Bedri Rahmi’nin, bugün bile konusunda en güçlü kaynakçalardan biri olarak işaret edilen ve 1937 yılının 11 Eylül günü yayımlan...

Bedri Rahmi’nin, bugün bile konusunda en güçlü kaynakçalardan biri olarak işaret edilen ve 1937 yılının 11 Eylül günü yayımlanan 35 sayfalık “Nazmi Ziya” adlı ilk kitabının hazin bir hikâyesi vardır. Kitabı hazırlama işini, dönemin Akademi Müdürü Burhan Toprak vermiştir Bedri Rahmi’ye. Son derece iyi niyetle kaleme alınan bu kitap aslında aynı yılın Ağustos ayında açılan bir serginin Nazmi Ziya eserleri kısmının tanıtım kataloğu olsun diye hazırlanmıştır. Bedri Rahmi bu kitabı hazırladığında henüz 25 yaşındadır ve benzer konularda bir daha kitap yazmayacaktır. Kısaca da olsa dönemden söz edelim ki, bu hazin hikâye daha iyi anlaşılsın. 1936 yılında, henüz bir Resim Heykel Müzesi olmayan ama güzel sanatların önemine inanan genç Cumhuriyet ideologları, Güzel Sanatlar Akademisi’nin başına, İzmir Erkek (Atatürk) Lisesi mezunu, ardından Sorbonne’da felsefe eğitimi almış, Sanayi-i Nefise Mektebi Sanat Tarihi öğretmeni Burhan Toprak’ı getirirler. Toprak, 30 yaşındadır henüz ama son derece donanımlı bir gençtir. Zaman kaybetmeden Akademi’de bir takım yenileşme programları kurgular genç Müdür. Bunların başında da senelerdir depoda bekleyen Türk ressamlarının eserleriyle birlikte genç ressamların da katılım yapmasını sağlayacak büyük ve ulusal bir serginin önünü açmak vardır. Kimi çevreler, o güne dek sürekli talep edilen ama bir türlü hayata geçirilemeyen Resim Heykel Müzesi’nin Burhan Toprak döneminde açılmasında, Burhan Toprak’ın Atatürk’ün silah arkadaşlarından Mareşal Fevzi Çakmak’ın damadı oluşunun etkisi olduğunu söylese de; ülkemizin güzel sanatlar adına en büyük kazanımlarından biri olan ilk Resim Heykel Müzesi, Burhan Toprak’ın müdürlüğünde, Atatürk’ün emriyle, Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde, 20 Ekim 1937 tarihinde açılır. Hatta açılışa o günlerde Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Tarih Kurultayı’nda olan Mustafa Kemal’de katılır. Dönem gazeteleri bu girişimi öven yazılar yayımlarlar. Örneğin Prof. Afet İnan’ın, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir makalesinde şöyle denir: “Türk sanatkârı! Senin eserlerinle dolduracağın bu saray gibi daha ne büyük yerlerin vardır ve olacaktır. Türkün eli işler, gözü görür, hissi heyecanda olursa o yalnız kendi milletine değil, cihan kültürüne de örnekler ve şaheserler verecek kudretler gösterir.” Peki kimdir Burhan Toprak? 1906 Manisa doğumlu, sanat tarihçisi, çevirmen ve eski adı Sanayi-i Nefise Mektebi olan yeni adıyla söylersek İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde verdiği sanat tarihi dersleriyle tanınan Toprak, ülkemizde kurulan ilk Resim Heykel Müzesi’nin açılmasındaki öncü girişimleriyle hatırlanır daha çok. Bir de Yunus Emre Divanı adlı 3 ciltlik incelemesiyle! (1933-34) Bunun dışında özellikle Andre Gide, Victor Hugo ve Oscar Wilde çevirileriyle de Türk edebiyatına büyük katkılar sağlamış bir çevirmendir Burhan Toprak.16 Eylül 1967 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Şimdi birkaç ay geriye dönerek hikâyemizi anlatmaya başlayabiliriz. Bedri Rahmi, Akademi’deki değişim hamlelerinden biri olarak gerçekleştirilen, “yabancı uzman ve sanatçı öğretim üyelerini Akademi’ye davet etmek” kapsamında, resim bölümünün başına geçmek üzere davet edilen Fransız ressam Léopold Lévy’nin seçtiği iki asistandan biri olunca bir anda başka bir sanat iklimine geçer. (Meraklısına Not; Diğer seçilen asistan da Türk resmi için bir efsane olan Cemal Tollu’dur.) Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı atölyelerinde ders aldığı gibi şimdi de Fransız ekolünü birinci dereceden keşfedebilecektir. Bu genç bir sanat adamı için cennete düşmekle aynı anlama gelir. Nazmi Ziya, sakin kişiliği ve inandığı sanatın ilkelerine sıkı sıkıya bağlı, saygı gören bir öğretmendir. O kadar bağlıdır ki ilkelerine, öğrencisi Bedri Rahmi bile bu duruma sitem etmektedir: “Nazmi Ziya’ya tabiattan başka hoca yoktur öğüdünü verenler, onun kafasındaki hoca mefhumunu silmekle kalmamışlar, gezdiği büyük Avrupa müzelerindeki birçok şaheserler karşısında lâkayt kalmasına sebebiyet vermişlerdir (…) Nazmi Ziya’da tenkit edilecek en mühim nokta onun sanat hayatı boyunca tesir altında kalmaktan korkmasıdır.” Her ne kadar bu konuda sitemkâr gibi görünse de, öğretmeni Nazmi Ziya’dan çok etkilendiğini, zaman içinde kendisinin de bu doğrultuda bir anlayışa yöneleceğini biliyoruz Bedri Rahmi’nin. Yıllar sonra kendi atölyesinin duvarına astığı yemin-ilke levhasında ne diyordu Bedri Rahmi: “Bugüne kadar resim sanatı alanında yapılagelmiş olanları inceleyeceğime, kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler arasında beni en çok saranlarını ayırarak, onlara kendi aramalarımı, denemelerimi katacağıma, alışılagelmiş, basmakalıp, hazırlop, klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu kalmamış hiçbir şeyi tekrarlamayacağıma…” 1937 yılında Bedri Rahmi ve Nazmi Ziya birlikte doğaya giderler. Resim çizmek için… Doğanın muhteşem renklerini henüz kirlenmeden görmek için. Gecenin sabaha döndüğü saatlerde! “Kendi başıma yalnız meyveleri ve kadınları keşfettim, ondan ötesini birer birer sanat eserlerinden öğrendim” diyen Bedri Rahmi ve öğretmeninin çok benzer özellikler gösteren ilginç anıları vardır bu konuda. Bir dönem resimlerini sabahın çok erken saatlerinde Kumkapı civarında, sahilde yapar Nazmi Ziya. Bu sabah çalışmalarının kimilerinde Bedri Rahmi de öğretmeninin yanındadır. O günlerde evinden sahile doğru yürürken yolunun üzerindeki ihtiyar bir ayakkabıcıya da uğramaktadır ressam. Gel zaman git zaman aralarında bir muhabbet gelişir ve Nazmi Ziya, ayakkabıcının çalışırken bir resmini yapar. Bir gün ihtiyar ayakkabıcı, "Oğlum bak iyi bir ailenin çocuğusun, okumuş yazmış adamsın, bu resim işiyle ömür geçmez; ayakkabıcılık gibi doğru dürüst bir meslek öğren de ileride zor durumlara düşme" diye öğüt verir ressama. "Ben ayakkabıcılığı öğrendim bile, ileride zor duruma düşersem ayakkabıcılık yaparım" diye yanıt verir Nazmi Ziya. Ve oracıkta, ayakkabıcının gözleri önünde onun için bir ayakkabı yapıverir. Ayakkabıcı şaşkındır. Sonraki yıllarda dostlarına, özellikle kadın dostlarına kendi yaptığı ayakkabı ve çantaları hediye ederek onları mutlu ettiğini biliyoruz Nazmi Ziya’nın. Çok benzer bir anıyı da, özel arşivimde bulunan, Yeni Adam dergisinin 1935 yılında yayımlanan 70. sayısındaki Bedri Rahmi imzalı bir yazıda gördüğümü hatırlıyorum. Bedri Rahmi, “Ressam ile Demirci” başlıklı yazısında bir ressamın gözüyle İstanbul’u ve sanat algısını bakın nasıl anlatıyor:Koltuğunun altında büyükçe bir blok, ceketinin üst cebinde yedi renk kurşun kalemi vardı ve hava çocukluğunun havaları kadar ılıktı. Karşısında gök, bol çivitle yıkanmış beyaz bir yatak çarşafı gibi rüzgârla dolup boşalıyordu. Ressam nedense bugün sırtı yeşil bir balık gibi pırıldayan ve yemyeşil bir yosun kokusu yükselen Haliç tarafına bakmadı bile. Halbuki o niyetle evden çıkmış, uzaktan çiçeği koparılmış bir karanfil sapına benzettiği Süleymaniye minarelerini en öndeki Yemiş İskelesi’nden yükselen sandal direkleriyle barıştırmaya karar vermişti. Fakat bugün Sarayburnu’nda yepyeni bir âlem keşfediyordu (…) Köprünün parmaklıkları üzerine blokunu yerleştirdi (…) çalışmaya başladı (…) Arkasından iri yarı bir adamın kendisine çarpmasıyla Sultanahmet’in minaresi kadar ucunu sivrilttiği 3 nümro Faber kaleminin dibinden kırılması bir oldu. İri yarı adam kaleme hazin hazin bakarak ressama dönerek, “Tam bulmuşsun resim yapacak yeri” dedi. “Neredeyse boğaz vapurlarının üstüne çıkacaksın!” İri yarı adam (…) şahadet parmağındaki sarılı duran ve bir eldiven sadakatiyle zorlu bir parmağın yerini saklayan sargı bezini blokun üzerine attı. “Al da derdini buna anlat, benim kaybedecek çok vaktim yok” dedi ve uzaklaştı (…) Sargı bezi ressama dedi ki, “Dostum, dün ustam eline kocaman bir çekiç yedi ve parmağından bir parça et dışarı fırladı fakat usta gık bile demedi. Gördüğün gibi beni sarıp sarmaladı, akşam beraber eve dönüyorduk, sen köprünün öbür tarafında yine bir şeyler çiziyordun. Baktık: ne ustam ne de ben çizdiğin şeyleri seçebildik. Fakat ustam bütün gece hep seninle, senin orada ne yaptığınla meşgul oldu durdu. Bu adamların başka işleri güçleri yok mudur yoksa bununla mı geçinirler? Bu ecüş bücüş şeyleri satmanın yolunu buluyorlarsa âlâ bir meslek. Biz akşama kadar çekiç sallayalım, elimize geçen beş kuruşun yarısını da sargı bezine verelim. Bayımız köprübaşında Haliç’e baksın, üç beş çizgi karalasın ve bununla kravatına varıncaya kadar bütün ihtiyaçlarını temin etsin. Ressam sargı bezine dedi ki: “Önce müsaade et de sana benim bütün günlerimi birkaç çizgi karalamakla geçirmediğimi söyleyeyim. Bu benim çalışmamın çerezidir. Sonra ustana de ki: bu iş öyle göründüğü kadar kolay bir iş değildir. Senin ustan dostum, her gün bu köprüden geçer fakat o hiçbir zaman dünyanın en güzel bulutlarını yoğuran bu göklere başını kaldırmaz (…) Ben onların önünde saatlerce, günlerce, senelerce kalabilirim ve bir gün senin ustan gözlerini fal taşı kadar açarak “Aaa!” diyecek, bu benim üzerinden her gün geçtiğim köprü!... Meğer bizim köprünün üstünden ne beyaz bulutlar geçermiş, meğer altındaki su bu kadar gül kokarmış… Ustana selam söyle dostum. Ben fena bir adam değilim, ben ona hangi vesileyle olursa olsun görmeden geçtiği şeyleri gösterecek, sevmeden kaybettiği güzellikleri toplayıp ayağına getireceğim.” Bedri Rahmi, Nazmi Ziya adlı ilk kitabını Akademi’deki görevine başladıktan birkaç ay sonra yazar. Bu 35 sayfalık kitap aslında çok yakın bir zamanda planlanan; heykel, resim, tezyini sanatlar (Osmanlıca sözlük anlamı hem bezeme hem de süsleme olan sanat dalı), afiş ve tarihte Karagöz olmak üzere beş bölümden oluşması düşünülen serginin, resim bölümü için bir tanıtım kataloğu olarak hazırlanır. Sözü edilen bu sergi 17 Ağustos 1937 tarihinde açılır. Resim Heykel Müzesi’nin açılışından 57 gün önce… Resim Heykel Müzesi’nin açılmasında büyük etkisi olan bu serginin resim kısmı sadece Nazmi Ziya’nın resimlerinden kurulur. İşte bu heyecan verici sergi dolayısıyla, Akademi Müdürü Burhan Toprak tarafından Bedri Rahmi Eyüboğlu’na bir Nazmi Ziya kitabı hazırlaması görevi verilir.Akademi, Burhan Toprak zamanında beş on kitap yüzü görmüş, yalnız onun zoruyla bazı hocalar kitap yazmaya başlamışlardır. Bizden sonra yetişen kuşak Bruno Taut’un Türkçe çıkan kitabını, Cahit Sıtkı ile Muhip Dranas’ın birlikte çevirdikleri Fransız Resim Sanatı kitaplarını unutmazlar. Bu arada benim payıma da kıymetli ressam, sevgili hocamız Nazmi Ziya üzerine bir kitap yazmak düştü.” (*Bruno Taut; 1880-1938 yılları arasında yaşamış, Yahudi asıllı Alman mimar ve şehir plancısıdır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin, Ankara Atatürk Lisesi'nin, Atatürk'ün katafalkının, Trabzon Fen Lisesi ve Cebeci Ortaokulu'nun planlarını çizen mimar olarak tanınmıştır.) 25 yaşındaki yetenekli asistan Bedri Rahmi, Nazmi Ziya adlı kitabında, dönemi içinde son derece ilerici sayılan bir bakış açısıyla, bugün “Işığın ressamı” diye anılan Nazmi Ziya ve Van Gogh’un resimlerindeki ışık kullanımını ya da diğer deyimle güneş imgesini karşılaştırıp; Nazmi Ziya’daki güneşin nesneler üzerine sıcak bir buğu gibi yayıldığını, buna karşın Van Gogh’ta renkleri daha da belirginleştirdiğini söyleyecek kadar “bilgili” bir dil kullanır. Bu, konunun ilgilileri tarafından çok beğenilir. Bu saptamasının yanı sıra, kitabının 23. sayfasında söz ettiği “Pochade”larla ilgili bölümde de dikkatimi çeken bir hikâye anlatır Bedri Rahmi. Bedri Rahmi’nin “poşat” diye yazdığı “pochade” resim sanatında eskiz anlamına gelen bir sözcüktür. Öğretmeninin poşatlarından söz eder Bedros.1937’de Temmuzun en sıcak günlerinde Güzel Sanatlar Akademisi’nin geniş iki atölyesine sığdırmaya çalıştığı yüzlerce eseri arasında onu ziyarete gidiyordum. Hep o genç ve dinç Nazmi Ziya. Geniş ve beyaz alnını ter damlacıkları beneklerken o kolları sıvamış, resimlerini asmakla meşgul idi. Sergi için hazırlanan iki büyük atölyeyi çoğu henüz çerçevesiz yüzlerce resim kaplamıştı. Daha iyi bir ışık altında görmek için kaldırdığım büyük bir peyizajın arkasında yüzlerce ufak poşat sıralanmıştı. Bu ufak poşatlar, san’atkârın 30 ile 40 yaşları arasında muhtelif yerlerde yaptığı resimlerdi. Bunlar arasında fevkalâde hisli, berrak ve gürbüz peyizajlar vardı. O bu küçük poşatları gayet çabuk yapıyordu. Bunlar onun üzerinde ekseriya on dakikadan fazla çalışmadığı ışıklı ve renkli krokilerdi. O, üzerinde aylarca uğraşacağı bir resme başlamadan evvel intihap ettiği mevzu karşısında böyle seri notlar almayı âdet edinmişti. Nazmi Ziya ekseriya bu avuç içi kadar ufak resimleri büyüklerine tercih ediyor ve bu sergide onları ilk defa olarak teşhir ettiğini söylüyordu.” (Bedri Rahmi’nin 1937 yılında yayımlanan Nazmi Ziya adlı kitabı, sayfa 23) Bu paragrafın altına bir açıklama notu koyan Bedri Rahmi, minicik bir hikâye anlatır okuyucuya. Öğretmeni Nazmi Ziya’nın ‘poşatlarını’ satın almak isteyen bir Fransız sanatseverin hikâyesini: “1933’te,bir Fransız bu resimlerin tanesine 25 lira vererek hepsini satın almayı teklif etmiş fakat aynı günün akşamı Fransızın Florya’da boğulması ile satış geri kalmıştır.” Şimdi az sonra hatırlamak üzere bu hikâyeyi burada bırakıp, anlatmaya devam edelim biz. Bu hazin hikâyenin neden benim dikkatimi çektiğini, neden içimi cızlattığını, yazımın tamamını okuduğunuzda anlayacağınızı sanıyorum. Kitabın yazım aşamasında öğretmeninden büyük destek gördüğünü anlatır Bedri Rahmi: “O tatil eşimle Romanya’ya gidecektik. Burhan Toprak bu kitaba öylesine sarıldı ki, yazmasam muhakkak bir soğukluk çıkacaktı. Bereket versin üstat Nazmi Ziya o kadar efendi ve her bakımdan cömertti ki işimi yarı yarıya kolaylaştırdı. Kitabın ilk hazırlıklarını gören Toprak, çocuk gibi sevindi: ‘Bunun hemen arkasından da Çallı yazacaksın’ diyerek 1938 yaz tatiline de kancayı taktı.” Bir yandan bütün yaz ayları boyunca deliler gibi sergiyi hazırlayan Nazmi Ziya’nın olağanüstü çabaları, bir yandan genç asistan Bedri Rahmi’nin ilk kitap heyecanı derken… sergi bin bir zorlukla açılır. 17 Ağustos 1937’de! Hiç kuşku yok ki, bu sergi, Türkiye’de güzel sanatlar adına atılan en önemli adımlardan biridir ancak Bedri Rahmi’nin bütün çabalarına karşın öğretmenini yazdığı kitap sergi açılış gününe yetişmez. Devlet Matbaası tarafından basılan kitabın hiç olmazsa sergi bitmeden yetişmesi için her gün matbaaya gitmeye başlar Bedri Rahmi. En sonunda 11 Eylül 1937 günü, sergi henüz sürerken ilk kitabına kavuşur genç asistan. Sevinç içinde okşar kitabını. Ama hayatı boyunca unutamayacağı, içini yakan bir üzüntü beklemektedir Bedri Rahmi’yi!Hiç unutmam, bir yandan Devlet Matbaası’nda Nazmi Ziya kitabını izliyor, bir yandan da Akademi’de açılacak sergisini düzenliyorduk. Ne hazin rastlantıdır ki fırından yeni çıkmış taze ekmek taşıyanların sevinciyle, kitabı hocaya götürdüm, kucakladı, öptü beni ve o gece yarısı bir kalp krizi aldı götürdü hocamızı…” (Milliyet Sanat Dergisi, 20 Aralık 1974, Sayı: 111, ‘Resmimizin Ustalarından Çallı’ isimli Bedri Rahmi yazısından) Gırtlağınıza kocaman bir lokma takılmış gibi oldu mu sizin de? Hani nefesinizin sıkışması gibi bir şey? Hani uzak yoldan gelmişin, karşılayıcılarının hepsinin birden memleketi terk ettiğini öğrenmesi gibi, yeşil dalları olan yürek ağacımız çağlaya durmuşken aniden taptaze dallarına kar yağması gibi ya da… Pis, pis bir durum bu! Bu durumlarda ağzımız paslandığından mıdır nedir, o saatte edilen bütün sözler çinkoya taş atıldığında çıkan sesler gibi çın çın ötüp durur içimizde yaşadığımız sürece. İşe bak, üstüne kitap yazdığın öğretmeninden alnına gurur öpücüğü aldıktan birkaç saat sonra öğretmenini sonsuza kadar kaybetmek! Ne zordur kim bilir! Kitabın çıktığı gün Nazmi Ziya’yı kaybedişimiz bana çok pahalıya mal oldu. Hayat hikâyesini o unutulmaz üslûbuyla kendi ağzından yazmaya başladığım Çallı, korkunç haberi duyar duymaz: ‘Bre uğursuz, ne kitap isterim senden, ne de sergi. İki satır yazacağın tuttu, koskoca Nazmi Ziya’yı kaybettik’… Sahiden ondan sonra ben de soğudum bu işten.” Yukarıda “pochade” hikâyesini neden anlattığımı anladınız mı? Çok dramatik değil mi sizce de? Nazmi Ziya öldü gitti 11 Eylül 1937 günü; bugün İstanbul Resim Heykel Müzesi koleksiyonuna giren 15 resmini göremeden gitti. ‘Bugün Louvre Müzesi’nde resmi olan tek Türk ressam olduğumu kaçınız biliyorsunuz’ diye bizi sorgulamadan, aşağılamadan, cehaletimizi yüzümüze vurmadan… sessiz sedasız çekip gitti. Nazmi Ziya öldü, Bedri Rahmi öldü ama sanata saldıran kem gözlü sanat barbarları mikrop gibi türemeye devam ettiler. Gözü ışıksız cehaletin yarattığı karanlık, katrandan koyu hale geldi. Bıçakla kessen kesilecek hani! 15 Aralık 2013 günü, Nazmi Ziya’nın 60 yıldır özel bir koleksiyonda bulunan, 73x60 ölçülerinde, yağlı boya tablolarından biri olan “Sanatçının Evi” adlı tablosu, bir müzayedede satışa çıkarıldı. 500.000 lira açılış fiyatıyla! Tablo, Türkiye’yle sıkı fıkı ilişkileri olan İranlı bir iş adamı tarafından, açılış fiyatının iki katından fazla bir paraya, 1 milyon 50 bin liraya satın alınıp, sevdiği kadına armağan edildi. O İranlı iş adamını ve Nazmi Ziya tablosunun armağan edildiği sevgiliyi merak ettiniz mi? Tabloyu Reza Zerrab satın alıp, sevgilisi Ebru Gündeş’e armağan etmiştir. Ne diyeyim bilemedim şimdi? Kara ve kirli dolaplarda sakladığın paranı temize çekecek başka yer bulamadın mı Zerrab Efendi! Anadolu’da bir laf vardır: “Anan soğan baban sarımsak, sen nereden çıktın gülbeşeker?” Öyle çok diyesim var ki içimde. Diyesim diyesim diyesim de doymadan bir daha diyesim! Köpüklü bir küfürden başka bir şey değilim şu an. Parmaklarım kırılaydı da böyle içimi koparan, içimi acıtan gerçek sanat katliamları hikâyelerini yazmak zorunda kalmayaydım keşke! Bak bak bak, afraya tafraya bak! Bastım parayı aldım, var mı ötesi pozuna bak! Bu ne çalım anam babam, bu ne gösteriş? Bu ne yaygara? Bu pozlarınla sanatsever mi oldun şimdi? O tablonun senin eline kalmasında kimin günahı varsa boyunları altında kalsın inşallah! Heeeyyy, duyun artık, duysun sağır kulaklarınız: “Aşkın hikâyesini, yaygara eden bülbüle değil, sessiz sedasız can veren pervanelere sormak gerek!”