Bugün 21 Haziran 2021… Türk Aydınlanması’nın onurlu kalemlerinden İlhan Selçuk, 11 yıl önce bugün aramızdan ayrılmıştı. Benim gibi çocukluk ve gençliğini 80’li ve 90’lı yıllarda geçirenlerin fikir ç...

Bugün 21 Haziran 2021… Türk Aydınlanması’nın onurlu kalemlerinden İlhan Selçuk, 11 yıl önce bugün aramızdan ayrılmıştı. Benim gibi çocukluk ve gençliğini 80’li ve 90’lı yıllarda geçirenlerin fikir çatısının oluşmasında, çok önemli rolü vardı İlhan Selçuk’un... Onu yazılarından tanıyanların çoğu, 90’lı yıllara kadar yüzünü pek görmemişlerdi. Köşe yazıları fotoğrafsız çıkar, katıldığı etkinliklere ilişkin haberlerde fotoğraflarının kullanılmasını istemezdi. Kullanılmış bile olsa, Cumhuriyet’in siyah beyaz sayfalarında belli belirsiz görünürdü. 1995-2002 yılları arasında belli aralıklarla onunla aynı sayfada yazma onuruna eriştiğim İlhan Selçuk ile ilk kez 3 Şubat 1995 günü tanışmıştım. Ertesi gün Atatürkçü Düşünce Derneği İzmir Şubesi’nin düzenlediği panele katılarak konuşma yapacaktı. O gün akşam saatlerinde İlhan Selçuk’u karşılamak için, Şube Başkanımız rahmetli İskender Özturanlı ile Adnan Menderes Havalimanı’na gitmiştik. Uçağın alana indiği anons edilince garip bir heyecan sarmıştı beni. Acaba yazılarındaki kadar keskin konuşan sert mizaçlı bir adam mı çıkacaktı karşıma? // “MERHABA DELİKANLI” Gelen yolcu kapıları açıldı; kısa boylu, yün balıkçı şapkalı, atkısını boynuna sıkıca sarmış, güleryüzlü bir adam çıkageldi. “Merhaba İskenderciğim” diyerek İskender amca ile sarılıp öpüştüler. İlk şoku atlatmaya çalışırken, bana yöneldi ve sımsıcak bir “Merhaba delikanlı” selamı eşliğinde tokalaştık. Mutluluğun yanında, büyük bir hayâl kırıklığı mı yaşıyordum ne? “Pencere” adını verdiği köşesinde, bu sakin ve yumuşacık adam mı yazıyordu, o ortalığı birbirine katan, çoğu zaman siyasete yön veren yazıları? Hem de 30 yılı aşkın süredir! Cumhuriyet gibi köklü bir gazeteyi, karşımda duran suhulet abidesi mi yönetiyordu? Tarifsiz ruh debdebesi içinde İskender amcanın Tempra arabasına yöneldik. Direksiyona oturdum, Cumhuriyet Meydanı’nda kalacağı otele doğru yola çıktık. Onun için hazırladığımız akşam yemeğinde konuğumuz olacaktı. Arka koltukta oturan iki Cumhuriyet bilgesinin çokça matrak ve zekice esprilerle bezeli sohbetine kulak misafiri oluyordum. Sandığımdan çok daha yakın bir dostlukları vardı. Otelde gece yarısına kadar uzayan akşam yemeğinde, ben ve arkadaşlarım doya doya İlhan Selçuk ile sohbet edip, kadeh tokuşturduk. Özellikle yakın siyasi tarihte yaşanan olaylardan örnekler vererek, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in akıl almaz hatalarına dikkat çekiyordu. Alçakgönüllü ve muhabbetin ehli bir insanın, yumuşacık sesi ile bize nasıl değer verdiğine tanık oluyorduk. // “GAZETESİNİ BOMBALATTTI” Bütün kitaplarını okuduğum için, sanki onu dinlemiyor, satırlarında geziniyordum. “Yüzbaşı Selahattin'in Romanı”nı, “Düşünüyorum Öyleyse Vurun”u, “Japon Gülü”nü, “Ziverbey Köşkü”nü, “Uzak komşu Rusya'dan Gezi Notları”nı, “Ağlamak ve Gülmek”i, “Görülmüştür”ü, “Duvarın Üstündeki Tilki”yi handiyse ezbere biliyordum. Hepsi kütüphanemin en görünen ve kolay ulaşılacak yerinde duruyordu. Sonraki yıllarda, çalıştığım basın kuruluşları için biri İstanbul’da diğeri İzmir’de olmak üzere iki kez söyleşi yapma şansını da yakaladım İlhan ağabey ile... Doğrusu, 85 yıllık ömrünün son aylarında acı sonla tanışmayı bekliyorduk. Fetullahçı hâkim ve savcıların ahlaksız kumpasları sonucunda, hakkında deli saçması bir iddianame hazırlanmıştı. Çok hırpalanmış, yorgun bedeni haksız suçlamaları kaldıramaz duruma gelmişti. Ömrünü verdiği, adı ile özdeşleştiği gazetesini bombalamakla suçlanıyordu. Sabaha karşı, İstanbul-Etiler’deki o küçücük dairesinde apar topar gözaltına alınışını, saatlerce sorgulanmasını TV ekranlarında üzülerek, ürpererek, kahrolarak izledik. Ülkemizin geleceğine duyduğumuz güveni dirhem dirhem azaltarak. Ama hiçbirimiz, Cumhuriyet çınarının bir gün aramızdan ayrılacağını içimize sindiremiyorduk. // “ÇOK ZEKİDİR, AÇIK VERMİYOR” Bu sütunlarda birkaç kez yazmıştım. İddianamede onun için, “İlhan Selçuk çok zekidir. Bu nedenle açık vermiyor. Cep telefonu bile kullanmıyor. Telefonda da dikkatli konuşuyor. Tecrübeli ve profesyoneldir. Ergenekon yapılanmasında Ergenekon Başkanlığı bünyesi içinde yer alan ‘Teori, Tasarım ve Planlama Dairesi Başkanlığı’ görevini yürütüyor” deniliyordu. Cahiliye devrini mumla aratan akıl tutulması yaşıyorduk. Bu iddianameleri hazırlayan savcı kılıklı cahil ordusunun, gerçekte birer “şakirt ordusu” olduğunu biliyorduk, yazıyorduk… Ama anlatamıyorduk! Aynı iddianamede aynı İlhan Selçuk için, “Şüpheli İlhan Selçuk 1962 yılından beri Cumhuriyet gazetesinde fıkra yazmakta olup, kendisini solcu bir yazar olarak tanıtmakta, ilerleyen yaşı ve tecrübesiyle şu anda gazetecilik yapan birçok önemli şahsiyetin de ustası (üstadı) olarak görülmektedir. Zaten gazete çalışanları ve okurları tarafından kendisine 'İlhan Abi' denilmektedir. Gerek basın camiasında gerekse iş dünyasında sözü sazı dinlenir, ağırlığı olan bir kişilik olarak tanınmaktadır” da deniyordu. Yani hem gazeteciler arasındaki haklı ve saygın yeri kabul ediliyor, hem de böyle bir insanın boynuna “terörist” yaftası asılıyordu. Akıl alır iş miydi bu? // KAHRINDAN ÖLDÜ… Sağlığı elvermese de hızla yargılanmayı istiyordu. Hatta (çok yakın dostlarının söylediğine göre) savunmasını bizzat kendisi yapacaktı. Kökeni hukukçuydu çünkü… Bu akıl almaz suçlamalarla mücadele edecek ve eminim ki savcılarla konuşmaları bir komedi filminin setini yansıtacaktı. Olmadı… Neyse ki hasta yatağında bile olsa, kendisini Ergenekon soruşturmasına dâhil eden savcılar hakkında “kişilik haklarına saldırıda bulundukları” iddiasıyla açtığı davayı kazandı. 21 Haziran 2010, o yılın en uzun günüydü. Ve “Aydınlanmanın Işıklı Penceresi”, aydınlığın en uzun olduğu günde aramızdan ayrıldı. Eminim hastalıktan değil, kahrından öldü. Onu hiç unutmadık. Kitaplarıyla, bile duruşu ile aydın namusu ile hafızalarımızda dipdiri kalmayı sürdürüyor…  

MUHALEFETE OY VERENE CEZA, ADNAN MENDERES İLE BAŞLAMIŞTI

İzmir’de 25 yıldır gazetecilik yapan biri olarak bana “Bu şehirde en fazla yapılan haber nedir?” diye sorsalar, ilk beş haberin arasına “İzmir hükümetten hak ettiğini alamıyor” başlığını eklemekte hiç duraksamam. İşin matrak tarafı, Allah uzun ömür versin, iktidar ile aynı partiden Başkan seçilen Burhan Özfatura bile, görev döneminde kentin kamu yatırımlarından hak ettiğini alamadığını söyler dururdu. Siyasetteki bu amansız hastalık, çok partili dönemin başladığı 1950 sonrasında nüksetmeye başlamıştı. Bizim muhafazakâr vatandaşların dilden düşürmediği, buna karşılık hayat tarzında muhafazakârlığın m’si bile olmayan Başbakan Adnan Menderes, kendisine oy vermeyen illere yapmadığını bırakmazdı. // KIRŞEHİR’İN BAŞINA GELEN… 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimde iktidara gelen Demokrat Parti, 1954 seçimlerinden güçlenerek çıkmıştı. Bu durum parti yönetiminde ölçüsüz bir özgüven yaratmış, demokrasinin en temel ilkelerinden uzaklaşmaya başlamıştı. İşte birkaç örnek: 1954 seçimlerinde CHP’nin birinci parti olduğu Malatya şehri ikiye bölünmüş, o zamana kadar Malatya’nın ilçesi olan Adıyaman il yapılmıştı. Siyasi tercihleri yüzünden DP iktidarının gazabına uğrayan illerden biri de Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin seçimi kazandığı Kırşehir olmuştu. Aksi gibi Kırşehir, CMP’nin Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’nın da memleketiydi. Meclis’ten şak diye özel bir kanun çıkarılarak Kırşehir ilçe, Kırşehir’in ilçesi olan Nevşehir ise il yapılmıştı. Şeytan azapta gerekti… İlçe yapılan Kırşehir, bir gün öncesine kadar kendi ilçesi olan Nevşehir’e bağlanmıştı. Demokrat Parti, aynı seçimde CHP’ye oy veren Kastamonu’nun Abana ilçesine abanmakta gecikmemiş, ilçe statüsünden bucak (nahiye) statüsüne düşürmüştü. // DÖRTLÜ TAKRİR’DEN YASAKLARA… 1945 yılında Dörtlü Takrir ile “CHP’yi demokrasinin ilkelerine uymaya davet eden” Demokrat Partililer, aynı uygulamaları yapmakta beis görmemişlerdi. Sonraki yıllarda ve günümüze kadar, benzer gülünçlükler farklı partiler eliyle sergilendi. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idam edilmelerinin üzerinden tam 60 yıl geçti. Siyasal idamlara elbette ve hiç duraksamadan karşı çıkmakla birlikte, bir türlü anlayamadığım çelişki şu: Menderes ve DP ileri gelenlerini “dünyanın en demokrat” iktidarı gibi görüp yere göğe sığdıramamak ile “İdam edildiler iyi oldu” acımasızlığı arasında kolan vurmak zorunda değiliz. Yazımın başında ipucunu verdiğim gibi, “Dünyanın en çapkın Başbakanı” unvanını açık ara kimselere kaptırmayan Adnan Menderes’ten bir “Muhafazakâr siyasal İslamcı” politikacı tiplemesi çıkmaz. Bu mottoyu zorlayanlar, gülünç oluyorlar…  

BU ANTRENMANLARI TÜM İTFAİYE’CİLERE UYGULASAK İYİ OLACAK!

İzmir Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Dairesi Başkanlığı bünyesinde açılan 100 kişilik kadroya dâhil olabilmek için başvuru şartlarını taşıyan 281 itfaiyeci adayı bu aralar epey terliyor. Toros Eğitim Merkezi'ndeki zorlu parkurlarda ter döken adayların seçiminde hiçbir şüphe ve şaibeye yer vermemek adına tüm aşamalar baştan sona kameralarla kaydediliyor. Buraya kadar problem yok. Elbette canımızı, malımızı emanet ettiğimiz itfaiyecilerimiz; mesleklerinin gereklerini en iyi şekilde yapabilecek güce ve kondisyona sahip olmalılar. Pekâlâ, İtfaiye teşkilatımızın mevcut çalışanları, bu fiziki şartları sağlıyorlar mı? İşte orası şüpheli… // GÖREVDEKİLERE MAŞALLAH İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, kısa süre önce bir ilçedeki İtfaiye birimini ziyaret etmiş, ziyarete ilişkin fotoğraflar basına servis edilmişti. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, başkanlarını karşılamak için sıralanan İtfaiyecilerimizin maşallahları var. Hepsi göbekleri, gerdanları salmış durumdalar. Pek çok değerli dostumun olduğu itfaiye teşkilatımıza iyi niyetli bir uyarımız olsun bu. Sadece yeni eleman alırken değil, mevcuttaki çalışanların da fizik kondisyonları, sağlıkları, güçleri yerinde olmalı. Hepsine görevlerinde başarılar diliyoruz…  

TÜRK EKONOMİSİNİ KİLİTLEYEN CİN FİKİRLİYİ HÂLÂ BULAMADIK MI?

Öylesine garip bir ülkede yaşıyoruz ki… Gelişmiş bir demokraside yaşansa, insanların aklını oynatacağı olaylar; maşallah bizim ahalimizde sinek ısırığı kadar tepki uyandırmıyor. Hâl böyle olunca, saçmalamakta sınır tanımayanlar, bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Kısa bir fikrî takip yapalım mı? Türk iş dünyası Nisan ayı sonunda akıl almaz bir olay yaşamıştı. Hayatında futbol oynamaktan başka mahareti olmayan AKP İzmir Milletvekili Alpay Özalan’ın da aralarında olduğu 10 milletvekilinin imzasıyla, bankalardaki tüm çek ödemeleri 1 Mayıs-1 Haziran tarihleri arasında askıya alınmıştı. Hayatında bir kez olsun fatura kesmemiş, vergi ve sigorta ödememiş, ticari hayatta çekin anlamından bihaber birileri; ticaret hayatının kalbine bıçağı saplayınca ortalık yangın yerine dönmüştü. Devlet; vatandaşın vatandaşa, şirketlerin şirketlere olan borcunu ertelemeye kalkışınca, 1 trilyon TL büyüklüğündeki ödemeler sistemi bir anda felç geçirtmiş, bankalar adeta kilitlenmişti. Başta TOBB olmak üzere iş dünyası temsilcilerinden “lütfen” gelen tepkiler üzerine, yapılan akıl almaz işin farkına varıldı. // KANUNA KARŞI TEBLİĞ Nasılsa hukuk ayaklar altına alınmıştı… Kanun çıkarılarak yapılan büyük hata, alelacele yayınlanan bir tebliğ ile aşılmaya çalışılmıştı. Aslına bakarsanız işin ciddiyetsizliği, düzenlemenin Meclis'te verilen bir önergeye eklenmiş olmasından kaynaklanıyordu. Önergeye imza koyan milletvekilleri okumadan imzayı basıyorlar ve nasıl bir skandala imza attıklarını bilmiyorlardı. “Yap” denmişti, yapmışlardı. Ellerine bir çek aldıkları bile şüpheli idi. Yapılan işten kasıt, “Türk ekonomisini kilitleyelim, bankacılık sistemini felç edelim, biraz eğlenelim, keyfimize bakalım” olmayacağına göre… Her zaman olduğu gibi unutulup giden bu saçmalık, hangi cin fikirlinin işiydi? Askıda kalan soru çengeli iki aya yakın süredir cevap bekliyor? Sahi, kimdi bu cin fikirli?

“VARLIKLI” İLE “ZENGİN” OLMAK ARASINDAKİ FARK

Ses bayrağımız Türkçe, muhteşem bir dil… Özellikle kelimelere yüklenen anlamlar, çok ince nüansları hiç fark ettirmeden zihinlerimize nakşediyor… “Zengin” ile “varlıklı” kelimeleri arasındaki ince ayrım gibi. O farkı da “kültür” kelimesi ile açıklamak mümkün. Lafı, geçen günlerde Marmaris’te yaşanan ilginç bir olaya getireceğim. Tescil kaydı Bereket Enerji’ye ait olan bir helikopter, onlarca vatandaşın denize girdiği Kumlubük halk plajına iniş yapıyor ve büyük tehlike yaratıyor. İniş için acil bir durum yaşansa, bu durum bir nebze anlaşılabilir. Ama işin aslı öyle değil. Helikopterin yolcuları, plajın yanındaki otele yemeğe geliyorlar. Otele ulaşım için hem karadan hem denizden her türlü imkân bulunurken, herhalde “zenginlik göstergesi” saydıkları helikopterleri ile gelmeyi tercih ediyorlar. Bereket Enerji “Bu helikopteri iki sene önce sattık” diyor demesine ama eleştiri oklarından kurtulamıyor. // SİHİRLİ SÖZCÜK: KÜLTÜR Meselem, helikopterin kime ait olduğu değil… Başka türlü bir şeyden bahsediyorum. Ne ağaca ne kuşa benziyor. “Varlıklı olmak” ile “zengin olmak” arasındaki farka işaret ediyor. Elleri biraz para görünce kendi kuralını, kanununu uygulamaya kalkanlar; vatandaşın gözünde nasıl küçüldüklerini, bu görgüsüzlükleri ile paralarını kazandıkları insanların gözünde bile itibarlarının sıfır olduğunu görmüyorlar. O gözü tek bir sihirli sözcük açıyor: Kültür…   HAFTANIN SÖZÜ Sular yükselince balıklar karıncaları yer. Sular çekilince ise karıncalar balıkları… Kimse bugünkü gücüne ve üstünlüğüne güvenmemelidir. Çünkü kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir… Kızılderili Atasözü