Hicran Aslan, daha önce de bu sayfalara konuk olan bir şair. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Otoportre” kitabıyla dilin sınırlarını zorlayan bir şiirle karşımızda. Öyle ki Diyarbakır sokaklarında yoks...

Hicran Aslan, daha önce de bu sayfalara konuk olan bir şair. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Otoportre” kitabıyla dilin sınırlarını zorlayan bir şiirle karşımızda. Öyle ki Diyarbakır sokaklarında yoksul evlerden açılan bir pencere göreceksiniz bu şiirlerde. Ben yine de şiiri besleyen hafızaya ve sözcüklere dair sorular sordum. Aslan, resim sanatından ödünç aldığı otoportreyi ve şiirin oluşum sürecini anlattı.   -Sevgili Hicran, “Otoportre” resim sanatından bir kavram. Bir ressam olarak otoportren var mı, bilmiyorum. Ancak, şiirle çizilen bu otoportrenin resme nazaran geleceğe kalması daha zor değil mi?   Otoportre; bir sanatçının o sanatçı tarafından çizilmiş, boyanmış, fotoğraflanmış veya yontulmuş bir temsilidir. Harfler beni temsil etsin istedim sanırım. Doğrusu yazarken geleceğe kalmasından çok bugünkü yükümü hafifletsin diye yazdım. Çünkü asıl olan hayatta kalmaktı. Benim ruhumla bedenim bir türlü örtüşemedi. İkisinden biri hep hasta. Barış içinde oldukları zamanlar çok az. İçimde ve etrafımda birikenleri harflerle yontmayı seçtim. Şiirle çizmek özellikle günümüzde seçilebilecek en zor yol. Şiir bende bir tutku. Çok fazla sanat alanıyla ilgilendim. İlgileniyorum. Ama hepsi benim için şiiri beslemenin ve güçlendirmenin dinamikleri. Kendi portremi resimle ya da yontuyla çizmedim hiç. Ama aslında çizdiğim her çizgi benim portremin bölümleri.   -Kitaba bir önsöz misali eklediğin “olanları sesimden duymak çok inciticiydi/yazmayı seçtim/evimizin gözlerini yazmayı/ çünkü o pencereden tekrar ve tekrar atlayacağım” dizelerinde “duymak”, “görmek” gibi eylemlerin yanına “yazmak” eylemini eklemişsin. Tersten de söyleyebiliriz. İnsanda temel olan bu eylemlerin yanına yazmayı ekleyecek kadar seni bu otoporteyi yazmaya iten nedir?   Yazmak benim bir duyu organım gibi. Diğer duyu organlarım biriktirirken yazmak dağıtıyor, nefes aldırıyor. Güç ve zaman kazandırıyor bana daha çok hayatta kalabilmek için. Ufkumu açıyor. Bir ölüyü evden çıkarmak gibi bir şey yazmak. İçinde kaldıkça kokacak, çürüyecek bir ölüyü. Cehennem tekrarla tasavvur edilir. Kafamın içinde hiç durmadan tekrarlayan o günleri kendi dışıma çıkarmanın tek yolu buydu sanırım. Cehennemi az soğutmanın yolu. "Ben kaybetmekten korktuğum her şeyi özgür bıraktım" diyor S.Zweig. Yazmak benim için onca tutsaklığı özgür bırakma biçimi gibi. Evet en çok korkularımı özgür bırakmak. Kaybettiklerimi yeniden kaybetmekten korkmak. Ben yazdıkça gökyüzüne dönüşüyordu oda ve yaşananlar kanat çırpıyordu yazıldıkça. Ben hep konuşarak sesiyle derdini anlatabilenlere özendim. İnsanın kendi sesinden acısını duyması, yaşananları arttırıyor sanki. İçinde dönüp duran bir şeyle göz göze gelmek gibi bir şey bu. Çünkü ev insanın peşini bırakmayan bir şiirdir.   -Kitabın adından devam edeceğim. Açıkçası gözümün önüne Nazım Hikmet’in otoportresi geliyor. Çok merak ediyorum, kendine bakarken en çok hapishane mi gördü, yargıç mı yoksa İstanbul’da bir mektep mi? Bilmem imkansız. Ama bu şiiri çizdiğini varsayarak kendini çizerken en çok hangi görüntü, an aklındaydı?   Tamamen hayatımın kırılma dönemleri. Yavaş yavaş büyümüyor insan bir gecede,  bir olayda bir anıda aniden büyüyor. Lise birinci sınıftayken okul çıkışında bir adamın silahla vurulduğunu gördüm. Kurşun bedenine isabet ettiğinde koşma hızı öyle çok arttı ki. Tüm bu olup bitenlerden kendinden gerçeğinden kaçmak için son bir çırpınma. En çok bu görüntü aklımda sanırım. En çok içimde bu hızla koşuyor o günlerde yaşananlar. Bu kitap tamamen benim portremi belirleyen bütün temel hatları çizdiğim bir kitap. Çocukluğum ve gençlik yıllarımı. Yüzümü oluşturan bütün portrelerin bir araya geldiği an gibi zaten kitap. Bu portreler sadece insanlar değil olaylar, eşyalar, bugüne uzanan her şey. Ve bazı bölümleri yazarken çok uzun süre sesli sessiz ağladığım geceler oldu.   -“çünkü ‘bir’ bildiğim en kalabalık sayıdır/çünkü ilk yudum ağzımın itiraflarıdır” dizelerindeki “bir” ve “ilk” arasındaki bağı sormak isterim. Bir kalabalıksa ilk hep yalnız mı kalır ve kendini hatırlatır mı daima?   Evet bir hep kalabalıktır. En başta yer almasına rağmen en kalabalık. genetik ve kültürel kodlarımızı, her şeyin bire vardığını düşünürsek öyle. İlk hep yalnızdır evet. Çünkü hiç ten uyanmanın ve var olmanın ve bir defa var oldun mu o hiçe bir daha dönemeyeceğin bir yalnızlık.   -“kırmızı kar yağdığında almaya gelecekler beni/beni aynalı pullarla bezenmiş balık beni” dizelerindeki “kırmızı kar”ı Kürtçeden hatırlıyorum. Ki açıkçası Türkçe söyleyişe o tamlamanın ruhu geçmiyor. Bunu diller arası bir geçişle anlatamaz mıydın? Belki de dipnotla…   Kitabın tamamında hatırladığım duyduğum okuduğum en eski anlatı öykü mit bu kitaba girmiştir. Çünkü çok çıplak bir şekilde kişisel yaşamımı anlatırken sözcüklere elbiseler giydirme biçimim bu benim. Evet Kürtçe bir masal'ın ögesi kırmızı kar. Türkçede benzer masal var mı bilmiyorum. Hatta kitabı okuyan bazı okurların yorumu kitabın tüm kurgusunun Kürtçeden geldiği yönünde. Bu doğru da olabilir. Çünkü anlatmak istediklerim Kürtçe; ama kalemi çok daha rahat ve çekinimsiz kullanabildiğim dil de Türkçe. Tüm giydirdiklerimi dipnotlarla anlatmaya kalksaydım kitap başka bir şeye dönüşürdü. Çünkü bir çok dini motiften de, felsefi bilgiden de faydalandım. Elbette bunu oturup özel olarak ayıklamadım ama bu anlatıyı şiire; güçlü destansı bir şiire dönüştürmek için bu gerekliydi. En entelektüel de bu şiirden çok şey duyacak, en yalın dinlemek isteyen de. En mistik olan da en duaya duran da. Dile yeni olanaklar yaratmayı en azından bunu denemeyi seviyorum. Şiir duyguyla yazılır önermesinin yanına sezgisel ve rasyonel bilginin de dile yarattığı olanakları şiire yedirmeyi  de seviyorum.   -“çünkü ‘ilk’ bildiğim en yaşlı anıdır/çünkü ilk yudum ‘hiç’ten uyandığımdır” dizelerinde “ilk” tekrar karşıma çıkınca tekrar sormak istiyorum: İlk hep yalnız mı kalır ve kendini hatırlatır mı daima?   Hiç'ten uyanmak hep kendini hatırlatır. Çünkü hiç bizim evimizdir. Geri dönmeyi çok özlediğimiz. Geri dönmenin yollarında aşk ile yandığımız...   -Bir de başımıza bela ettiğin “hiç” var aynı dizelerde. Hiçlik bir uyku hali mi yoksa var olma hali mi?   Hiçlik bir uyum hali galiba benim için. O uyuma sesin ışığın hareketin değmesiyse ilk travma.   - “yılanla kadın arası lânet ağzını açtığında/ harflerden bir elbise giydirecekler bana” diyorsun. Şiir boyunca bana geçen bir çocukluk atmosferi var. Burada da bir masaldan beslenen dizeler okuyorum. Yalnız çocukluk masalı dahi şiire neşe katamamış. Bir masalın dahi hatırı yok mu bu şiire biraz ışık düşmesi için?   Bilemiyorum. Aslında anlattığım yılların atmosferi çok ağır ve karanlıktı sanırım. Aslında bir önceki kitabım Tanrı Beni Dansa Kaldırdı yakın geçmişimdeki ölü her şeyi, Otoportre de geçmişimdeki bütün ölüleri dirilttiğim ve onlarla bir çeşit helalleştiğim kitaplar oldular. Evet gerçekten ikisinde de bir distopik destan tonalitesi vardı. Ölümü ve karanlığın renklerini öyküler dini ve kültürel motiflerle aydınlatmaya çalıştım. Şiire yeni bir soluk getirmesi açısından çok aydınlık buluyorum kitabı aslında. Her bölüm defalarca okunabilir ve işaret ettiği bütün birikim için okumalar yapılabilir.   Hicran Aslan, Otoportre, Kaos Çocuk Yayınları, 48 sayfa, 2022