Kimleri ve neden rahatsız ettiğini anlayamadığımız “Andımız” metni ile ilgili hukuki tartışmalar 2018 yılında hepimizi fazlaca meşgul etmişti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun nihai kararı il...

Kimleri ve neden rahatsız ettiğini anlayamadığımız “Andımız” metni ile ilgili hukuki tartışmalar 2018 yılında hepimizi fazlaca meşgul etmişti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun nihai kararı ile durum netleşti. “Andımız” metni artık hafızalarımızda hoş bir anı olarak kalacak. Ancak değinmek istediğim konu başka… Danıştay 8’inci Dairesi’nin Andımız’ın yeniden okullarda okutulması kararı vermesi sonrası, dönemin Başbakan Ahmet Davutoğlu Twitter’dan yaptığı açıklamada “Andımız uygulaması, 1930’lu yılların otoriter zihniyetinin bir ürünüdür. Vesayetçi sistem ve zihniyetle yürütülen mücadele çerçevesinde 2013 yılında pedagojiye aykırı bulunarak kaldırılmıştır” demişti. MEB’DEN AKIL ALMAZ SAVUNMA Sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Danıştay’a gönderilen cevabi dilekçede, Türk Milleti’ni yerden yere vuran, mantık hatalarıyla örülmüş cümleler, “hukuki görüş” olarak mahkeme kayıtlarına geçmişti. “Türk ulusal kimliğinin tarih sahnesine çok geç çıktığı” belirtilen dilekçede, “Türkler kendi çağdaşı unsurlara göre ulus bilincine en geç ulaşan topluluktur. Türkiye Cumhuriyet'ini kuran kadro zaten gecikmiş olan süreci hızlandırmak için yoğun çaba harcamıştır. Özellikle 30'lu yıllarda benimsenen politika, artık toprak bütünlüğünü garanti altına alan bir ülkenin milli bütünlüğünü de sağlamasıydı. Öğrenci Andı da bu amaçla benimsenmiş ve ilkokullarda okutulmaya başlanmıştır. Ulus bilincine geç ulaşan bir toplumda bu çeşit sembol ve ritüellerin kullanılarak, ortak bir milli kimlik inşa edilmeye çalışılması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak 2023 yılında yüzüncü yılını dolduracak olan Türkiye Cumhuriyeti'nde toplumun zaten bir milli kimlik kazanmış olduğunu kabul etmek gerekir. Yani Öğrenci Andı işlevselliğini yitirmiştir. Hal böyleyken 21. yüzyıl Türkiye'sinde 30'lu yılların ritüellerini benimsemek anakronik (çağdışı) bir yaklaşımdır.” görüşünü savunmuştu. Bu tartışmalarda gözden kaçan ve kimsenin sormadığı bir soru var. HANGİ BİLİMSEL BULGU? Andımız’ın hangi vesayetçi sistemin ürünü olduğunu açıklamayan Davutoğlu, 2013’te alınan ve sahte çözüm sürecinin gereği olduğu anlaşılan kararın bir “pedagojik veriye” dayandığını söylüyor. Yani “aldığımız karar, bilimsel bir karardır” diyor. Pekâlâ sormamız gerekmiyor mu? Bu “pedagojik” incelemeyi hangi üniversite ya da akademisyenler yaptı? O yıla kadar aralarında Davutoğlu’nun da bulunduğu milyonlarca insan bu metni okumuş, hiçbirinde pedagojik bir sorun yaşanmamıştı. Bitmedi… Toplumun büyük çoğunluğunun alkışladığı Danıştay 8. Dairesi kararında, “Öğrenci Andı uygulamasının 1933 yılından bugüne uygulandığı, idari istikrar biçiminde yıllardır okutulan Andımız’ın kaldırılmasının ancak bu değişikliğin hukuka uygun kılacak bilimsel bir gerekçeye dayanması halinde olanaklı olacağı, Andımız metnindeki kavram ve ilkelerin Anayasa’da anlamını bulan kavram ve ilkeler olduğu” belirtiliyor. İşte meselenin bam teli burada. Danıştay mealen “80 yıldır okutulan bu andı kaldıracaksan, hukuka da uygun bir bilimsel gerekçen olması gerekir” diyor. Davutoğlu’nun Twitter mesajında yer alan ve Andımız’ın kaldırılmasına gerekçe oluşturan “pedagojik aykırılık” tespiti varsa, bu tespit yetkin eğitimciler ve akademisyenler tarafından yapıldıysa, bunu bilmek hakkımız olsa gerek… Kendisi de bir akademisyen olan Ahmet Davutoğlu’nun yanlış bilgi vereceğini düşünmüyoruz elbette. ANDIMIZ’IN METNİ Ve, ne diyordu Andımız? Türküm, doğruyum, çalışkanım; İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene… Şimdi sormak lazım: Etnik değil, Anayasal vatandaşlık temelinde buluşarak gururla “Türküm” deseydik, PKK belası 40 yıldır başımızda olur muydu? “Doğruyum” diyebilseydik, adeta iliklere kadar işleyen, çoğu kez de İnşallah’lı-Maşallah’lı girizgâh cümleleri ile yapılan yolsuzluklar kitleselleşir miydi? “Çalışkanım” diyebilseydik, sırtını devlete dayamış beleşçi bir toplum olur muyduk? “Küçükleri korumak” ilkemiz olsaydı, tarikat ve cemaat karanlıklarında minicik yavrularımızın namusuna el uzatan şerefsizler aramızda gezebilir miydi? “Yurdumuzu ve milletimizi” sevebilseydik; varlıklarımızın, doğamızın, şehirlerimizin katledilmesine ses çıkarabilmez miydik? Bunları yapmayan, yapamayanlar; “Andımız kafatasçı bir düzenin simgesi” diye dursunlar. Biz yapamadık ama çocuklarımız elbet bir gün, bu deli saçması görüşleri tarihin çöp sepetine atmakta bir an olsun duraksamayacak!  

EKONOMİDEKİ TOZ DUMANA TOBB’UN TEK CÜMLESİ YOK MU?

Merkez Bankası’nda yine bir gece yarısı yapılan görev değişikliğinin ekonomideki yarattığı şokun artçıları sürüyor. Yeni Başkan Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu’nun Faiz-Enflasyon ilişkisinde nasıl bir yol izleyeceği bilinmezken, döviz kurlarında yaşanan çalkantı, iş dünyasının canını çok kötü yakıyor. Geçen hafta İzmir’in en büyük OSB’si olan Atatürk OSB’de faaliyet gösteren bir iş insanı dostumuzu ziyarete gittim. Söz dönüp dolaşıp döviz kurlarında yaşanan çalkantıya gelince, iş insanı ağabeyimiz, “Konuyu daha iyi anlaman lazım” diyerek kolumdan tuttu ve beni hem iç piyasaya hem de ihracat sevkiyatına hazırlanan malların olduğu depoya götürdü. SATACAĞIM AMA HANGİ FİYATA? Tavana kadar dolu depodaki malları göstererek, çok ilginç bir cümle kurdu: “Bu malları satacağım ama fiyatını bilmiyorum.” Yüksek ithal girdi içeren ürünlerin maliyetinde döviz bazlı değişiklikler, ürünlerin fiyatlamasında sorun yaşatıyor, ürünün maliyetinin altında satılma ihtimalini doğuruyordu… Mal hazırdı, müşteri hazırdı ama fiyatı belli değildi. Bu durumda olan yüzlerce işletme, piyasalarda yaşanan depremin etkisi ile bir haftadır ne yapacağını bilemez halde. Pekâlâ iş dünyasında böylesine sıkıntı yaşanırken, aynı iş dünyasının temsilcileri ne düşünüyor? Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bir haftayı aşkın süredir anlaşılmaz bir sessizliğin içinde. TOBB bünyesindeki bazı oda ve borsa başkanları arasında “konuşabilenler” feryat ediyor ama etkileri sıfır düzeyinde. Üşenmedim, TOBB ve Başkanı Sayın Rifat Hisarcıklıoğlu’nun sosyal medya hesaplarında, Merkez Bankası depreminin yaşandığı 20 Mart sabahına kadar neler paylaşılmış diye baktım. TOBB NEDEN SESSİZ? Sayın Başkana yapılan ziyaretler, iştirak edilen bir cenaze, ağaç dikim töreni, online olarak yapılan birkaç sektör toplantısı… Hepsi bu. Memleketin ekonomisi yangın yeri, iş dünyası önünü arkasını göremiyor ama yaşananlar TOBB’un ilgi alanına girmiyor. En azından dışa açılan yüzlerinde durum bu. Benzer krizlerin yaşandığı 1990’lı yıllarda TOBB başta olmak üzere iş dünyası örgütlerinin yaptıkları açıklamaları anımsıyorum… Akıl almaz değişimin büyüklüğünü anlayabiliyorum…

ŞAŞIRMASI GEREKEN KİM, ANGELA MERKEL Mİ BİZ Mİ?

Geçen hafta bizzat tanık olduğum, hem gençlerimiz hem de ülkem adına beni çok üzen bir olay… Oturduğum Bostanlı semtindeki zincir marketlerden birinde alışverişimi tamamlamış, kasa sırasında bekliyorum. Orta yaşın üzerinde bir beyefendi ile kasiyer genç kızımız arasındaki diyaloğa kulak kabartıyorum. Emekli öğretmen olduğunu söyleyen beyefendiye, “Amca ben iki üniversite bitirdim, sınıf öğretmenliği ve psikoloji okudum. Halen yüksek lisansımı yapmaktayım.” diyor kasiyer gencimiz. Sözünü budaktan sakınmıyor. “AKP’ye üye olsaydım ya da ailem iktidar partisinde etkin olsaydı çoktan kamuda iş bulurdum” diyor. HAFTADA 60 SAAT MESAİ İki yıldan fazla süre iş aradığını, KPSS sınavlarına girdiğini, nihayetinde ailesine daha fazla yük olmamak için 3 bin TL’nin biraz üzerinde maaşla kasiyer olarak çalışmaktan başka şansı kalmadığını söylüyor. Maaşını zamanında almasına şükrettiğini ifade ediyor… Ailesi Burdur’da olan bu gencimiz, İzmir Çiğli’de bir öğrenci evinde kalıyor. Haftada 6 gün, günde 10 saat çalışıyor. Hepimiz için çok tanıdık bir manzara bu. Türkiye’deki ekonomik düzenin, hiçbir insan kaynakları planlamasına dayanmadan, adeta bakkal dükkânı açar gibi üniversite kurmasının bir sonucu... Sayın Cumhurbaşkanı, hemen her konuşmasında Türkiye’deki üniversite ve yüksek eğitim alan öğrenci sayısından övgü ile bahsediyor. Angela Merkel ile yaptığı görüşmede, Almanya Başbakanı’na Türkiye’deki üniversite sayısını 207’ye çıkardıklarını, bu rakamın Almanya’daki üniversite sayısından fazla olduğunu söylediğini belirtiyor. “Sayın Merkel’e 8 milyon 400 bin üniversite gencimiz var deyince, çok şaşırdı” diye de ekliyor Sayın Cumhurbaşkanımız… ŞAŞIRMASI GEREKEN KİM? Pekâlâ durum böyleyken, neden her yıl yüzbinlerce gencimiz, Almanya başta olmak üzere yurt dışında üniversite eğitimi almak için birbirini eziyor? Başta teknik ve mühendislik alanları olmak üzere, dünyanın en ileri yükseköğretim seviyesine sahip ülkeleri arasında başı çeken Almanya, neden her gencini üniversiteli yapmayı, neden her köşe başına apartman üniversiteleri dikmeyi düşünmüyor? Bu işte bir terslik yok mu sizce? Türk iş dünyası, asgari ücretin çok üzerinde maaşla yetkin ara işgücü ararken, iki üniversite mezunu ve yüksek lisans yapan gençlerimiz marketlerde kasiyerlik yapıyor. Olacak iş mi bu? Şaşırması gereken kim? Biz mi yoksa Angela Merkel mi? Market sırasında beklerken, 2015 yılında yaşadığım bir olayı anımsadım. GÜLLE GİBİ CÜMLELER… O sıralar görev yaptığım Petkim’in CEO’su Kenan Yavuz’un Twitter’da paylaştığı mesaj dizisi Türkiye gündemine bomba gibi düşmüş, müthiş ilgi çekmişti. Herkesin karnından konuştuğu gerçekleri yüksek sesle dile getiren Kenan Bey; ezber bozan gülle gibi cümlelerini, yüksek öğretim eğitim sistemini yönetenlerin kafalarına fırlatıyordu adeta: “YÖK denilen kurum, aileleri ve çocuklarımızı kandırmaktan vazgeçmelidir. Üniversite bitirip ortalığa dökülen milyonlarca gencimiz var. Biz nitelikli ara işgücü bulamazken, eline diploma alan ‘Ben ne zaman müdür olacağım’ demeye başlıyor. YÖK'e sesleniyorum, gelecek üç yıl içinde binlerce meslek eğitimli işçi istihdam edeceğim. Üniversite mezunlarına ise kapım kapalı. Ailelere sesleniyorum, sitcom üniversitelere çocuklarınızı gönderip hayatlarını karartmayın. İş bulamazlar. Anadolu'nun köylerine uluslararası ilişkiler bölümü açan YÖK, yazık değil mi bu çocuklara, onlara ümit bağlamış ailelere? Üzülerek söylemek zorundayım, lütfen bana üniversite (!) mezunu CV yollamayın. Bakmadan çöpe atıyorum. YÖK eğer talep ederse, çöpe attığım CV'lerini kendilerine hediye edebilirim. Çöp kutum dolu zira… Meslek yüksekokulları ve teknik meslek eğitimi teşvik edilmeli, teknik olmayan meslek yüksekokulları kapatılmalıdır. Kasabalarda uluslararası ilişkiler olur mu? Çocuklarımız ve aileleri sanal beklentilere sokuluyor. Eğitim planlaması en önemli meselemizdir. Herkes üniversite mezunu olacak diye bir şey yok. En yüksek işsizlik oranı üniversite mezunları arasında. Her on ara işgücüne karşı sadece bir üniversite mezununa ihtiyaç var. Japonya, Kore ve Almanya mucizelerinin altında yatan nitelikli ara işgücü ve kaliteli üniversite eğitimidir.” Bu açıklamalarla pandoranın kutusu açılmış, yağmur gibi destek ve eleştiri gelmeye başlamış, onlarca köşe yazarı ve gazeteci bu açıklamaları yorumlamıştı. Bu cümlelerden altı sene sonra, bir market kuyruğunda, durumun daha da içinden çıkılmaz hâle geldiğini görmekten büyük üzüntü duydum…  

PANDEMİ EN ÇOK KADIN İSTİHDAMINI VURDU…

Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) ve Ücretsiz İzin Desteği; bir yılı geride bırakan pandemide dar gelirli vatandaşların imdadına yetişmiş, zorlukla ayakta duran işletmelere de biraz olsun nefes aldırmıştı. Bu iki destek için İşsizlik Sigortası Fonu’ndan bugüne kadar kabaca 40 milyar TL’nin üzerinde kaynak aktarıldı. İşçi, işveren ve devletin katkı ile oluşan Fon, bir başka deyişle işçinin kara gün dostu oldu. Normal şartlarda 17 Mart'ta sona erecek olan Ücretsiz İzin Desteği, 17 Mayıs'a kadar uzatıldı. Pandeminin başladığı Mart 2020 ayında uygulanmaya başlanan Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) uygulaması ise 31 Mart 2021 tarihi itibarıyla son buluyor. Bugün toplanacak Bakanlar Kurulu’nda sürpriz bir uzatma kararı çıkmazsa tabii… 4 MİLYON KİŞİ KAPSAMDA An itibarıyla günlük 30 binin üzerindeki vaka sayıları dikkate alındığında, işten çıkarma yasağının sona ermesi ile birlikte kitlesel bir işsizlik dalgası ile karşılaşmak sürpriz olmayacak. Pandeminin ilk aylarında her iki destek kapsamına giren çalışan sayısı 6 milyonun üzerinde iken bugün 4 milyon seviyesine inmiş durumda. Ve kadınlarımız… Başarılı çalışmalarını beğeni ile izlediğimiz Türkiye İnsan Yönetimi Derneği (PERYÖN) ve İstanbul Gedik Üniversitesi’nin hazırladığı Sosyal Etki Raporu, Türkiye’deki kadın istihdamının 2020 yılında %32,2’den %26,9’a gerilediği görülüyor. İŞGÜCÜNE KATILIM 3’TE 1 OECD ülkelerinde kadınların işgücüne katılım oranı %65 seviyesinde iken Türkiye’de bu oran %31,9 seviyesinde. OECD ortalamasına ulaşabilmemiz için 10 milyon kadınımızın işgücüne katılması gerekiyor. “Girişimcilik” başlığında da kadınlar ile erkekler arasında dikkat çekici fark var. STEM (Mühendislik, Matematik, Bilim, Teknoloji) eğitimi alan girişimci kadınların oranı sadece yüzde 26 iken erkeklerde bu ortan %60’ın üzerinde. Pandeminin en çok kadın istihdamını olumsuz etkilediği görülüyor.

HAFTANIN SÖZÜ

Vedalaşmak zor ama gerekli bir eylemdir. Çünkü vedalaşmadığınız her şey hayatınızın sonuna kadar sizi takip eder… Oscar Wilde