16 Ekim 2019 günü Hidayet Sayın’ı ziyaret ettiğimde, minicik bir söyleşi de yapmıştım kendisiyle. Özel hayatını anlatmayı pek sevmeyen ve bu konuda pek az şey bildiğimiz Sayın'ın çocukluğuna dair soru...

16 Ekim 2019 günü Hidayet Sayın’ı ziyaret ettiğimde, minicik bir söyleşi de yapmıştım kendisiyle. Özel hayatını anlatmayı pek sevmeyen ve bu konuda pek az şey bildiğimiz Sayın'ın çocukluğuna dair sorular sormuştum. Not defterime bakıyorum da, ne güzel şeyler anlatmış bana o gün Hidayet Amca. “Aydın Ortaokulu’nda öğrenciyim. Herhalde orta 2’de falan olmalıyım. Yaz tatilinde sarı yapraklı bir deftere kurşunkalemle bir roman yazmıştım. 24 sayfalık bir roman! Aslında küçücük, Menderes Ovası’nda geçen bir hikâye altı-üstü ama o benim için bir romandı. Önemsemiştim bunu. Herkese okutmak için bastırmaya karar vermiştim. Aydın’da “Ses” gazetesini çıkaran bir yayınevi vardı o zamanlar. Sahibi Hilmi Tükel diye biriydi. Yayınevinin önünden geçerken, makinanın koca kasnaklarının dönüşünü izlerdim. Romanımı götürsem acaba kızar mıydı bana? “Bu ne böyle!” diyerek, kovar mıydı yoksa? Kafamda kırk tane düşünce! Olmadı, sonunda vazgeçtim o işten. Yıllar sonra, o Hilmi Bey, Aydın Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak bana basın kartı verirken bu olayı kendisine anlattığımda karşılıklı epey gülmüştük.” Sadece bu değildi çocukluğuna dair bana anlattıkları. Yanlış not almadıysam; okulun bahçesinde izlediği bir oyunun adı da kalmış Hidayet Amca’nın o güçlü hafızasında: “İnsan Sarrafı”… 1941 yılında, CHP Halkevleri Temsil Yayınları’ndan çıkmış olan M. Ali Çamlıca’nın tek perdelik güldürüsü! O günlerde Aydın’a gelen Sadi Tek ve Burhanettin Tepsi Bey Kumpanyası’ndan oyunlar izlediğini ama o oyunların adını hatırlamadığını da söylemişti bana. Onları hatırlamasa da, çocukken izlediği ilk oyunu hiç unutmamıştır Hidayet Sayın. “Aydınlılar bilir, bizim oralarda Bey Camii, onun yanında da Park Sineması vardı benim çocukluğumda. O sinemada izlemiştim ilk tiyatro oyununu. Namık Kemal’den “Vatan yahut Silistre”! Sonra nerede izlediğimi çok iyi hatırlayamıyorum şimdi ama Musahipzade Celâl’in “Fermanlı Deli Hazretleri” oyunu da kalmış aklımda o günlerden…” Sonra İzmir Atatürk Lisesi günleri başlar. O günlere ait bir hatırada da, Hidayet Amca’nın tiyatro tutkusunun nerelere dayandığı konusunda fikirler ediniriz. Çok kuvvetli fikirler! “İzmir Atatürk Lisesi’nde üçüncü sınıftaydım. Edebiyat dersinde öğretmenimiz Shakespeare’in “Hamlet”ini okuttu bize. Ben o gencecik kafamla oyundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Şu işe bakın ki; aynı günlerde “Hamlet”, Avni Dilligil’in başında olduğu İzmir Şehir Tiyatrosu’nda da oynamaya başlamasın mı? Şehir Tiyatrosu Fuar’ın içindeydi… Çok yazık, yandıktan sonra bir daha açılmadı. Biz yatılı yedi-sekiz arkadaş toplanıp oyunu izlemeye gittik. Dilligil hem oyunun yönetmeni, hem de Hamlet rolünü kendisi oynuyor. Mezarcı rolünde de Salih Tozan! Sınıfta okuduğumuz Hamlet, etiyle, canıyla karşımızda, benim nasıl etkilendiğimi düşünebiliyor musun? Oyun bitti, okula dönüyoruz. Ama kafamda oyun hâlâ sürüyor. Sabaha kadar dönüp durdum yatağımda. O nasıl bir gösteriydi öyle! Fırtınanın içine düşmüş gibiydim. Benim aklım fikrim oyunda kaldı. Sonra derslerden koptum tabii. Öğretmen ders anlatıyor, ben kafamdaki oyun kişilerini konuşturuyorum… Olacak gibi değil, ben oyun yazmalıyım dedim. Shakespeare gibi oyun yazarı olmak istiyorum, başka bir şey yok aklımda. İşte o Avni Dilligil’in Hamlet’idir bende bu sevdayı tutuşturan!” Aklı oyun yazarlığında kalan Hidayet Amca, 1947 yılında liseyi bitirip Aydın’a döner, Karahayıt’a! İdare lambasının ışığında, incir ağaçlarının altında ilk oyununu yazar: “Artık Zengin Oldum”… O yıl, oyun yazma derdine üniversiteye gitmez. Bir yıl sonra, 1948 yılında Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırır ancak. Bunu duyar duymaz öyle heyecanlandım ki! Mümkünse, yazdığı ilk oyunun el yazmalarını göstermesini rica ettim kendisinden. Ne yazık ki, o ilk oyununu yitirdiğini söyledi bana. Cam bir sürahinin, taş zemine çarpması gibi gibi tuz-buz oldu içimdeki heyecan. Bu arada, o yaz tatilinde, çocukluğunda izlediği “İnsan Sarrafı” ve “Vatan yahut Silistre”yi, köyden arkadaşlarıyla kurduğu amatör topluluklarıyla, eşe-dosta oynadıklarını da söylemişti bana… Nerede? Okulun bahçesinde! “Okulun avlusunda, boş gaz tenekeleri üstünde kurduğumuz sahnenin çevresini, evlerimizden getirdiğimiz yatak çarşaflarıyla örterek, oyunlarımızı oynamaya çalışırdık.” Ziyarete gittiğim gün birçok hikâye daha anlattı Hidayet Amca, bazıları kederlendirse de, bazıları epey güldürmüştü beni. Bir tanesi için not defterime kısaca şöyle yazmışım: “Bir güzel yenildik!”Liseden sonra, üniversiteye gitmediğim bu bir yıl süresince bir de voleybol takımı kurduk Aydın’da… Atatürk Lisesi’nde öğrendim ya, ben de yapabilirim dedim ve arkadaşlarla bir takım kurduk. Köylere gidip maç yapıyoruz, çoğunlukla da yeniyoruz. O hale geldik ki, o yıl açılan Aydın Lisesi’ni gözümüze kestirmeye başladık. Onlara kafa tuttuk. Kendimize çok güveniyoruz ya! Maç günü çalımlı çalımlı dizildik sahaya. Oyun başladı. Bir sayı, iki sayı derken… bizi bir güzel, evire çevire yendiler ki, tövbe bir daha kimselerle maç yapmaya kalkışmadık. O gün bir güzel yenildik.” Ankara’da tıp fakültesinde okuduğu günlerde de aklı fikri tiyatrodadır Hidayet Amca’nın. Üniversite günlerinde bir tiyatro topluluğu kurma girişimini, yüzünde kederli bir ifade ve yıllar sonra bile görünen bir yıkım duygusuyla anlamıştı bana. Devlet Tiyatrosu’nda Çocuk Oyunları Bölümü Şefi Ziya Demirel’i, kurdukları topluluğa öğretmen olarak davet ederler. Ziya Hoca kabul eder bu öneriyi. “Oynayacağımız oyunu seçmeyi kendisine bıraktık. O da Eugine O’Neill’den “Farklı” adlı oyunu seçti. Hepimiz çok heyecanlıydık. Koca Ankara’da bir üniversite tiyatrosu kuruyorduk, az başarı mıdır bu?” Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu için her şey yolunda görünmektedir. Fakülte dekanına bilgi verip, gerekirse yönetimin desteğini almaya gelmiştir sıra. “Efendim, biz arkadaşlarla fakültemiz adına bir tiyatro kurmaya karar verdik. Yönetmenle anlaşıp, çalışmalara başladık. Sizden parasal bir beklentimiz yok. Ancak bunu bilmenizi ve gerekirse bizi desteklemenizi bekliyoruz.” General emeklisi olan dekan, altı ay uzaktan bakan fersiz gözlerini devirir önce. Sonra da kırık bir cam şişe gibi ucu sivri sözlerle hacamat eder tiyatro yapmak isteyen gençlerin hevesini: “Yani her şey bitti de, iş nohut çekirdeğe mi kaldı? Olacak şey değil bu!” Gel de yazmak isteyene, gel de tiyatroyu tutkuyla kendisine hayat yapmış birine bunu anlat da göreyim! Mümkünsüzdür. Hele ki her oyuncuyu başka bir dünya gibi gören, bırakın ustaları, bırakın ustaların yazdıklarını ya da oynayanları; bir tiyatro binasının önünden geçerken bile, durup binayı selamlamak isteyen birine bunu anlatmak, hepten mümkünsüzdür. Fakültesine tiyatro getiremeyen Hidayet Amca’nın, kendisini tiyatroya götürmekten başka yolu kalmamıştır. Ziya Demirel’in karşısına çıkar bir gün ve kendisini tiyatroya almasını ister. Çok umutlu olmasa da… kabul edilir bu isteği. 23 yaşındadır Hidayet Sayın o günlerde ve beş ay sahnede kalan; Mümtaz Zeki Taşkın’ın “Adını Çocuklar Koysun” adlı çocuk oyununda, şimdi “Büyücü” rolündedir. Yok yok, yanlış söyledim, şimdi Hidayet Amca kuş olmuş, göklerdedir. Evden gelen 100 lira aylıkla üniversite okumaya çalışan Hidayet Sayın, bu oyundan 35 lira para kazanır. Üniversite dördüncü sınıfta okurken, bu parayla gidip kendisine bir kol saati alır. Sevinçli olmasına sevinçlidir ya; “Hamlet” gibi büyük oyunların nasıl sahneye konduğunu yakından görmek için can atmaktadır yine de. Bunun için içindeki fırtınaya direnemez ve o günlerde adı herkesin dilinde olan DT Genel Müdürü Muhsin Ertuğrul’un kapısını çalar. “Efendim, ben Hidayet Sayın. Tıp fakültesi öğrencisiyim ama tiyatroyu da çok seviyorum. Herhangi bir oyunun sahnelenme aşamasını görmek istiyorum. İzin verir misiniz acaba?” Tiyatroda ,lkeler ve kurallar disiplinini kutsamış Muhsin Ertuğrul, bu hevesli genci kırmak istemese de, provaya yabancı birini alma konusunda son derece ketumdur. Sonunda, “Bizim öyle bir uygulamamız yok evladım” diyerek savar Hidayet Amca’yı. Hâlâ gözümün önündedir; Hidayet Amca bunu anlatırken bile çocuklar gibi coşkuluydu: “Olsun, Muhsin Ertuğrul’u yakından görmüştüm ya!” Tiyatroyu yaşam biçimine dönüştürmüş iki kişi; ben ve Hidayet Amca için o gün hiç bitmeseydi keşke demiştim kendi adıma! Tiyatroyla dolu geçen günün geri kalanında ; 31 Ekim 2017’de Cinius Yayınları tarafından yayımlanan “En Uzun Gün” oyunundan söz etmiştik biraz da. Hidayet Sayın’ın 90 yaşında yazdığı 103. oyunundan! O dönem, yeni yayımlanmış son kitabıydı sanırım.“En Uzun Gün”, “Yavan Dünya” ile birlikte, aynı kitapta basılmıştı. Hitler'in, savaşın son gününde kapandığı sığınağında neler düşündüğünü anlatan bir oyun… Ne diyeceğini bile bile “Neden?” diye sormuştum, “Neden Hidayet Amca, artık yeter demiyorsunuz? Neden hâlâ yazmaya çalışıyorsunuz? Yorulmadınız mı?”… O yumuşacık sesiyle bana ne dedi biliyor musunuz : “Biz dünyaya yük olmaya değil, yük almaya geldik Hayrettin… Unutma, ürettiğimizce varız!” Gözlerim yürüyen yaşı gizlemek için, -bir doktor olarak bana kızacağını bildiğim halde- balkona çıkıp bir sigara içmek istediğimi söyleyebilmiştim sadece, bunun üstüne söyleyecek sözüm yoktu çünkü! Hidayet Amca anlatmadı o gün ama ben biliyorum; biliyorum, soyluluğuna yakıştıramadığı için o gün hiç sözünü etmedi ama “Benim Bastonum” kitabının sonuna yazmış olduğu bir bölüm var ki; çok ağırıma gitti okuduklarım, çok sinirlendim. Kendisini sanatçı sanan bazı soytarılar adına, Hidayet Sayın’dan -onlar adına- özür dilemek için, o bölümlerin altını çizmem gerektiğini düşünüyorum içim acıyarak! Sizin de bilmeniz gerektiğini düşündüğüm için! “Yıl 2013… Yazdığım altı çocuk oyunundan biri olan “Gülistan’a Yolculuk”, 23 Nisan’da Konak Sahnesi’nde ilk gösterimini yaptı. Ardından iki temsil daha… O arada (belediyede) müdür değişimi oldu. Yeni göreve gelen hanımın ilk işi, hiçbir gerekçe göstermeden, oyunu gösterimden kaldırmak oldu. Gerekçe göstermek zorunda olmasa da, İzmir’de bulunduğumu düşünerek, bir telefonla durumu açıklayabilir ve değişikliğin nedenini bildirebilirdi (…) Bu tür hoyrat davranışların tiyatroya yakışmadığını biliyorum… Anlaşılan bazıları kendini çok yükseklerde, karşısındakini çok aşağılarda bir yerde sanıyor ki, konumunun keyfini doyasıya yaşamak istiyor.” (s. 116) “2016 yılında, 400.ölüm yıldönümünde Shakespeare hakkında bir oyun yazdım, “Hoş Geldin William”! (*Hidayet Amca bu oyunu 87 yaşında yazmıştır) Böyle bir yılda, özellikle ödenekli tiyatrolar, Shakespeare’den bir oyun sahnelemek isterler. Çünkü Shakespeare bunu hakediyor bence. Oyunu ödenekli tiyatrolara gönderdim (…) Oyunu aldıklarını bile bildirmedikleri gibi, bu konuda, yani yazarı anma konusunda bir düşünceleri olup olmadığını da öğrenemedim. Yıldönümünü geçtik, oyunumun okunduğunu öğrenebilseydim bari!” (s. 111) “Yıl 2018… O yıl Troia Yılı ilan edilmişti (…) O konuda üç oyun yazmıştım.Onların üçünü (Troia Üçlemesi) adıyla bir kitapta toplayıp yayınladım. Kitabı hem Kültür Bakanlığı’na, hem ilgili kurumlara, hem de ödenekli tiyatro yetkililerine gönderdim. Hiçbirisinden “Okudum, beğendim, beğenmedim” anlamında yanıt alamadığım gibi, bir teşekkür bile gelmedi. Konuyu Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü ile konuşmak için Ankara’ya gittim (…) Sayın genel müdüre cebinden ulaşamayınca, sekreterine gittim. İki gün daha Ankara’da kalacağımı, bu süre içinde genel müdürle tanışma ve konuşma fırsatı yaratılmasını rica ettim… Hâlâ yanıt bekliyorum. Oraya gitmişken, Ankara Devlet Tiyatrosu müdürüyle konuşmak istedim. Birkaç girişimden sonra müdür beyin odasına alındım. Nedense yazarlara karşı bir ilgisizlik olduğunu daha önce gördüğüm için tedirgindim doğrusu. “Sizden bir şey istemek için değil, tanışmak ve görüşlerimi bildirmek için geldim” desem de, sayın müdürler o çekimser tutumlarını değiştirmek istemiyorlardı genellikle. Alışılmış ikram çayını henüz bitirmeden, bir görevli içeri girdi. “Müdür bey, sizi biri görmek istiyor” dedi. Zaten fazla kalacak mı acaba sıkıntısı davranışlarına yansımış olan müdür bey, “Buyursun. Zaten Hidayet Bey de çıkmak üzereydi” dedi… Bu zarif (!) uğurlanışın hüznü içinde dışarı çıktım… Dışarıda hava çok güzeldi.” (ss. 114-115) Ve okuduklarımızın yılan olup boğazımıza sarıldığı, yüreğimizi kemiren, benim gibilerin utançtan yüzünü kızartan son bir anı! “Yıl 2019… Biriken oyunlarımın (toplam103) benden sonra kendi arşivimde unutulup kalmasını önlemek için, onların hiç değilse bir bölümünü, “Toplu Oyunlar” adı altında, üçer oyunlu kitaplar halinde yayınlayarak, onları dostlarımla ve tiyatro insanlarıyla paylaşmayı düşündüm. Ne yazık ki, beklediğim gibi olmadı. Bazıları buna başka anlamlar yüklemiş olmalılar ki, kargoyla gönderdiğim kişilerin çoğundan bir teşekkür yanıtı bile alamadım. Pek azı bu inceliği gösterip, teşekkürlerini bildirdiler. Çoğu o kitapları kendilerine göndermek zorundaymışım gibi davrandılar… “Aldım, teşekkür ederim. Okuyacağım, okudum, beğendim, beğenmedim” demek çok mu zor dostlar? Yoksa benim yaptığım çok anlamsız, çok sıradan, çok yersiz bir girişim olduğu için mi bu tür davranışlarla karşılaşıyorum? Ne oldu bizim o eski sıcak ilişkilerimize? Biz hep bu özelliğimizle övünmez miydik? Eski değerlerimizi hırpalamak için niye bu kadar hoyrat davranıyoruz acaba? Birkaç ay önce bir tiyatro müdürüne telefon ederek, bastırdığım kitaplardan birkaçını vermek istediğimi söyledim. Çünkü bir tiyatro müdürünün, yeni yazılan oyunları bilmesi ve repertuvar düzenlemesinde elinin altında bolca oyun olması gerektiğini düşünüyordum. Fakat dönüş olmadı, kendisinden bir yanıt alamadım. İlk telefonda kendisine ulaşamayınca, gene denedim. Telefon açıldı… “Ooo, nasılsınız hocam? .. Yaa, öyle mi?.. Çok teşekkür ederim. Ancak ben şu anda başka bir kentteyim. Döner dönmez sizi arayacağım.” Bir ay kadar bekledikten sonra dönüş olmayınca, acaba önemli bir sorun mu var diyerek, gene aradım… “Hocam, özür dilerim, sizi aramakta geciktim. Ancak en kısa sürede size döneceğim.” Hâlâ dönmesini bekliyorum… Demek ki, tiyatro yöneticilerinn yeni yazılan tiyatro metinlerini okumak gibi bir dertleri yok (artık). Ya da yazarların kendilerinden bir istekte bulunacaklarını düşünerek, atlatmayı uygun görüyorlar, onun yaşını ve şimdiye kadar tiyatroya verdiği emeği hiçe saymaktan çekinmiyorlar. Demek öyle bir çağda yaşıyoruz. Bizim de buna alışmamız gerekiyor galiba. Ama alışmak öyle zor ki!.. Anlaşılan bundan sonra telefon ederek, yetkili ve etkili kişileri rahatsız etmek gibi bir saygısızlık (!) yapmaktan kaçınmak gerekiyor. Bu mu istenen? Hani tiyatro, insanı, insana, insanla anlatan sanat dalıydı? Hep öyle söyleniyordu ya hani? “ (ss. 118-119) Sevgili Hidayet Amca, tüm samimiyetimle söylüyorum… üzülmeyin lütfen; siz daha iyi bilirsiniz ya, her zaman böyle oldu bu işler: Yükü öküz çekti, sesi kağnı tekerleği çıkardı… Onlar gümüş merdivenli altın köşklerindeki saltanat günlerinin sonsuz olduğunu sanadursun; biz -sizden öğrendiğimiz gibi- ateşi canlı tutmak için yazmaktan vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz! Hiçbir zaman! Eskiden, barbarlığın hüküm sürdüğü günlerde -bilirsiniz- insanları ateşe atıp yakarlardı. Şimdi modern zamanlardayız, uçuyoruz, uzaya gidiyoruz, yeni bir dinin tanrısı gibi internete tapıyoruz! Şimdi o barbarlıktan çok uzağız, şükür! Şimdi ne mi yapıyoruz? İnsanları yalnız bırakıp, kendilerini ateşe atmalarını seyrediyoruz, çok şükür. Sizinki o hikâye! Benimki de sizinkinden çok farklı olmayacak biliyorum ama… o gün gelecek; yarına kalacak belki ama yanlarına kalmayacak bu vahşet! Bereketli topraklara benzeyen, incir kokulu yazan ellerinizden öperim. Hayrettin Filiz