Virüs salgınının Türk ekonomisinde yarattığı tahribatın sonuçları yavaş yavaş belirginleşiyor. 20 Mart’ta başlayan ve 20 Haziran’da tamamlanacak Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) kapsamına 3 milyon 200 bin ç...

Virüs salgınının Türk ekonomisinde yarattığı tahribatın sonuçları yavaş yavaş belirginleşiyor. 20 Mart’ta başlayan ve 20 Haziran’da tamamlanacak Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) kapsamına 3 milyon 200 bin çalışan dâhil olmuş durumda. Kanuna göre Sayın Cumhurbaşkanı’nın KÇÖ uygulamasını üç ay daha uzatma yetkisi bulunuyor. İş dünyasında da büyük merakla beklenen bu kararın, hafta içinde netleşmesi bekleniyor. Benim düşüncem, KÇÖ uygulamasının uzatılmayacağı yönünde. Zira 1 Haziran’da başlayan normalleşme süreci boyunca salgına ilişkin rakamsal veriler içimizi biraz olsun rahatlatıyor. Ancak… Salgının etkisini yitirmesi, ekonominin aynı hızla toparlanacağı anlamına gelmiyor. KÇÖ kapsamındaki 3,2 milyon insanımızın kaçının işbaşı yapacağı, kaçının işsizler ordusuna katılacağı belirsizliğini koruyor. // ARTIK EZBERLEDİK! Özellikle tüketimde yaşanan akıl almaz düşüşe karşılık hükümetimizin bulduğu çözümler, hepimizin artık ezberlediği ve olası sonuçları hakkında kesine yakın bilgi sahibi olduğu maddeler içeriyor. 1 Haziran tarihi itibarıyla uygulamaya konulan kredi paketleri ile konut, araç, tatil ve tüketici kredilerindeki faiz oranları, bugüne kadar ki en düşük seviyesine indirilmiş durumda. Üç kamu bankası kanalıyla dağıtılan bu uygun krediler üretime, katma değere, ekonominin daha rekabetçi bir yapıya kavuşmasına değil; betona, çimentoya ve tüketim çılgınlığına tahsis ediliyor. E biz bu filmi izlememiş miydik? “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuç beklentisine girme” hastalığımızın yeniden nüksettiği anlaşılıyor. Bu krediler belki inşa halinde olup yarım kalan konutların tamamlanması için itici güç olabilir, bir ölçüde vasıfsız istihdama olumlu katkı da sağlayabilir. Ama o kadar… // İŞSİZE FAYDASI YOK İşsize, işini kaybetme korkusunda olan milyonlara ve onların çalıştığı işletmelere ilaç olmaz. Ülkenin ihtiyaç olduğu dövizin kazandırılmasına katkı sağlamaz. Kaldı ki konut ve taşıt kredilerinin ucuzlaması ile birlikte, yeni ve ikinci el konutlar ve otomobillerde hiç zaman kaybedilmeden yüzde 10 ilâ 20 arasında zam yapıldığı biliniyor. Hal böyle olunca, alınacak konutların fiyatları arttığı için kredilerin uygun faizle verilmesi pratikte çok fazla işe yaramayacak. Özel bankaların bu kredi şenliğine pek fazla yüz vermedikleri de anlaşılıyor. Belli ki bu işin sonunda batık kredi miktarlarının yüksek olacağını şimdiden görüyorlar ve patronlarının paralarını batırmak, küçük hissedarlarına zarar vermek istemiyorlar. Pekâlâ kamu bankalarının görev zararlarını kim karşılıyor? Bildiniz! T.C. Hazinesi… Yani biz, hepimiz… Ziraat ve Halk Bankası’nın görev zararlarının son dört yılda ikiye katlanmasının başka bir izahı olabilir mi? Patron olan devlet bu zarara ses etmediği sürece, bankayı yönetenler açsında herhangi bir sıkıntı görünmüyor. // KURULUŞ AMAÇLARI NEYDİ? Ve bekli de sorulması gereken en kritik soru: Adı üstünde, misyonu itibarıyla tarım üreticilerini desteklemesi gereken Ziraat Bankası ve kuruluş amacı “esnafı, sanatkârı ve KOBİ’leri desteklemek” olan Halk Bankası, neden inşaat sektörünü desteklemek zorunda kalıyor? Ayrıca, Merkez Bankası’nın “para basarak” finanse ettiği bu kaynakların döviz ve altın rezervi karşılığı yok. Yapılan işin ilerleyen aylarda büyük bir enflasyon tsunamisi yaratma ihtimali de bulunuyor. Neresinden bakarsak sıkıntılı bir konu… 18 yıllık AKP iktidarında, betona ve inşaata yatırım yapma sevdamızın bizi nerelere sürüklediği ortada. 180 milyar dolarlık ihracatımız içinde yüksek teknolojili ürün ihracatının oranı sadece yüzde 3,5 seviyesinde bulunuyor İhracatımızın kilogram değerinin TÜİK verilerine 1,2 dolar seviyesinde. Bu rakamı artırmak bir yana sürekli gerilemesine de engel olamıyoruz. Japonya’nın 4 dolar/kg, Almanya’nın 3,7 4 dolar/kg, Güney Kore’nin 2,54 4 dolar/kg seviyelerine yaklaşmamız hayal edilemeyecek kadar uzağımızda. // DAHA KAÇ KEZ TOSLAYACAĞIZ? Türk ekonomisinin odaklanması gereken nokta, imalat sanayisinin itici güç olmayı başarması olsa gerek. Tarıma, imalat sanayine ve hizmetler sektörüne ihracat perspektifi kazandırmakla bu girdaptan çıkabiliriz. Son tahlilde ihtiyaç duyduğu dövizi borçlanarak değil, çalışıp üreterek kazanan ve dış ticarette fazla veren bir Türkiye arzuluyorsak, kamu bankalarının ve kamu kaynaklarının “beton dökmeyi özendirecek” işlere tahsis edilmemesi gerekiyor. Bu gerçeği anlayabilmemiz için kafamızı daha kaç kez duvara toslamamız gerekiyor?

“DEMOKRASİ ADASI” YAPMAK TOBB’UN GÖREVLERİ ARASINDA MI?

Yassıada, İstanbul’da yaşayanlar ya da benim gibi hayatlarının bir bölümünü yedi tepeli şehirde geçirenler için sırlarla dolu bir adaydı. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında Başbakan Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı bu ada, uzun yıllar “hayalet” ada olarak bilindi. Darbenin 60’ıncı yıldönümünde ise “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” yeni ve betona sıvanmış kimliği ve handiyse tek karış yeşili kalmamış yüzüyle karşımıza çıktı. “Bu proje gerekli miydi değil miydi” sorusunun yanıtı başka bir yazı konusu olsun. Değinmek istediğim çarpıklık şurada: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne (TOBB) bağlı Gümrük ve Turizm İşletmeleri A.Ş. (GTİ), 2017 yılında Yassıada’yı Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan 29 yıl süreyle devralıyor ve adada hummalı bir inşaat faaliyeti başlattı. Adanın bugünkü ve önceki halini yan yana gösteren fotoğraflarda bunu görebilmek mümkün. // 1,5 YIL ÖNCE MANŞETE TAŞIMIŞTIK Dikkatli okurlar anımsayacaktır. 24 Kasım 2018 tarihli Ege Telgraf’ta bu konuyu manşetten işlemiş, iş dünyasının eleştirilerine yer vermiştik. Adada 125 odalı otel, 600 kişilik konferans salonu, 1200 kişinin ibadet edebileceği cami, müze, sergileme alanları, kafeterya ve restoranlar inşa edilerek hizmete açıldı. Toplam yatırım ederi 1 milyar TL’nin üzerinde olan bu işlerin tümünü TOBB’un yan kuruluşu olan TOBB- GTİ gerçekleştirdi. TOBB’un görevleri arasında, sadece Türk iş dünyasını temsil etmek ve menfaatlerini korumak yok. Korona virüs günlerinde olduğu gibi kriz zamanlarında kaynaklarını yine iş dünyasına kullandırmak da var. Kurumun görevleri arasında, devletin sorumluluğunda olması gereken işleri sırtlanmak yok diye biliyorum. TOBB’un kaynaklarını bu türden ölü yatırımlara harcamasının, iş dünyasında ciddi rahatsızlık yarattığını hatırlatmam gerekiyor. Konuştuğumuz işadamları, bizzat Sayın Cumhurbaşkanının bu görevi verdiğini belirterek, “TOBB’un bir emrivakiye maruz kaldığını” söylüyorlar. İş dünyasının en güçlü sivil toplum örgütü olan TOBB, yaklaşık 1 milyon 300 bin işadamını temsil ediyor. Birlik bünyesinde; 178 Ticaret ve Sanayi Odası, 60 Ticaret Odası, 12 Sanayi Odası, 2 Deniz Ticaret Odası ve 113 Ticaret Borsası olmak üzere toplam 365 Oda ve Borsa yer alıyor. // ELEŞTİRİLERDE HAKLILIK PAYI Hâl böyle olunca, Türkiye’nin en varlıklı kurumlarının başında da doğal olarak TOBB geliyor. İş dünyasından gelen eleştirilerde bence de haklılık payı yüksek. İşletmelerin varlık-yokluk çizgisinde gidip geldiği, finansman kaynaklarına erişimin her geçen gün azaldığı günlerden geçiyoruz. Başta sanayiciler olmak üzere işletme sahiplerinin gözleri, Hükümetin açıkladığı hedeflerin ne ölçüde tutacağı ve tasarruf önlemlerine kimin hangi derecede uyacağına odaklanmış durumda. Bu noktada TOBB’un yapması gereken yağmurlu havada daha çok işletmeye şemsiye açmak olmalıydı. Ve proje ile ilgili olarak kafamıza takılan şu soruları sormak hakkımız olsa gerek: Süslü cümleler ve gösterişli törenlerle açılan bu adaya kimler gidecek? Yerleşim olmadığı için vapur seferi düzenlenmiyor. İstanbul’un farklı noktalarından adaya düzenli seferler yapılması gerekiyor ki insanlar adayı ve müzeyi gezebilsin, 125 odalı otelde konaklayabilsin, Müslüman olup ibadet yapmak isteyenler 1200 kişilik camide namaz kılabilsin. // 1200 KİŞİ YAN YANA DURAMAZ Eni sadece 185 metre, boyu ise 740 metre olan küçücük bir adadan söz ediyoruz. Bu kadar ufak bir kara parçasına, akıl almaz bir inşaat faaliyeti yapılarak nerdeyse bir karış toprak alan bırakılmamış. Tam bir kaynak israfından söz etmek mümkün. 1200 kişinin yan yana bile gelmesinin mümkün olmadığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir adaya 1200 kişilik cami yapmanın bana göre mantıklı izahı yok. Ha, 27 Mayıs’ın kötü anısını yansıtmak için siyasi bir kararla yapılamaz mı? Elbette yapılabilir. Ama yapılacaksa bu işin maliyetini Kültür ve Turizm Bakanlığı üstlenir, yapar ve işletmesini üstlenir. İş dünyasının dişinden tırnağından artırdığı kaynaklar, ne olduğu belirsiz bir projede heba edilmez. Edilmemeli…  

“DÜNYA NEREYE GİDİYOR?” SORUSUNUN CEVABI: PEAK

Hani bu aralar dillerimize pelesenk olan “yeni normal” var ya… İşte o “yeni normal”, geleceğin mesleklerinde ve iş yapış biçimlerinde iliklere kadar hissediliyor. Lafı geçen hafta Türkiye gündeme gelen bir konuya getireceğim. Türkiye’de kurulan ve henüz on yıllık bir geçmişe sahip bilgisayar oyunu şirketi PEAK, ABD merkezli oyun şirketi Zynga tarafından tam 1,8 milyar dolara satın alındı. Şöyle bir karşılaştırma yapalım ki mesele daha iyi anlaşılsın: Bu sütunlarda şirket adı zikretmemeye özel bir önem veririm ama reklamını yapmayacağımız için Arçelik istisna olsun. 7 ülkede 18 fabrikası olan, 11 markası ve 30 bin çalışanıyla üretimini sürdüren Arçelik’in piyasa değeri 1,7 milyar dolar. 31 ülkede bizzat faaliyet gösteren ve milli bir marka haline gelen dev bir şirketten söz ediyorum. 2010 yılında İstanbul'da Sidar Şahin tarafından kurulan Peak ise tek başına Arçelik ölçüsünde bir değer üretiyor. Sadece on senede Türkiye'nin yanı sıra dünya mobil oyun pazarının da önemli oyuncuları arasına girme başarısını gösteriyor. Peak’ın satışı Türk ekonomi tarihinin en büyük şirket satışlarından biri olma özelliği de taşıyor. Burada Arçelik’in yaptığı üretimi ve sağladığı katma değeri küçümseme anlamı çıkarılmasını istemem. Ancak bu realite, “Dünya nereye gidiyor” sorusunun da yanıtı olsa gerek. // DÜNYANIN 10 DEVİNDEN 7’Sİ… Bugün dünyanın en değerli 10 markasından 7’si teknoloji şirketleri… Birinci sıradaki Amazon’un da ana iş sahasının perakende olduğuna bakmayın. Temelde yüksek teknoloji uygulamalarını barındıran Amazon’un marka değerindeki yıllık değişim, yüzde 52 gibi akıl almaz bir düzeyde. 315 milyar dolarlık değeri ile dikkat çeken bu şirketten iki tanesini yan yana koyun, bir Türkiye ekonomisi ediyor. Listede 2’inci sırasında yer alan Apple ve 3’üncü sırasında yer alan Google, 309’ar milyar dolarlık değerleri ile dünya teknoloji pazarını domine eden iki dev şirket… Türk ekonomisinin, üzerimize doğru hızla yaklaşmakta olan Dijital Devrim’e ne kadar hazırlıklı olduğunu bu sütunlarda defalarca sorguladık. Bu süreçten en çok etkilenecek ekonomilerin, bizim gibi “gelişmekte olan ülkeler” olacağını söylemek güç değil. Zira, emek yoğun sektörlerin hakimiyetinde olan ve katma değer sorunu yaşayan ülke ekonomileri, paradigmalarında köklü değişimler yaşamak zorunda kalıyor. Geri dönülemez yolun başında olduğumuzu kavrayamayanların işi gittikçe zorlaşıyor. Bugün “meslek” ya da “iş” olarak bilinen pek çok uğraş yakın gelecekte tarihe karışacak. Kısaca “vasıflı ve eğitimli” olmak da başlı başına bir işe yaramayacak. Hepimizin pozisyonumuzu buna göre belirlemesinde fayda var…

SAYIN ALİ BABACAN VE “UYUZ KEÇİ SENDROMU”

Sosyal psikoloji bireyin davranış, duygu ve düşüncelerinin; diğer kişilerin davranış ve özelliklerinden nasıl etkilendiğini inceleyen bir bilim dalı. “Uyuz Keçi Sendromu” ise sosyal psikolojinin üzerinde ciddiyetle durduğu konulardan biri… Sosyal psikoloji biliminin konusu olan bu sendrom, siyasal iletişim süreçlerinde analiz başlıklarından biri olarak da kullanılıyor. İngilizce’de “The black sheep effect” olarak adlandırılan bu kavram, daha çok sosyal kimlik çatışmalarında grup içi farklılaşmalara dikkat çekiyor. Buna göre, herhangi bir grubun farklı görüşü dile getiren üyesi, aynı davranışı gösteren grup dışı üyeden çok daha sert şekilde karşılık buluyor. Şayet kendi grubunuzda aynı ve homojen olma durumu ön plandaysa, gruptan farklı davranış gösteren üyeler, grup dışı üyelerinden bile daha az seviliyor hatta nefret ediliyor. Ama eğer grup üyeleri farklılıklarıyla grupta bulunabiliyorsa, bir “aynı olmama” durumu varsa, tabii ki de Uyuz Keçi Sendromu kapsamında değerlendiriliyor. // “ÜMMETİ BÖLME” DENMİŞTİ DEVA Partisi Genel Başkanı Sayın Ali Babacan’a AKP içinden yükselen tepkileri ve hakaretleri okuyunca, sosyal psikolojinin tanımladığı sendromun siyasette de karşılık bulduğu anlaşılıyor. Henüz bir sene öncesine kadar bizzat Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan tarafından AKP’ye davet edilen ve “ümmeti bölmemesi salık verilen” Ali Babacan, son dönemde ekonomiye ilişkin haklı eleştirileri ve tespitlerini ardı arkasına sıralayınca, olanlar oluyor. AKP’liler, bir CHP’liye duymadıkları nefreti Sayın Babacan’a kusabiliyor. Benzer bir durum Gelecek Partisi’ni kurarak AKP’den ayrılan Ahmet Davutoğlu için de “kısmen” geçerli. Sayın Erdoğan’ın, Babacan ve Davutoğlu için bulduğu çözüm ise “ademe mahkûm etmek” olmuş. Yani “yok sayılacaklar” mış… Daha önce de bu sütunlarda birkaç kez yazdığım için rahatım. Özellikle iş dünyası Ali Babacan’ı çok büyük bir dikkat ve merakla izliyor. “Destekliyor” demiyorum. Şu an için sadece “izliyor.” Vatandaş için de bu durum geçerli. Hükümete yandaş kanallar Babacan’ın adını bile anmazken, katıldığı TV programları sosyal medyada milyonlarca insana ulaşabiliyor. “Merak ve arayış” ın en somut göstergesi bu rakamlar. Türk siyaseti, özellikle de ekonomik kriz dönemlerinde hep yeri arayışlara sahne olmuştur. Bugün de kartların yeniden karıldığı, herkesin rakibinin elini görmeye uğraştığı bir dönem yaşıyoruz. Sayın Babacan’ın sandıktaki karşılığı ne olur bilemem. Ancak AKP için bir sosyal psikoloji vakası olduğuna bahse girerim. Çünkü Babacan ve Davutoğlu – her ne kadar toplumun tüm kesimlerinden oy alma söylemini dile getirseler de- gerçek oyun planlarını AKP’ye oy veren seçmen üzerine yoğunlaştırıyorlar. Bu durumda her iki siyasi partinin alacakları oyların AKP’den düşüleceğini söylemek mümkün. AKP yönetiminin, oyun planlarını Meclis’teki muhalefetten çok bu iki siyasi partiye odaklamalarını bu açıdan anlayışla karşılamak gerekiyor.