Cehaletin mayası Türk aydınları arasında, 27 Mayıs darbesinin heyecanı çabuk geçer. Aklı başında, sorumlu ve duyarlı olanlar -ki; Tonguç Baba bunların başında gelir- yapılan darbey...

Cehaletin mayası Türk aydınları arasında, 27 Mayıs darbesinin heyecanı çabuk geçer. Aklı başında, sorumlu ve duyarlı olanlar -ki; Tonguç Baba bunların başında gelir- yapılan darbeyle sadece uygulayıcıların alaşağı edildiğinin, gericiliğin mayasının ortadan kalkmadığının farkındadır. “Şimdi ne olacak?” diye sorar Tonguç: “Şimdi ne olacak? İşte asıl büyük problemle şimdi alın alına gelmiş durumdayız. Işık tutacak insanlar kıt. Atatürk devrimlerini ortaya atanlardan sağ kalanlar kocadı. Yeni düzene temel teşkil etmesi gereken ilkeleri ileri sürüp savunacaklar ortaya çıkabilecek mi? (…) Kötülük ve geriliğin timsali olan diktatörlüğün icra vasıtası olanlar alaşağı edildi, fakat maya olduğu gibi duruyor.” (İsmail Hakkı Tonguç, 7 Haziran 1960 tarihli mektubu – “Tonguç’a Kitap”, İmece Yayınları-1, 1961, sf. 77) 16 gün sonra hayatını kaybedecek Tonguç Baba, kafasındaki her şeyi silerek, yeni başlayacak olanın ortağı olmak istemektedir sorumlu bir aydın olarak. Hastadır, yorgundur ama asla vazgeçmez memleketini sevmekten, onun için bir şeyler yapmaktan! Gericiliğin, cehaletin mayası lök gibi orta yerde dururken, aydın ol da dur bakalım! Tonguç, Akçadağ Köy Enstitüsü’nde müdürlük de yapmış olan, yakın dostu Şerif Tekben’e bir mektup yazar bu sıcak günlerde. Tam olarak, 16 Haziran 1960 günü, ölümünden 7 gün önce! “Hürriyet denilen nimete kavuşunca ilk günlerde ne yapacağımızı şaşırdık (…) Ankara’nın Kızılay’ında bağırdık çağırdık, kahramanlara alkış tuttuk, devrilenlere lanetler savurduk (…) Daha doğrusu paslanmış, kirletilmiş ruhlarımızı yıkadık, tepeden tırnağa milletçe temizlendik (…) Ortalık biraz yatışınca sıra düşünmeye geldi. Yıkılanların bıraktıkları harabe ne olacak? Nasıl bir yapı kurulacak? Bu işte kimler ne sıfatla ve ne şekilde rol alacak? Gelecek günler neler getirecek? Zihin bunlara benzeyen birçok sorulara cevap bulma yoluna girince çetin problemlerle karşı karşıya geldiğimiz anlaşılıyor (…) Önümüzdeki yakın günler hesabına aydınlara düşen görev, hazırlanmakta olan yeni Anayasaya girecek maddeleri iyi seçmek, iyi belirtmek, geriliğin yeniden hortlamasını önleyecek önlemleri bulup ortaya atmak. Kendi mesleğimizle ilgili nelerin ileri sürülebileceğini görüşebildiğim eğitimci eski milletvekillerine, hocalara, talim ve terbiye üyelerine, ilkokul müfettişlerine sordum. Aldığım yanıtların özeti şu oldu: bunu düşünmedim… İşte bence felaket buradan başlıyor. Çünkü demokrasi denen rejim için en büyük tehlike, düşünmeyen aydından gelir… Gerçek bu olunca düşünebilenlerin harekete geçmeleri en doğru yol olsa gerek.” (İsmail Hakkı Tonguç’tan Şerif Tekben’e gönderilmiş 16 Haziran 1960 tarihli mektup, “Tonguç’a Kitap”, İmece Yayınları-1, 1961, sf. 78) Dediğini de yapar Tonguç Baba, ölümünden üç gün önce, tüm yaşamı boyunca durmadığı gibi gene hareket halindedir düşünceleri. Sadece düşünmez; bir de tutup ak kâğıtlara yazar fikirlerini. Onu sonsuzluğa uğurladıktan sonra eve dönen oğlu ve yakın arkadaşları, Tonguç’un çalışma masasının üstünde, eğitimle ilgili, yeni Anayasa’ya girmesinde yararlı olacağına inandığı maddelerin sıralı olduğu, el yazısıyla hazırlanmış bir rapor görürler. “İlköğretim zorunlu ve parasızdır. 7. yaşa basan kız erkek her çocuk 15. yaşını tamamlayıncaya kadar, laik ilkokula, teknik okullara ve kurslara devam etmeye zorunludur. -Zorunlu öğrenim çağında bulunan her çocuk öğrenim süresince; a- Yaşam okuluna özgü ilkeleri uygulayabilecek öğretmenlere kavuşmak b- Sağlığı koruyucu olanakları elde etmek c- Çağdaş bir okul binasında okumak ve eğitilmek d- Kitaplardan, öğretim araçlarından yararlanmak e- Öğrenimi süresince taşıt araçlarından parasız yararlanmak, haklarına sahiptir. - İlk eğitim ve öğretim kurumlarının amacı, öğrencileri Türk toplumsal, ekonomik bünyesine en iyi bir şekilde uyum sağlayacak cumhuriyetçi ve laik vatandaşlar olarak yetiştirmektir. - İlköğretim kurumlarında sınıf mevcudu 50 öğrenciden fazla olamaz. Bu kurumlara devam eden öğrenciler yılda en az 200 gün öğrenim görürler. Günlük öğrenim süresi 5 ders saatinden az olamaz. - Zorunlu öğrenim çağında bulunan çocuklar, devlet okullarından başka okul ya da derslere devam edemezler. - Bakılmaya muhtaç kimsesiz çocuklar, zorunlu öğretimi tamamlayıncaya kadar devlet tarafından eğitilirler. - İlköğretim harcamaları Devlet, Özel İdare, Belediye ve Köy bütçelerine konulacak ödeneklerle ve devletçe kabul edilen yardımlarla karşılanır. - Herhangi katmandan olursa olsun, her normal çocuk, özellik ve yeteneklerine göre her derecedeki okullarda öğrenim görmek hakkına sahiptir. - Zorunlu öğretim kurumlarında devletin resmi dilinden başka dille öğretim yapılamaz. - Yetişkin halktan okuma yazma bilmeyenler, okur yazar duruma gelmelerini sağlayacak, halk eğitimi ile bezenmelerine yarayacak örgütlere ve kurumlara kavuşmak hakkına sahiptirler. - Köylerde ve köy niteliğinde olan beldelerdeki halk, oturduğu yerlerin gereksinim ve özelliklerine en uygun laik eğitim kurumlarına kavuşmak hakkına sahiptir. - Siyasi partiler, zorunlu ilköğretimin, halk ve meslek eğitiminin, sanat ve bilim alanındaki çalışmaların hızını engelleyecek girişim ve hareketlerde bulunamazlar.”  (Engin Tonguç, “Bir Eğitim Devrimcisi, İsmail Hakkı Tonguç, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi”, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, Üçüncü Basım, Ekim 2007, İzmir, sf. 707-708) Öldüğü 23 Haziran 1960 Perşembe gününün ilk saatlerine uykusuz girer Tonguç. Karnındaki ağrı onu uyutmamıştır. Gün aydınlanmaya başladığında hâlâ huzursuz, çalışma odasındaki divanında, bitkin bir halde uzanmaktadır. Belki de hazırladığı raporda hiçbir şey gözden kaçmasın diye düşünmektedir, kim bilir? Sabah uyanan Nafia Hanım, eşini bu halde görünce, komşuları olan doktor tanıdıklarını çağırır eve. Doktor, Tonguç Baba’nın hastalığından habersiz, ağrı kesici bir iğne yapar hasta öğretmene. Nafia Hanım, durumun ciddiyetinin farkındadır ve telaşla, aynı sokakta oturdukları Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün Müdürü, eski dostları Hürrem Arman’ı telefonla arayıp, hemen gelmesini rica eder. Saat sabahın yedisidir! Komşu doktorun yaptığı ağrı kesici işe yaramış, rahatlamıştır Tonguç Baba ama hava sıcak olmasına karşın üşümekte, tir tir titremektedir hâlâ. Apar topar gelen Hürrem Arman’ın eşi İffet Hanım’a, “Hürrem nerede?” diye sorar Tonguç... Bu onun son sözleri olur. Bu ara komşu doktor bir kez daha çağrılmış, bir iğne daha yapmıştır Tonguç Baba’ya. Hürrem Arman geldiğinde, artık konuşamayacak kadar sakinleşmiştir Tonguç Baba. O kadar sakindir ki; hiçbir yaşayan bu denli sakinliği tadamamıştır… Ateş ve buz, aynı derece etkisizdir artık Tonguç Baba için! Usulca örterler Tonguç’un onurlu bir yaşamın aydınlattığı yüzünü. Son kez baktıkları yüzünde, gülü de, bülbülü de kıskandıran bir gülümseme donup kalmıştır… Yok yok; domates hasadından gelen bir kız, ya da bir erkek çocuk, ellerini yıkayıp Vivaldi çalmaktadır bozkırda, o kalmıştır. Kendi yaptıkları sahnede, Çehov oynayan Kırşehirli, Çorumlu köylü çocuklarının replikleri kalmıştır Tonguç’un gururla gülümseyen yüzünde. Bir yıl sonra, Unesco’nun örnek insan seçeceği Mahmut’un sesi, yıllar sonra vurup öldürecekleri Cılavuzlu Kaftancıoğlu’nun cesareti kalmıştır; Fakir’in, Talip’in, Selâhattin’in roman sayfaları, şiirleri, Pakize’nin, İsmihan’ın, Mehlika’nın kavgası kalmıştır. Yetiştirdiği 17 bin boz urbalı enstitülü çocuğun, el ele halaya durma coşkusu donup kalmıştır Tonguç’un sakin yüzünde. Oysa ki öğleden sonra sevgili dostu Rauf İnan’la buluşmak için sözleşmişti o gün Tonguç Baba. Hamit Özmenek’in bürosunda buluşacaklar, Tonguç’un karalamasını yaptığı eğitim raporu hakkında konuşacaklardı... olmadı. 24 Haziran 1960 Cuma günü kaldırılır Tonguç Baba’nın cenazesi; Ankara Hacı Bayram Camiinden… Defin töreninden önce, evde, Gazi Eğitim’den mesai arkadaşlarından Necdet Pençe, alçıdan bir maskını çıkartır Tonguç Baba’nın. Hacı Bayram Camisinin önü mahşeri kalabalıktır o gün. Yakınları, dostları, öğrencileri, kuşlar, bulutlar, fırından gelen ekmek kokusu, saksıda ağlamamak için dudağını ısıran yetim fasulye, bir teli kopuk mandolin sesi, Malatya Akçadağ’ın kayısısı, Kastamonu’dan çıkıp gelmiş sarımsak kokulu köylüler, Ortaklar’ın üzümü, Aksu’nun portakalları, Kepirtepe’nin ayçiçekleri, yeri göğü doldurmuştur Tonguç’un sevenleri... Sonra eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Eğitim eski bakanı ve can dostu Hasan Âli Yücel, 32 yaşında ülke çapında tanınan enstitü çıkışlı genç yazar Fakir Baykurt, Rauf İnan… İnönü, musalla taşında yatan çalışkan eğitimci Tonguç’un Türk bayrağına sarılı tabutunun önünde sessizce durur bir zaman. Sonra, yaklaşık bir kilometre omuzlarda, yürüyerek gökyüzüne kaldırırlar Tonguç’un tabutunu son kez. Ardından arabalara binip, Cebeci’deki Asrî Mezarlığa getirirler tabutu. Birkaç konuşmacı, titreyen ve boğuk seslerle bir iki söz söyler Tonguç üstüne. Öğretmen arkadaşlarından Hamdi Keskin bunlardan biridir. Tonguç’un tutkusundan söz eder Keskin Hoca: “Oh, mavi sema altında bu hürriyet havasını bol bol ciğerlere çekmek ne hoşmuş, gözlerim açık gitmez gayrı bu dünyadan” dediğini söyler Tonguç’un, gözlerinde iki okyanusla. Saat 16.00’da, Özmenek’in bürosunda Tonguç’la buluşacak olan ama bir saat beklediği halde gelmeyince, ters giden bir şeyler olduğunu hisseden, Tonguç’un kadim dostu Rauf İnan da konuşur mezarlıkta: “Asla bağışlamadığı üç şey vardı Tonguç’un; faziletsizlik, yalancılık ve tembellik! Bu yüzden, onun kurduğu eseri yıkmak için hayatının son yıllarında, faziletsiz ve tembel insanlar çıktı onun karşısına. Kapattılar ama yıkamadılar onun eserini. Tonguç Baba, hür adını, eğitim alanında ilk defa dünya ansiklopedilerine geçirten kişidir. Bugün Tayland’ta bile kurulmaya çalışılan köy enstitülerini bizden örnek aldılar.” Sonra, Hasan Âli Yücel yaklaşır ortaya. Yüzünde ağır mı ağır, kapkara bir bulut! Gözünde dünyanın bütün yağışları! Konuşmaya başladığında yüzünü sel alır eski bakanın, canının yarısı toprak olanın! “Benim için konuşmak çok güç” diye başlar konuşmasına titreyen bir sesle: “Benim için konuşmak çok güç! Burada yatan benim en yakın arkadaşımdı. Hakiki bir insandı. 14 yıldan beri ona yapılmadık kötülük bırakılmadı. Bunların hiçbirinden şikayet etmedi. Müdafaa ihtiyacından dahi faziletli ruhunu uzak tuttu. Kısa sürdü ama kendisini kirli suçlarla itham edenlerin akıbetlerini gördü. O bunlarla öç alacak adam değildi. 27 Mayıstan önce ölseydi, bu kadar bile konuşamazdım. Onu, hepimizin bir gün kavuşacağımız Tanrı’nın marifetine emanet ediyoruz.” ‘Mutluluk dedikleri şeyin anahtarı herkesin gözüne saklanmıştır. O anahtar, hayata nasıl bakarsan o kapıyı açar sana, o herkesle başka başka kalıplara girer. Bu yüzden bırak mükemmel olmaya çalışmayı, çok saçma! Sen inandığın gibi yaşa; öyle yaşa ki mutlu olasın’ diyen herkesin ağzındaki sözün yarısı, Tonguç’la birlikte toprağa gömülür 24 Haziran 1960 günü. Ben ve benim gibi düşünenler, ömrü boyunca o yarısı kayıp tümceyi arayıp duracağız. Peki, merak ettiniz mi Tonguç’un ölmeden üç gün önce madde madde yazdığı raporun ne olduğunu? Anayasa Komisyonu’na gidip gitmediğini? Rauf İnan konuşuyor: “Yazdığı kâğıt bana verildi. İstanbul’da Anayasa Tasarısı Hazırlama Kurulu başkanı rektöre verilmek üzere hazırladığımız öneriye, onun yazdıklarını “Hakkı Tonguç’un Önerileri” başlığı altında koyduk (…) Bu komisyonun çeşitli konular üzerinde sormacalar (anketler) hazırlayarak -önerilerini almak üzere- ilgili uzmanlara gönderdiğini gazeteler yazıyordu. Hasan Âli Yücel’e, Rüştü Uzel’e, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na, Faik Reşit Unat’a, Hıfzırrahman Raşit Öymen’e, Kadri Yörükoğlu’na telefonla sordum. Hiçbirine sormaca gelmemiş, önerileri sorulmamış. Genellikle bizim yüksek öğretim üyelerinin, profesörlerin pek çoğunda eğitim görüşü yoktur.” (Rauf İnan, “Bir Ömrün Hikâyesi-2 / Köy Enstitüleri ve Sonrası”, Öğretmen Yayınları, Mayıs 1988, Birinci Baskı, sf. 331) Aydınlıklar içinde uyusun, kendisini tanıma ayrıcalığına eriştiğim Doktor Engin Tonguç, babasının değerlendirilmeyen bu insanüstü çabalarını anlatırken, o hayran olunası soğukkanlılığını koruyamaz. Sanki tümcelerinin tam ortasından, kan gibi sıcak bir nehir akıyormuş hissine kapılırız onu okurken: “Yeni Anayasa’nın hazırlanmasında Tonguç’un önerileri dikkate alınmayacaktı. Bunlar Anayasa yazma tekniğine uymayan uzunlukta ve ayrıntılı olabilirlerdi ama kurulmak istenen demokratik rejimin sağlamlığı açısından ne denli önemli ve zorunlu olduklarının bilincine varılabilseydi, kısaltılıp o tekniğe uygun bir duruma getirilebilirlerdi. Bu gerçekleşmeyecekti. Çalışma arkadaşlarının bu doğrultudaki girişimleri de sonuçsuz kalacak ve yeni Anayasa’ya eğitimle ilgili yeni ve ileri hükümler konamayacaktı.” (Engin Tonguç, “Bir Eğitim Devrimcisi, İsmail Hakkı Tonguç, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi”, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, Üçüncü Basım, Ekim 2007, İzmir, sf. 708) Ne diyelim; korkularını bayrak edip, dağı taşı kendisinin sanan ama burnu duvara dayandığında, ossaat dizleri üstüne çökenleri toplumumuzdan ayıklamadıkça, bu zûl bitmeyecek. Onlarla Tonguç cesaretiyle mücadele etmedikçe; bunun da tek yolunun, sanatla, bilimle, akılla örülü bir yarın kurmak olduğunu fark etmedikçe; belli ki ben, parmaklarım kopana kadar yazı yazmaya devam edeceğim. Biri boğazı yumruk gibi şişene kadar şarkı söyleyecek, ter içinde replik atacak, biri paletini satacak karnını doyurmak için. Birileri de pirince taş, süte su karıştırmaya, bu pisliğini de bize satmaya devam edecek uyuduğumuz sürece. Bizi salak yerine koyup, borç parayla tatile gönderecek. Canımızı alacak canımızı, uyanın! Umarım, bin yıllık uykumuzdan çabucak uyanırız; ömrünün bitmesine üç gün kala -bile- çocukları düşünen Tonguç Baba’nın hikâyesi bu paslı uyanışta bize rehber olur. Ve de güzel günlerin hasretiyle uykusuz, sahnesiz, ekmeksiz ve rüyasız kalan; bu uğurda mücadele ederken, yana yana geberip giden son kuşak biz oluruz inşallah! BİTTİ