“Eğitimli bir aptal, cahil bir aptaldan daha aptaldır.” (Moliere) Fransa’da altın çağ yaşanıyor... Bilimsel kesinlik ve düşüncenin sonsuzluğunda Descartes ve Pascal gibi dünyanın gidi...

Eğitimli bir aptal, cahil bir aptaldan daha aptaldır.” (Moliere) Fransa’da altın çağ yaşanıyor... Bilimsel kesinlik ve düşüncenin sonsuzluğunda Descartes ve Pascal gibi dünyanın gidişini etkileyen insanların yanı sıra, tarihi içinde bir ulus tiyatrosunun en iyi örneklerini veren iki usta oyun yazarı, çağını kökünden etkiliyor: Racine ve Corneille. Felsefede de farklı bir soluk geliyor La Rochefoucault’la. Her ne kadar çağdaşı La Fontaine’in ifadesinden çok farklı bile olsa, bir kır çobanıyla bir kral aynı espriye gülebiliyor, aynı sancılara şaşırabiliyor. Ağırlıkta La Fontaine’in çabalarıyla köy ile saray arasındaki uçurum kırılıyor; süreç, insanın keşfine yöneliyor artık. La Rochefoucault, kişinin ahlâk cephesine mesajlar gönderirken (ki hâlâ sıcacık ve şaşırtıcı derecede özgün fikirlerdir bunlar) La Fontaine; hayvanları, ağaçları, kuşları, böcekleri masal formuna getirerek toplumsal öğretilerde bulunuyor. Pozitif bilimin gelişmesi, sanat alanında da kendini geliştirmeyle bütünleniyor ve ortaya pırıl pırıl bir altın çağ çıkıyor. Elbetteki yüz yıl önce yaşamış fikir adamlarının etkisinin, bu altın çağı belirlemede payı çok büyüktür. Çünkü altın çağ Fransası, altın gibi iki beynin ürünüdür aslında: Biri sinir bozucu alçakgönüllüğüyle Montaigne, diğeri Rabelais. 16. yüzyıla dayanan 17. yüzyıl Fransasının ilerlemesi ve bu dönemin krallarına “Güneş Kral” denmesi boşuna değildir elbette. Kral, bütün bilimsel ve sanatsal çabalara destek veriyor, sonuçta da kaçınılmaz olarak başarı geliyordu. Yıl 1622 … Fransa, Paris. Paris’in Saint Honore ile, Vieilles Etuves sokaklarının birleştiği, maymun desenleriyle süslü zengin bir ev. Zengin bir adam; Jean Baptiste Poquelin. Sarayın halıcıbaşısı ve döşemecisi. 13 Ocak 1622’de, halıcı Poquelin ve eşi Marie Poquelin Cresse’nin evlerinde, erken doğan bir çocuk dünyaya gelir. Adını Jean Baptiste koyarlar. Paris’in göbeğinde bulunan, çok gürültülü tüccar mahallesindeki bu ev; soyluluğuyla övünen, haşmetli Fransa Kralının halıcıbaşısı ve oda hizmetçisi Poquelin’in kendi mülküdür. Sarayın halıcıbaşısı Mösyö Poquelin, doğan erkek çocuğunun sevincini yaşamaktadır. İleriki günlerde mezarında bile rahat bırakmayacakları bebeğine sevgiyle bakar. Oysa küçük Jean Baptiste baba mesleğinden çok uzak ufuklara çevirecektir yüzünü. O henüz küçücük bir çocukken bile, koca ustalar Racine ve Corneille’in tragedyalarındaki büyüye kapılacak; onların tragedyalarında küçük yüreği yerine sığmadığı gibi, tragedya oyuncusu olmaktan başka bir şey düşünmeyecektir. DÖRT KARDEŞ Dört kardeşin en büyüğü olan Jean Babtiste, Paris’in yağmurlu caddelerinde bir afiş görür günün birinde: “Illustre Theatre kuruluyor. Gönüllü oyuncular, gelin dünyayı birlikte keşfedelim.” Aldığı hukuk eğitimini hiç düşünmeden, hemen kaydını yaptırır Illustre Theatre’a. Tiyatronun başında Madeleine Bejart adlı güzel bir kadın vardır. Topluluk büyük hedeflerle kurulsa bile altı yedi ay sonra parasızlıktan dağılmak zorunda kalır. 1658’de içlerindeki ateşin sönmediğini farkeden topluluk yeniden biraraya gelir ve başarılı bir geleceğe doğru perde açarlar. Artık o köy senin, bu köy benim dolaşıp duracaklardır Fransa’da. Sahnelerinde, borçlarını bile kapatmaya yetmeyecek kadar az para kazandıran kötü bir Racine kopyası vardır... On bir sene ısrarla karış karış gezerler ülkeyi. Ancak, sesinin inceliği, bedeninin zayıf görüntüsünden midir bilinmez; Jean Baptiste bir türlü kabul görmez oynadığı tragedyalarda. Ne yazdığı tragedyalar iş yapar, ne de incecik sesiyle, arada bir tutan hıçkırıklarıyla süslü konuşmalara alışık olan tragedya seyircisini etkilemeyi başarabilir. Tragedya, sarayın himayesindedir. Onlar ise, arkalarından “çarşaf hırsızı” diye bağırılan bir gezici kumpanyadır. Haydutların, yollarını kestiği zaman, ter kokan tiyatro kostümlerinden başka bir şey bulamadıkları ve öfkeden kumpanya arabalarını parçaladıkları sıradan gezginlerdir. Hepsi bu... 1658’de Jean Baptiste Poquelin artık metresi olan Madeleine Bejart’ın önerisiyle komedya yazmaya yönelir. Aklı tragedyada kalan bu genç adamın yazdıkları umulmadık, başarılı sonuçlar verir. “Şaşkın”, “Zoraki Hekim” ve artık bir klasik kabul edilen tiyatro anıtı “Georges Dandin” bu yıllarda yazılır. Illustre Theatre borçlarını ödediği gibi, sıcak yemek yiyip, yumuşak yataklı pansiyonlarda kalabilmektedir artık. Ömrünü tiyatroya adamış Jean Baptiste kendi içindeki savaşı ertelemiş ve güldürü yazarlığına geçmiştir. Oysa ki o hâlâ gönlündeki felaketine bilerek giden bir tragedya kahramanının düşünü kurmaktadır... Bitmeyen bir hevesle hem de! 1600’lerin ikinci dilimine gelindiğinde, biraz da seyircinin artıp para kazanmalarının sıcak itkisiyle, Paris’e göz dikerler. Artık sarayda oynama zamanı gelmiştir. Eğer işler yolunda giderse saraydaki oyundan sonra yaklaşık on beş senedir yollarda ısrarla tiyatro yapmaya çabalayan bu yirmi insan, para ve rahat bir yatak özlemlerini kesintisiz olarak giderebilecektir. Artık arkalarından hırsız diye bağrılmayacak, artık sahneyi aydınlatacak mumları bittiğinde, iç çamaşırlarını yağa bulayıp, mum yaparak oyuna çıkmayacaklardır. 1659. Sarayın ışıl ışıl salonu. Nerde eski püskü perdelerle üç saatte kurdukları derme çatma sahne, nerde sarayın kapı kolları altından, geniş platformlu mermer sahnesi? Mutlaka başarmaları gerek. Bu hayatlarının fırsatı... Jean Baptiste ve Madeleine Bejart, iki sevgili kafa kafaya verir ve bir tragedya saptarlar. Oyun düşlenen başarıya ulaşmasa bile, bir de komedya oynamaları istenir. Jean Baptiste’in hem zaferi, hem yenilgisinin başladığı komedya işte bu ruh halinde seyirci önüne çıkar: “Gülünç Kibarlar”... Oyun, hedefi tam on ikiden vurur. Güneş Kral 14. Louis eleştirileri büyük bir dikkatle dinlerken, gülmekten de katılmaktadır. Zekâ dolu replikler kralın ilgisini çeker. Yeni bir komedyayla karşı karşıya olduklarını hemen fark ederler. Kral, Jean Baptiste’in samimiyetinden etkilenir ve ona sarayında tiyatro yapma kapılarını açar. Illustre Theatre oyuncuları yıllardan sonra o gece iki şeyin tadına varır: Tiyatro oyunlarının başarısı adına doya doya çığlık atıp sevinmek ve bu zafer uğruna çektikleri acılara hıçkıra hıçkıra ağlamak... Göz yaşı bu yıldan sonra ne Illustre Theatre’ın ne de Jean Baptiste’in yakasını bırakmayacaktır artık. 1662’de Madeleine Bejart’ın kızı mı, kardeşi mi kesin olarak bilinmeyen, tiyatronun içinden yetişmiş, çirkin ama oldukça şuh bir kadın olan Armande Bejart, Jean Baptiste’in karısı olarak karşımıza çıkar. Madeleine yıkılır. Yıllardır seviştiği adam kızıyla evlenmiştir. Bütün bunlar olurken, bu başarıyı çekemeyenler sevince boğulur: “Jean Baptiste, sarayın tiyatrosunun başı... Kızıyla evlenmiş, ahlâksız... Kralımız bunu bir kez daha düşünmelidir.” Hiç bir zaman kesinlik kazanmasa bile, kendisinden en az yirmi yaş küçük olan karısı ona mutluluk getirmeyecek ve incelemecilerin açıklamakta zorlandığı tuhaf bir sır olarak kalacaktır Armande’nin Jean Baptiste’yle yaptığı evlilik... Gerçekten zor bir durumdur Jean Baptiste’in karşısına çıkan. Metresiyle aynı tiyatronun içindedir ve düşmanları açık aramaktadır. Yine de; hafif bir kız olarak bilinen, süs düşkünü, kompleksli bir kadınla evlilik sürdürmek için anlaşılmaz bir ısrarı vardır Moliere’in. Üstüne üstlük, yılların verdiği yorgunluk onda kronik bir öksürük de bırakmıştır. Utancını, aşkla açıklamaya çalışması kimsede merhamet uyandırmaz. Mutsuzdur ama hayatı boyunca karısına âşık kalmıştır yine de. Tek çıkış yolu vardır kendince: Yazmak. 1664’te bir klasik yaratır Jean Baptiste: “Tartuffe”. Sahte din adamlarını yerden yere çarpar oyununda. Softalar ve din tüccarları öyle bir bozulur ki, öclerini bu tiyatro adamının ölüsünden alacak kadar kinlenirler. Birkaç gösteri sonrası yasaklanır oyun. Kral, yükselen gerginliği dindirmek için, aşk konuları gibi yumuşak konularda yazmasını ister Jean Baptiste’ten. Yazarı desteklediğini herkes bilir. Kral oyunları seviyor ama çevresindeki süslü aristokrasi, bu gür sesli şarkılardan son derece rahatsızdır. “Kibarlık Budalası” ve “Muhteşem Âşıklar” 1670’te yazılır. Sağlığı ve morali iyice yıpranmış olan Jean Baptiste; 48 yaşında tüm dirençsizliğiyle, her cephede savaşına devam etmektedir. Kuvvetlidir kuvvetli olmasına, çünkü tiyatro, yaşamaktır onun için. Her şeye ama her şeye direnebileceğini düşünürken... 1671’de, büyük dostu Madeleine Bejart’ı kaybeden Moliere, tam anlamıyla çöker... Her ne olursa olsun, Madeleine onun kader ortağı olmuştur ve yerini dolduracak hiçbir şey yoktur Jean Baptiste için. Sersem gibi sağa sola çarpar kendini. Zaten problemli olan evliliğinden ne umabilir ki bu durumda? Düşmanları günden güne artar. Çünkü o var olan bir şeyleri yerinden oynatmış, yepyeni bir şeyler sunmuştur Fransa’ya. Komedya onunla birlikte yücelmiş, çağını ileriye götürmüş, ciddi bir eleştiri silahına dönüşmüştür. Artık aydınlarla halk, sarayla kırsal arasındaki uçurum kapanmış; yukarının aşağıyla, aşağının da yukarıyla doğrudan bağlantısı kurulmaya başlamıştır. Zengin bir ailenin soylu üyesi olmayı reddederek yollara düşmüş bu tiyatro savaşçısını yenmenin mümkünü kalmamıştır artık. O gücünü Montaigne’den, Rabelais’ten, ilerleyen bilimin ışığından ve felsefe öğretisinden almıştır. Yıllarca halkın içinde bulunmuştur. Dilinin çatalı, on küsur sene çektiği ya da birilerinin hâlâ çekmeye devam ettiği acılardandır çünkü. “Kibarlık Budalası” ve “Scapin’in Dolapları” 1671’deki depremin tek tesellisi olur Jean Baptiste için. Artık yazdığı her komedya hem kır çobanını hem de kralı; rütbe, statü ya da toplumsal duruşlarından öte güldürmekte, düşündürmekte ve hüzünlendirmektedir. İnsanlar gülerken, onun kaleminin gücünden söz ederken, o kronik öksürüğünün dayanılmaz olduğu 1673’te arkadaşlarını sahnede yalnız bırakmamak için, anason bitkisini sıcak suya atarak içer ve bütün engellemelere karşı sahneye çıkar... Sanki bir kedi yutmuştur. Kedi şımarık mı şımarıktır. Tırmalamaktadır oyuncunun gırtlağını her repliğinde. Her pençe atışında midesinden başlayan bir sancı, yavaş yavaş yukarı doğru çıkmakta ve çıkarken, uzun tırnaklar cam üzerinde kayıyormuş gibi yırtmaktadır Moliere’in içini. Damla damla içinin kanadığını hisseder büyük oyuncu. Oyunun bir yerinde sendeler Jean Baptiste. Halk bunun oyunun bir parçası olup olmadığını düşünürken, işi şakaya vurup oyununu tamamlar. Perde kapandığında herkes ayaktadır, Jean Baptiste yerde! Arkadaşlarının gözyaşları içinde ve titremeler halinde, evine götürülür. Ağzından kan gelmeye başlar. Öksürüğü son kez rahatsız eder onu ve içindeki kedi pençesini kalbine atar Jean Baptiste’in. Sahnede ağzının içi kanla dolan ve bu halde evine getirilen bu büyük tiyatro adamı, öksürükle başlayan bir iç kanama yüzünden sahneden indikten yirmi dakika sonra hayata son kez selam verir. Çok başarılı bir oyundan sonraki saygılı ve mağrur bir selamdır bu. Sessizce ve güçlü... Hayat heyecanla alkışlar inatçı ölüyü. Acil olarak eve götürüldüğü sırada, bir dostu kapı kapı Paris’in doktorlarını gezmiş; hiç biri bu ünlü tiyatro adamını kurtarmaya gelmemiştir. Öldüğü sırada “Hastalık Hastası” oyununu oynamakta,; oyunda çürümüş sağlık sistemine çatarken, doktorları şaklabanlardan ayıran ince bir çizgiden sözetemektedir Moliere. Erdemden sözetmektedir. Biçimin her şeyden önemli olduğu o günlerde, bir statüye eleştiri getirmek lanetlenmektir, bunu herkes gibi o da bilmektedir ama bir şeyi daha bilmektedir Jean Baptiste Poquelin; tiyatro, kaba da olsa, halkın sağlam sağduyusuna yaslanmalıdır. Bu inancı onu ölüme götürse bile! Ölür... Ölür ama üstündeki lanet kalkmaz Jean Baptiste’in. Gerçi bu ismini kimse bilmemektedir onun. En yakın dostları bile kullanmaz bu ismini. Onu daha çok “Moliere” adıyla tanırlar. Gizlice gömülmesi için karısı kraldan yalvara yalvara izin alır ve gecenin kör bir karanlığında, baykuşların ve tilkilerin şaşkın bakışları arasında kimsesizler mezarlığına gömülür. Yıllar önce, “Allahın Belası Bir Adam: Moliere” adlı oyunumun sonunda bu bölümü şöyle yazmışım. “Verilen emir, kilisemizce incelenmiş olup, gündüz saatlerinde olmamak ve hiçbir rahip verilmeksizin, dini mezara gömülmesine izin verdik.” dedi kilise. Ve Paris halıcılar loncasında, saygıdeğer Jean Baptiste Poquelin’in oğlu, kralın komedyeni Moliere’in öldüğü duyulduğunda; lonca üyeleri Richelieu sokağına geldiler ve Moliere’in üzerine, loncanın altın işlemeli bir sancağını yaydılar. Böylece Moliere aslına dönmüş oluyordu; başlangıçta halıcıydı, tekrar halıcı oluyordu. 21 Şubat 1673 gününün akşamında; Moliere, Saint Joseph mezarlığına götürüldü. Burada intihar edenlerle, vaftizsiz ölen çocuklara ayrılmış bölüme gömüldü. Ve mezarlık görevlisi, 1673 yılının 21 Şubat günü, mezarlık defterine kralın halıcısı ve oda uşağı Jean Baptiste Poquelin’in gömüldüğünü yazdı kısaca. Tabutun arkasında kocaman mumlar taşıyan çocuklar vardı. Bir de birkaç sadık dost: La Fontaine vardı başı önünde, sonra şair Boileau, ressam Mignard … Ve Palais-Royal’in oyuncuları … Tabutun arkasından bir meşale ormanı ilerliyordu sanki. Mezara varıldığında, Armande son görev için; Moliere’in gömülüp, mezar taşı konulamayan mezarının üstüne yüz bağ odun getirtip yaktırdı … Kimsesizler ısınsın diye … Sonra birden kapak taşı ikiye ayrıldı. Kekeme bir rüzgar sızdı mezardan, dünyadaki bütün sahnelerde replik olmak için … yayıldı gecenin karanlığına. Bu tarihten yüz yıl kadar sonra, Fransız devriminin görevlileri anıttan bir mezara aktarmak için, Jean Baptiste Moliere’in kemiklerini mezardan çıkarmaya geldikleri zaman, gömülmüş olduğu yeri hiç kimse bulamadı … Moliere Paris toprağına girdi ve orada kayboldu. Mezarı bile olmayan bu Allahın belası adamdan geriye kalan; mezarlığın karşısında o gece uykuları kaçmış iki kadının konuşmasıdır sadece … -Kimi gömüyorlarmış komşum? - Moliere denen birini … Kilise düşmanı, sefil bir oyuncuyu. -A, öyle mi? Allah belasını versin o zaman.” Gömülmesiyle de eziyeti bitmez Moliere’in. Öfke öyle büyüktür ki ona... Gömüldüğü mezar gizlice açılır ve kemikleri başka başka yerlere savrulur. Hatta Moliere’in kemiklerinin La Fontaıne’in kemikleriyle karıştığını bile yazar kimi kaynaklar. Büyük bir tiyatro adamının hüzünlü öyküsünü ahlanıp vahlanmak için yazmadım. Moliere örneğiyle, tiyatronun nasıl bir şey olduğunu ve günümüze hangi koşullarla geldiğini şöyle bir hatırlatmak istedim sadece. Bir avuç kavgacı sanat adamını ayrı tutarak; toplum sağduyusuna dayanmayan ticari oyunların, entelektüel kılığına girmiş cehaletin ya da bar edebiyatçılarının, kuyruğunu yakalamaya çalışan köpek gibi hiç durmadan kendi etrafında döndüğü günümüzde, mezarı bile olmayan gerçek bir tiyatro adamının, yüz yılllara nasıl ışık tutabileceğinin acıklı öyküsüdür okuduğunuz. Hayatı boyunca iyi bir tragedya kahramanı olmayı düşleyip de, dünyanın en zor şeylerinden biri olan komedyada karakter yaratmayı başarmış bu insan, tragedya sancısını kendi gerçeğinde yaşamak zorunda mıydı ? Belki de evet, yaşamak zorundaydı. O öyle olmasaydı, biz onun mücadelesindeki ayak izlerini takip edenler, neyi örnek alacaktık kendimize? Neyin ışığı yolumuzu aydınlatacaktı bu her tarafı keskin usturalar gibi uçurumlarla dolu çetin patikada? Üstelik softalar, yobazlar her karanlıkta şeytan gözleriyle bizi beklerken? Üstelik sanatın sadece eğlence olduğunu sana zekâ engellilerin yaşadığı çağımızda? Üstelik tiyatronun hâlâ başka dünyalardan gelmiş insanlar tarafından yapıldığının sanıldığı bugünlerde... Üstelikler bitmez... Bir üstelik de biz koyalım üsteliklerin üstüne. İyi bir tiyatro adamı hayatın içindedir. Üstelik... onlar için mezar taşına bile gerek yoktur.