusu Tonguç Baba’yı! Işıklar içinde uyusun, onu çok özlüyoruz. Bir avuç insan bugün İsmail Hakkı Tonguç’u anacak. Onun birkaç resmini yayımlayacak internette, birkaç sözünü yazacak sağa sola… Onun eserinden, köy enstitülerinden söz edecek, buna da şükür! Yaşantısıyla inançları atbaşı giden Tonguç Baba’yı anlatmak hiç de kolay değil! Erdem anıtından farksız olan Tonguç Baba’ya hep bir ağızdan güzelleme yapsak ne olacak; yapacaksak, onun gibi hayat boyu dimdik durup, itle köpekle, yalanla ve ikiyüzlülükle anlaşmayalım da bize adam desinler, değil mi? Bugün en çok bunu ve öğretmen olmanın asaletini düşüneceğim. Tonguç’la ilgili onlarca kitap yazıldı, onlarca belgesel çekildi, onlarca… Ne yazabilirim ki ben bu kadar değerli çalışmanın üstüne? Bir ara; madem ki bire bir sergi yapamıyorum, bari birinci baskı ve eksiksiz külliyât olarak biriktirdiğim “Tonguç Kitapları Arşivi”min sanal sergisini yapayım diye düşündüm. Bu da bir şeydir. Külliyâtın kapak fotoğraflarını çektim, hazırladım görselleri… Bir genç insanı bile biriktirme kültürüne çağırsa yeter bu sanal sergi, daha ne isterim? Sonra bunun yetersiz ve sıradan olacağını düşünüp, kurcalamaya devam ettim deli kızın çeyiz sandığına benzeyen kitap ve belge birikimimi. Gazete arşivimi tararken, 25 Haziran 1960 tarihli Vatan gazetesinde yayımlanmış bir haber gözüme ilişti. Tonguç’un cenaze töreniyle ilgili bir haber! Haberin küçük başlığında “Büyük eğitimci (*ölümünden) üç gün önce Anayasa Komisyonuna değerli bir rapor vermişti” notu dikkatimi çekti ve bu raporla ilgili küçük bir araştırma yapmaya karar verip, bu raporun peşine düştüm. Ölümünden üç gün önce eğitime dair sorunların giderilmesi için bir rapor mu yazmış Tonguç Baba? Bu nasıl bir öğretmenlik tutkusu? Üstelik son iki yılını hasta geçirdiğini düşündüğümüzde… Şaşkınlığım geçince, ona neden ‘Baba’ dendiğini bir kere daha, bir kere daha anlayıp, başladım sağı solu kurcalamaya. İşte bu yazıda size, hem bu rapordan, hem de Tonguç Baba’nın ölmeden önceki son günlerinde nelerle uğraştığından söz edeceğim dilim döndüğünce. Belki yazımı okuyan bir çocuk, yazdığım yazıdan etkilenir de, devrimciliğin azı çoğu olmaz diye düşünür; o yüksek tutkunun, öleceği son güne kadar bitmeyen bir şey olduğunu fark eder?.. Umarım. İsmail Hakkı Tonguç, Ankara Bahçelievler (Emek Mahallesi) 67. sokaktaki evine, 22 Ocak 1959 günü taşınır. Ölümünden 18 ay kadar önce… Oğlu Dr. Engin Tonguç, babasının son günlerini anlatırken, bu evden de söz eder. O evden ve Tonguç’un yeşil tutkusundan, ağaç sevgisinden! “Buraya taşınma işi başlar başlamaz dostlarından ve eski bir yüksek bölüm öğrencisinden çiçek ve fidan istemişti. Apartmanın bahçesine çepçevre kavak dikmişti. Fidanlar hızla büyüyorlardı (…) Yerinden kalktı, saksılardaki çiçeklere su verdi. Gözü bir çiçek saksısında toprağı delerek yeni baş vermiş bir bitkiye ilişti. Bir fasulye idi bu! Nereden girmişti saksıya? Aman kurumasın! Ona özenle bakacak, biraz büyüyünce bir çubuğa sardıracaktı bu saksının içinde yaşam savaşı veren yetim fasulyeciği!” (Engin Tonguç, “Bir Eğitim Devrimcisi, İsmail Hakkı Tonguç, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi”, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, Üçüncü Basım, Ekim 2007, İzmir, sf. 698-699) Aynı günlerde, bir yazı üzerine çalışmaktadır Tonguç Baba. Ha yeşil bir dal, ha bir yazı, ha alacaklı gibi gözümüzün içine bakan, gerdanı ekşi ekşi ter kokan, güneş gözlü bir çocuk, hepsi aynı şey değil mi zaten? Dikilen kavaklar boylanıp bulutlara doğru yükselir, terini hayatına katık yapan çocuk bulutlara baka baka büyür ama “Softalık” başlıklı bu yazı, yaşarken yayımlanmış son yazısı olur Tonguç Baba’nın. Son yazısında bakın neler söyler bize: “Körükörüne bir davaya bağlanıp ayak direyen kişilerin tuttukları yola softalık diyoruz. Bu yolu seçen softalar, insanoğlunun ilerlemesini önleyici türlü engeller yaratmışlar, onu mutluluktan yoksun bırakmışlardır  (…) Bireylere bu kadar çok zararı dokunan yobaz nasıl türemekte, nerede barınıp beslenmekte, hangi silahları kullanarak toplumları kasıp kavurmaktadır? Bu, ne biçimde bir sosyal yaratıktır? (…) O, soysuzlaştırılmış dinsel kurumlarla, lâikleştirilmemiş eğitim ocaklarının dölüdür. Softayı hoşgörüden yoksun aile, medrese, okul, üniversite gibi kurumlar yaratırlar.(…) Bilim, sanat ışınlarıyla aydınlatılmayan toplumsal çevre, kişisel çıkarı amaç edinen her türlü teşkilât onu besleyip büyütür; türlü inançlarla, çeşitli silahlarla donatır; toplumun başına bela kesilecek duruma getirir. Bu çarklar, din softası, eğitim softası, politika yobazı… gibi çeşitli softa tiplerini palazlaştırırlar. Softaların hepsi bireylerle dünya nimetleri arasına siyah bir perde germeyi, bilgisiz halkı karanlık bir dünyaya kapatmayı iş edinirler; toplumun duygularını okşamak suretiyle onun kapılganlığından faydalanarak kendi davalarını yürütmeye bakarlar (…) Türk halkının her bakımdan geri kalmış olması onların yüzündendir. Softalar kadının amansız düşmanıdırlar (…) Onlar kız erkek bütün çocukların lâik okulda eğitilmelerini kabul edemezler (…) Ulusumuzu, bilimin, güzel sanatların nimetlerinden yoksun bırakanlar; devletimizin tam anlamıyla lâik devlet haline gelmesini önleyenler, softalarla, yobazların tuzaklarına düşenlerdir (…) Dağ başındaki obanın çadırından zenginlerin konaklarına kadar bütün aile ocaklarını, insan eğiten her kurumu bilgi ışıldağı ile aydınlatmayı ülkü edinmelidir aydınlarımız (…) Eğitbilimin ilkelerine göre işletilen okulların yaygın olduğu çevrelerde softa barınacak bataklık bulamaz. Çünkü lâik okullarda yetişenlerin yaşadıkları çevre, bilimin, tekniğin, güzel sanatların eserleriyle donatılır, aydınlatılır. Softaların şerrinden ancak bilgili, lâik yurttaşlarla kurtulmak mümkündür. Softaların en tehlikeli oldukları devirler, devlet işlerine karıştıkları, devleti idare edenleri baskı altında tutabildikleri yıllar olmuştur. O zaman yobazlar birer milli kahraman gibi ortaya çıkıp çalım satmaya başlarlar; sözle yayın organlarıyla etrafa zehir saçarlar; gerçek aydınları sindirirler. Bu yüzden gerilik şahlanır; devrimlerin başını yemeye başlar. Ülkücü aydınların böyle devirlerde sıkı durmaları, softadan daha cesur olmaları, yiğitçe davranmaları, savaş alanından kaçmamaları gerek… ” (“Softalık”, H. Tonguç, Yeni Ufuklar Aylık Sanat Fikir Dergisi, Şubat 1960, Cilt: 8, Sayı: 93, sf. 268-269) Bütün ömrünü eğitime vermiş Tonguç Baba’nın, ölümüne yakın kaleme aldığı bu yazıda döne döne inançtan, cesur olmaktan söz etmesini nasıl okuyorsunuz siz? Ah vah mı ediyorsunuz? Yapmayın, yapmayın, bu yanlış! 60 sene önceden işaret edilen bugünkü çöküşümüzün nedeni var o yazıda. Dizimizi dövüp, üç tane cahilin karşısında yalancıktan cart curt etmek yerine, öğrensek de; aynada kendisiyle konuşanların sayısını arttırmayı düşünsek ya! Biz ne yapmadık da böyle oldu desek ya! Şimdiden sonrasında ne yapılabilir diye düşünsek ya!.. İçimde buz kesmiş bir kuş ölüsü! Tonguç’un yaşadığı son yıl, Türk siyasetinin en hareketli olduğu yıllardır. Demokrat Parti’nin zulmü, elle tutulur, gözle görülür bir hale gelmiştir artık. 18 Nisan 1960 günü, TBMM’de kurulan “Tahkikat Komisyonu” bardağı taşıran son damla olur. Bu komisyon, “Bir kısım basınla işbirliği yaparak yasadışı gizli kollar, şerirler (*Kötü adamlar) ve sabıkalılardan oluşmuş silahlı çeteler kurmaya çalışan muhalefet” için soruşturma yapmak üzere, özel yetkilerle donatılarak kurulmuş bir komisyondur. Bu komisyonun yetkilerinin tartışıldığı 27 Nisan 1960 günkü TBMM oturumunda kavgalar çıkar. O gün, İnönü, “Baskı tertipçileri bilsinler ki, Türk ulusu Kore ulusundan daha az onurlu değildir” diyerek; Kore diktatörünü deviren Kore halkını hatırlatır. Belki kimileri, ismiyle andığımız bu komisyonu bir anda hatırlamayabilir. Kurtuluş Savaşı’nda Batı Orduları Komutanı olan İsmet Paşa’yı, Kore göndermesi yaptığı konuşması için cezalandırıp, 12 oturum TBMM’ye sokmayan bu komisyonu, eminim ki; İnönü’nün o ünlü sözleriyle herkes hatırlayacaktır: “Demokratik rejim yönünden ayrılıp, onu baskı rejimi durumuna getirmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam!” Kurtaramadı da zaten! Ülkenin karnında büyük bir ağrı varken; Tonguç Baba da, 1958 yılından beri, karnında elle tutulur sert bir yumru yüzünden acı çekmekte; çok az yemek yemekte ve kilo kaybetmektedir. Sevenleri endişe içindedir. Ona göreyse, “Kemere bir delik daha açarım” diyeceği kadar basit bir konudur bu kilo kaybı. İş zamanı ne hastalığıymış? Bir aydının hasta olmaya hakkı mı olurmuş? Yok öyle bir şey! Almanya’daki doktor oğlunun ısrarıyla, -çok gönüllü olmamakla beraber- Almanya’ya gider Tonguç, tedaviye… Orada çıkan sonuç felakettir: Büyük karın atardamarı normalin birkaç katı genişlemiş, her yanı büyük kireçlenme plaklarıyla dolmuştur. Bir gün, hiç beklenmedik bir anda, o atardamar kireçlenecek ve bozulmuş çeperi yırtılıp… Ah sigara ah! Keşke bu kadar içmeseydi! Gerçek hiçbir zaman söylenmez Tonguç Baba’ya. Çok sevdiği sigarasına da karışmaz kimseler. 1958 yılının 19 Haziran günü ülkeye döner Tonguç . Döndüğünde onu, yetiştirdiği çocuklardan birinin göğsünü kabartan başarısı karşılar. Mürüvvet dedikleri bu değilse, ya nedir? Hastalığını falan unutur büyük öğretmen. Nasıl unutmasın; Burdur’un Akçaköy’ünden bir yetim fasulyecik çıkmış da, tutup Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanmış, hastalıkların canı cehenneme! “Yarışmada birincilik kazanmış olan yapıtı senin yaratmış olmanı duyunca çok sevindim. Bu başarıdan ötürü seni tebrik ederim. Köydeki gerçek yaşayışı bir sanat yapıtı durumuna sokarak ortaya sermen, pek durgun ve çok kısır olan düşün yaşamımızı biraz olsun dalgalandırmaya yarayacaktır sanıyorum. Hareket, canlılık, kıpırdanış her zaman durgunluktan, sessizlikten hayırlı olduğu için yapıtın üzerine yazılacakların çoğu yararlı olacaktır. Bu tür hareketler kalıp biçiminde yargılamalar yapmaya alışkın yazarları onun dışına çıkmaya zorlayacaktır. Ezbere yazıp çizenlerle konuşanlar çıkacak olursa böylelerine de kulak asmadan doğru bildiğin yolda ilerler gidersin.” (İsmail Hakkı Tonguç’tan Fakir Baykurt’a, 1 Temmuz 1958 tarihli mektup) (Meraklısına Not:  Fakir Baykurt’un, ‘Yılanların Öcü’  adlı romanı, 1958 yılında Yunus Nadi Roman Armağanı kazanmıştır. ) O yılın Ekim ayında, Havza Kaplıcaları’na gider Tonguç. Hazır buraya kadar gelmişken, aha da şuracıkta, Turhal’da görev yapan sevgili bir öğrencisini de ziyaret etmeden olur mu? Öğretmen ki; aklı fikri eğitimde, hayata, insana katkı koymada ve öğrencilerinde değilse, at gitsin! 2 Ekim 1958 günü, Turhal Parkı’nda, Kesikbaş Camisi’ne karşı oturur öğretmen ve öğrencisi. Kederli bir muhabbet başlar. Öğrencisi yaşadığı sıkıntıları anlatır öğretmenine. Kederli ve yıldızsız bir gecedir. “Ruhlarımız nişan tahtaları gibi delik deşik edilmişti. Uğramadığımız iftira, çekmediğmiz acı kalmamıştı. Bir tuhaf çalışmaydı bizim çalışmalarımız. Daha çok faydalı olayım diye çırpınıyorduk da Milli Eğitim Müdürümüz “bırak yahu, sana ne” diyordu. Valimiz “bırak” diye önümüze geçiyordu. Deyin ki omuzlarımızda hep birlikte uzun bir ağaç götürüyorduk. Çoğu eğilmişti yere. Bize de eğilin diyorlardı. Ama yükümüz düşecekti, nasıl işti bu? Gözleri doluksayınca bıraktım. Acılı acılı sigarasından duman çekiyordu. Memleket meseleleri karşısında çok içliydi Hakkı Bey. “Sizi üzdüm, bağışlayın” dedim. Yutkundu. “Her şeye rağmen çalışın, dedi. Dirliğinizi, ülkücülüğünüzü yitirmeyin. Kötü kişilere kızıp da memlekete küsmeyin.” Kendi yaptığını söylüyordu bana.” (Talip Apaydın, “Köy Enstitüleri Yılları”, Cem Yayınları, 1978, Birinci Baskı, sf. 212-213) Yetim fasulyelerinin sonbaharını görmek gözlerini ‘doluksatmıştır’ Tonguç Baba’nın. Bir dağın başında soğuk yağmurlar atıştırmaktadır sanki. Yine de karnında yumruk gibi bir sertlik, iştahsız ama dimdik bir adam görür o gece Turhal Parkı’ndaki ağaçlar. Yorgundur büyük öğretmen, halsizdir, ağrılar içindedir ama oğlunun dediği gibi “en küçük bir atılım ve olumlu yaptırım bile Tonguç’u olanca iyimserliği ile umutlandırmaya” yetmektedir. Çok değil, Turhal Parkı’nda öğretmeniyle buluşan Talip Apaydın, bu buluşmadan yaklaşık dört ay sonra, öğretmenini gururlandıracak bir şey yapar: Bir kitap yayımlar; “Yarbükü” romanını! “… pek acele okumuş olmama karşın çok beğendim (…) Köyün romanı yazılmalı diye vaaz verenler oturup okusunlar ‘Yarbükü’nü. İyi çalışıyorsunuz, öbür arkadaşlarınız bir yandan, sen bir yandan, Türk köylüsünü ortaya çıkarıp seriyorsunuz. Gelecek iyi niyetli çalışmaları şimdiden hazırlıyorsunuz. Seni kutlarım.” (İsmail Hakkı Tonguç’tan Talip Apaydın’a 12 Şubat 1959 tarihli mektup) Gurur bir yandan, zulüm bir yandan çekelemektedir Tonguç Baba’yı. Ülke felakete sürüklenmektedir günden güne. Hastalığını unutup, ‘bir şeyler yapmak gerek, bir şeyler yapmak gerek’ diye kafa patlatmaktadır Tonguç. İşte bugünlerde bugün bile içimizi kanatan bir şey olur; kan döker devlet. 19 yaşında bir üniversiteli genci, Turan Emeksiz’i vurup öldürür vicdansız bir polis kurşunu. Günlerden 28 Nisan’dır! Sonrası, utancın kara harfleriyle yazılır ülkemizin tarih defterine! Bir yıl sonra yeni TC Anayasasını yapacak komisyonun başına getirilecek olan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, öğrencileri kurşunlayan polisin önüne çıktığı için üniversitenin bahçesinde polis tarafından yerlerde sürüklenir. Polisin attığı yumruk yüzünden gözlüğü yüzünde kırılır. Toprak ağasının çocuğu olmaktan başka bir meziyeti olmayan iktidar sahipleri, liyakat sahibi öğretim üyelerine, onları aşağılamak için “Kara Cübbeliler” derse, polise mi kızmalı, buna dur demeyenlere mi, bilemedim? (Meraklısına Not: ABD yanlısı politikalarıyla hatırlanan DP lideri Adnan Menderes, İzmir Amerikan Koleji mezunudur. 1945 yılında ihraç edileceği CHP’den Aydın Milletvekili seçildiği 32 yaşından sonra, Ankara Hukuk Fakültesine girmiş ve 1935 yılında sözü edilen okuldan mezun olmuştur.) “O karanlık günlerde hemen hergün erkenden kırlara çıkıp tek başıma dolaşıyor, yüksek bir sırttan Anıtkabir’e saatlerce bakarak; “Tanrım, ne olur şu kutsal sütunların altında yatan insanın ruhu aramıza gelse, birkaç gün olsun Ankara caddelerinde dolaşsa, vatanı emanet ettiği gençliği bir harekete geçirse” diyerek yakarıyor, ondan sonra gelecek aydınlık günleri hayalimde canlandırarak eve dönüyordum.”  (İsmail Hakkı Tonguç, 10 Haziran 1960 tarihli mektubu – “Tonguç’a Kitap”, sf. 77) Yargıçlar yürür Ankara’ya doğru, kadınlar yürür, üniversiteler yürür, en sonunda Harp Okulu öğrencileri yürür. Herkes sokaklardadır; sokaklar kımıl kımıl kaynamaktadır. Askeri darbeden sadece iki gün önce, Eskişehir’e gider Menderes. Havaalanında onu karşılayan askeri heyet, arkalarını dönerek protesto ederler Başbakanı. Bu son uyarı olur iktidara. Duyan kim? Sonrası… sonrası darbe, 27 Mayıs askeri darbesi! “Ordu yönetime el koymuştu. Bu tarihsel olay bütün yurtta gerçek bir bayram oldu (…) Atatürk’e… Atatürkçülüğe dönüş havası getirdi. Eğitim alanında (da) atılımlar oldu: Halkevlerinin yeniden açılması (…) 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Yasası, Yüksek Öğretim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yasası, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu TÜBİTAK, yasaları ve uygulamaları eğitim tarihimizde övgü ile anılması gerekli atılımlardır. 27 Mayıs devriminin en büyük başarısı, Kurucu Meclis’in hazırladığı yeni Anayasa oldu, o en gelişmiş ülkelerin anayasaları niteliğinde idi. Hukuk devleti, toplumsal yardım, Anayasa Mahkemesi, Senato, Devlet Planlama Teşkilatı, sendika, grev hakkı, toplu sözleşme, “insan haysiyetine yaraşır yaşam” hakkı gibi demokrasinin gereği olan kurumlar, haklar, kavramlar bu anayasa ile geldi.” (Rauf İnan, “Bir Ömrün Hikayesi-2 / Köy Enstitüleri ve Sonrası”, Öğretmen Yayınları, Mayıs 1988, Birinci Baskı, sf. 327) Bütün aydınlar gibi Tonguç da sevinçlidir zulüm bittiği için. Gelen aydınlık bir şafaktır. En azından öyle sanılmaktadır ilk günlerde. Hangi darbe aydınlıktır ki, bu da öyle olsun? Çabuk ayılır büyük öğretmen. Devamı var