Şairler, ressamlar tiyatro sahnesinde Yazılarımı düzenli okuyanlar bilir ki; basılı tüm kitap ve dergiler, filatelik malzeme ve kartpostallar, mahkeme tutanakları, sergi broşürleri, eski fot...

Şairler, ressamlar tiyatro sahnesinde

Yazılarımı düzenli okuyanlar bilir ki; basılı tüm kitap ve dergiler, filatelik malzeme ve kartpostallar, mahkeme tutanakları, sergi broşürleri, eski fotoğraflar, belge ve efemeraların yanı sıra benim en güçlü kaynakçalarımdan biri de, gazetelerin eskimiş, sararmış, tozlu arşivleridir. Buğday ambarına düşmüş tavuk gibi oluyorum arşive ne zaman gitsem! O sayfadan öbürüne geçerken; sanki ha şimdi, ha şimdi köşe başından sevgilim çıkacakmış hissiyle çok heyecanlanıyorum. Biliyorum, bu yaptığım şey birçoğuna göre bir çeşit mezar eşelemektir ve çok sıkıcıdır. Çünkü çağ artık internet çağıdır böyle düşünenlere göre ve arzu ettikleri bilgiye, tuşlara bir parmak dokundurarak ulaşabileceklerini sanırlar. Buna da çağdaş kaynak kullanımı demekten hoşlanırlar. Bilginin güvenli olup olmadığı, aklın tembelliğe sürüklenmesi tehdidi onlar için nedense önemli değildir. Tanıdığı herkes oradadır ya, çemberin dışında, yalnız kalmayı göze alamaz birçoğu. Üstelik çok da kolaydır tuşlara basmak. Belki de haksız değildir böyle düşünenler kendilerince; ne de olsa zahmetli iştir biriktirmek, incelemek, düşünmek, gazete arşivi taramak! Zahmetlidir doğru ama, bugüne kadar şarjı biten bir kitap, göçertilen gerçek bir belge, birileri tarafından erişim yasağı konmuş bir arşiv de görmedim ben. Hele ki kuruş kuruş, sabırla kendi arşivini yapan biri için mümkün müdür bu? Bence bugün biriktiren; hem eğlenmiş olur, hem de yarın birgün üstüne yalanla, çarpıtmayla, cehaletin her türlü silahıyla geldiklerinde onu kandırmak kolay olmaz. Amaannn boş verin şimdi beni, içimi acıtan şey başka; bazen öyle bir şey çıkar ki karşınıza arşivde; o aktüel adındaki yoz hırsıza kaptırdığınız zamanınıza yanarım sizin adınıza, başka bir şeye değil! Zamansızlığınızdan fırsat bulup gidemediğiniz o arşivlerde, öyle çok hazine vardır ki, şaşar kalırsınız. Geçenlerde, hazırlamakta olduğum yeni çalışmam için heyecanla arşive dalmışken; araştırdığım konuyla hiç de ilgili olmayan bir ilân ilişti gözüme. 1950 yılından bir jübile programı! Dayanamadım, azıcık programa göz atayım dedimmm… aklım başımdan gitti! Bir gazete ilânının peşinden çıktığım yolculukla nerelere vardım, anlatamam. Türk edebiyat tarihinin serin dağlarına, yemyeşil ovalarına ! 26 Şubat 1950 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki ilân şu başlıkla yayınlanmış: “Sanat Dostları Cemiyeti Himayesinde, Mümtaz Ener Jübilesi! Yarın akşam 21’de, Saray Sineması’nda… Geceyi Tertip Eden Ferdi Tayfur!” Jübile programına biraz daha yakından bakınca, isimlerin büyükçe bir bölümü tanıdık geldi bana. İçimdeki çocuk heyecanlandı, yüzüm ısındı, avuçlarım terledi ve bu belgeyi fotoğraflayıp ince bir araştırma yapmaya karar verdim. Bulduklarımı size de anlatmak için bu yazının başına oturdum. Gördüğüm belge karşısında aklımı ters çeviren şey, jübile gecesinde ilân edilmiş olan, Ferdi Tayfur’un tek perde olarak yönettiği Hamlet oyunundan çok, oyunda görev alanların isimleriydi aslında. Jübile programında; Prens Hamlet’i, şiir atlasımızda hiç kimseyle yan yana koyamadığımız bir şairin; Âsaf Halet Çelebi’nin, Ophelia’nın babası Polonius’u da hem ressam, hem de şair olarak bildiğimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun canlandıracağı söylenmekteydi. Ophelia rolününse, -ilânda ‘Ofelia’ yazılmış- “Fitne-Fücur” adında bir oyuncu tarafından oynayacağı yazılmış ilâna. Fitne-Fücur mu, o da kim? Sanat dünyasında herkesin sırdaşı olan, öz Türkçe konuşmayanlarla düpedüz kavga eden, uçan kuştan, kimin kiminle neler yaptığından, kimin başının polisle belada olduğundan herkesten daha önce haber alan, Maya Sanat Galerisi adıyla bir sanat birimi kurarak, herkesi bir araya getiren Adalet Cimcoz’dur Fitne-Fücur tabi, yönetmenin kız kardeşi, başka kim olabilir ki? Şairler, ressamlar, sinemacılar, seslendirme sanatçıları el ele tutuşup tiyatro sahnesine çıkmışlar. Bu ne ola ki? Sonra jübile programının diğer etkinliklerine de baktım; Beethoven, Schumann konserleri, bale gösterisi, koro, halk müziği sanatçıları, âşıklar saati, daha neler neler… Hazım Körmükçüler, Tevhid Bilgeler, Hulûsi Kentmenler, Muammer Karacalar, Ferdi Statzerler, Şehime Ertonlar herkesler, herkesler orada, hadi bakalım, düştüm jübile gecesinin peşine! Sizi bilmem ama ben önce -araştırdıkça- yarım yamalak bildiğimi fark ettiğim, hatta neredeyse bir sinema oyuncusu olduğunu bilmekten öte -ne ayıp bana- hakkında çok da fikir sahibi olmadığımı gördüğüm, -gördüğüm ve utandığım- Mümtaz Ener’i tanımaya çabalayarak başladım işe. Evet, Bedri Rahmi’yi bilirim, üstüne çok uzun çalışmışlığım var. Sonra meslek önderimiz Muammer Karaca’yı da bilirim; Tevhid Bilge’yi, Hulûsi Kentmen’i, çünkü sahne insanıdırlar. “Om Mani Padme Hum” kitabıyla Âsaf Halet’i de bilirim kendimce. Sonra seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur’u da bilirim az da olsa. Bildiğim dediğim ne; Adalet Cimcoz’un ağabeyi olduğunu, sinema yönetmenliği yaptığını, Nâzım’la İpek Film’den arkadaş olduklarını, efsanevi Laurel-Hardy’nin seslendirmesinin ona ait olduğunu filan! Küçücük bir gazete parçasından neler neler öğrendim bir bilseniz; hani cehaletin şık döpiyesler giyip, pahalı kravatlar takıp ortalıkta dolaştığı bu utanç günlerinde; nasıl desem, hani ‘suyun değeri, kuyu kuruyunca anlaşılırmış’ derler ya, benimki de o hesap tam olarak! Öğrenmek, ne güzel bir şey. Şu para kazanma işleri hiç bitmediği için sabah erkenden kalkıp yollara düşen ve yorgunluktan düşünecek halleri kalmadığı için akşam erkenden yatanlardan olmadığımdan mıdır nedir; herkes, her şey bir yana, bu öğrenme yolculuğumdan aldığım ışıltılı keyif bir yana! Bu da şimdiye kadar hep yetti bana. İsterseniz önce adına jübile yapılan Mümtaz Ener’i tanımakla başlayalım yazımıza. Ener, Muğla’da doğar, 1907’de! Meraklısı, sanatçıyla ilgili daha derin araştırma yapabilir, her yerde yazılanları tekrar ederek zaman kaybetmeyelim biz. Benim derdim, 1950 yılında, henüz 43 yaşını süren ve sanatta genç kabul edilebilecek bir yaşta Mümtaz Ener adına neden bir jübile yapıldığı! Mümtaz Ener, sanat tarihimiz adına çok önemli bir isim. 1923 yılında, henüz 16 yaşındayken İsmail Hakkı Bey’in kurduğu İstanbul Opereti’nde sahnelenen Musahipzade Celâl’in “Bülbül” müzikâlinde sahneye çıktığını yazar kaynaklar. Şimdi bir isim daha çıktı karşımıza: İsmail Hakkı Bey! O kim peki? Mehmed Âkif Ersoy'un İstiklâl Marşı’nı rast makamında besteleyen (1922) ve “Muâllim” lakâbıyla tanınan İsmail Hakkı Bey; kurduğu Mûsikî-i Osmanî Cemiyetiyle, dönemin müzik eğitim ve öğretim çalışmalarına öncülük etmiş, önceleri birkaç kişiden kurulu olan incesaz takımlarındaki geleneksel yapının dışına çıkarak otuz-kırk kişilik ses ve saz topluluğu ile de halka açık sunumların ilk örneklerini vermiş bir sahne insanıdır. İşte bu yüzden önemlidir. O, konusunda bir öncü, devrimci bir müzik adamıdır. Sonra; Raşit Rıza, Sadi Tek ve Muhlis Sabahattin Topluluklarıyla da çalıştığını öğreniriz Ener’in. Bu topluluklarda, şimdilerde ‘müzikâl’ diye bildiğimiz operet üzerine uzmanlaşmış, muhteşem bir sese ulaşmıştır Ener. O kadar güçlü insanlarla sahne almıştır ki; örneğin, birlikte çalıştığı Muhlis Sabahattin, Türk müziği tarzında bestelenen operet geleneğinin son temsilcisi kabul edilmektedir bugün. Onunla, Türk müziğiyle operet besteleme devrinin kapandığını söyler uzmanlar. Mümtaz Ener’in öldüğü güne dek seslendirme sanatçısı olarak hizmet vermesi boşa değil yani! (Meraklısına Not: Muhlis Sabahattin'in “Çâresaz”, “Zühre”, “Ayşe”, “Gül Fatma”, “Asaletmeab”, “Muteber Paşa”, “Aşk Mektebi”, “Kerem ile Aslı” ve “Yerden Göğe” adlarını taşıyan başlıca operetleri arasında “Çâresaz”, “Gül Fatma”, özellikle de “Ayşe”, en çok tutulan ve sahnelenenleri olmuştur. “Çâresaz”, Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin desteğiyle Benliyan’ın yönetimindeki Osmanlı Milli Operet Kumpanyasınca oynanmışken, “Aşk Mektebi” Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konmuştur.) 30 Aralık 1927 günü, Karaköy’de bindiği tramvayda kalp krizinden ölür Muhlis Sabahattin. Cenazesi, Chopin’in cenaze marşı eşliğinde hâfız okuyuşları ve haham mersiyelerinin birbirine karıştığı büyük bir kalabalıkla Eğrikapı Mezarlığı’na defnedilir. Mahmut Ragıp Gazimihal, 1928 yılında yayımlanan Milli Mecmua adlı derginin 101. sayısında, onun, mezarına bando eşliğinde götürülen ilk Türk müzik adamı olduğunu yazar. On yıla yakın Hâzımlarla, Galip Arcanlarla, Muvahhitlerle tiyatro sahnesine çıkan Mümtaz Ener, ilk kez 1940 yılında, Faruk Kenç’in yönetmenliğini yaptığı ve siyah-beyaz çekilen “Yılmaz Ali” adlı, Türk sinemasının ilk polisiye filmiyle beyazperdeye geçer. Ama ne geçmek! Tam 317 filmde oynar Ener. ‘Alaylı’ dediklerindendir o. Kendi kendini yetiştirmiştir. Disiplinli ve çok cesur, inanmış bir sanat adamıdır. ‘Cesur’ sözünü boşuna yazmadım; çünkü dünya 40’lı yılların başında birbirinin boğazını sıkarken, başka türlü söylersek, ülkemizde ekmeğin karneyle dağıtıldığı o savaş günlerinde yani, Mümtaz Ener Türk sinemasında oyuncu olarak kamera önündedir. Örneğin 1940 yılında “Şehvet Kurbanı”, 1941 yılında ise “Kahveci Güzeli” adlı filmlerde oynamıştır Ener. Oynadığı her iki filmin de senaryosunu kimyazmıştır sizce? Nâzım Hikmet! Peki bu filmlerin yönetmeni kimdir? Muhsin Ertuğrul! Nâzımiçerdedir, komünisttir. Muhsin Ertuğrul Darülbedayi’de eskimiş zihniyeti yerle bir etmiş, tahtı sallananların hışmına uğramıştır. Sanatına tutkuyla bağlı bu iki kavga atının yanında durmaya yürek isteyen günlerdir o günler! Yeri gelmişken, Nâzım, Muhsin Ertuğrul ve sinema konusunda birkaç söz edelim. Nâzım’ın sinema tutkusunda, 1932 yılında ölen babası Hikmet Bey’in, öldüğü güne kadar Süreyya Sineması’nın İşletme Müdürü olarak çalışmasının etkisi olabilir. Babası oğlunu sinemaya götürmemiş olabilir mi hiç? Ardından Moskova’da öğrencilik günleri başlar Nâzım’ın. 1921 yılında, Moskova KUTV Üniversitesi’nde öğrenci olduğu yıllarda, “Açlık Açlık Açlık” adlı bir belgesel izlediğini, bundan çok etkilendiğini; bundan öte, aynı yıllarda sinema eğitimi almak için Moskova’ya giden tutkulu bir Türkle, Muhsin Ertuğrul’la tanıştıktan sonra sinemaya ilgisinin arttığını anlatır şair yıllar sonra. 9 Ağustos 1925-28 Ocak 1927 tarihleri arasında, 15 ay kadar Moskova’da birliktedir iki sanatçı. Aralarında 10 yaş vardır Nâzım’la Muhsin Hoca’nın. Hoca, Nâzım’dan büyüktür. Muhsin Ertuğrul, Moskova’da tanıştığı komünist yönetmenlerin etkisiyle, Bakü’de “Tamilla” (1925) ve Odessa’da “Spartaküs” (1926) filmlerini çeker. Nâzım yanıbaşındadır hep. Sonra her ikisi de Türkiye’ye dönerler. Muhsin Ertuğrul, bir yandan Darülbedayi’de oyun sahnelerken, bir yandan da İpek Film’le çalışmaya başlar. Nâzım’la Muhsin Ertuğrul’un yolları, 30’lu yılların ilk çeyreğinde bir kere daha kesişir. Hoca, “Türkçeyi yeni nazımda en kuvvetle kullanan ozan” dediği Nâzım’dan, Darülbedayi’de sahnelemek için oyun yazmasını ister. “Kafatası”, “Bir Ölü Evi” ve “Unutulan Adam” 1932 ve 1934 yıllarında böylece seyirciyle buluşur. Sahnedeki Nâzım oyunları, iki-üç gösteri yapar yapmaz yasaklansa da; Muhsin Ertuğrul’un İpek Film için çektiği “Bir Millet Uyanıyor” filminde (1932) Nâzım Hikmet, hem reji asistanı, hem de seslendirme yönetmeni olarak karşımıza çıkar bu kez. ‘Azılı komünist’ diye damgalanan Nâzım; yazdığı senaryolarında kendi adını kullanamaz doğal olarak. Mümtaz Osman, Ercüment Er, Kenan Orkan gibi takma isimlerle imzalar senaryolarını Nâzım. Çok geçmez, 1938 yılında “Harpokulu Davası” adlı uydurma bir davayla Nâzım tutuklanır. 28 yıl ceza alır. İpek Film ve Muhsin Ertuğrul, Nâzım Hikmet’e hapiste bile senaryo sipariş etmeyi sürdürürler. Böylece Mümtaz Ener, Nâzım ve Muhsin Ertuğrul aynı karede poz vermeye başlarlar sinema tarihinde. Üç ayrı yerden koşarak gelen üç dere, birlikte Türk sineması adlı denize dökülürler çağlaya çağlaya. 30’lu yıllardan taa 1953’e kadar birçok senaryo yazar Nâzım: - Cici Berber (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1933) - Karım Beni Aldatırsa (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1933) - Söz Bir Allah Bir (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1933) - Fena Yol (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1933) - Aysel Bataklı Damın Kızı (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1934) - Leblebici Horhor Ağa (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1934) - Milyon Avcıları (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1934) - Tosun Paşa (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1939) - Şehvet Kurbanı (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1940 – Mümtaz Ener bu filmde oyuncudur) - Kahveci Güzeli (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1941 – Mümtaz Ener bu filmde oyuncudur) - Kıskanç (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1942) - Kızılırmak Karakoyun (Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1946 – Mümtaz Ener bu filmde oyuncudur) - Senede Bir Gün (Yönetmen: Ferdi Tayfur, 1947 – Mümtaz Ener bu filmde oyuncudur) - İstiklâl Madalyası (Yönetmen: Ferdi Tayfur, 1948 – Mümtaz Ener bu filmde oyuncudur) Başlı başına büyük bir inceleme konusu olan Nâzım-Muhsin Ertuğrul ilişkisini bir belgeden alıntı yaparak noktalayalım; çünkü, benim hassas olduğum iki sanat adamını anlatmaya bir başlarsam, asıl anlatacağım konunun ibresi şaşar. Onu da başka bir yazıda anlatırız, söz! Darülbedayi dergisinin, 15 Sonteşrin (Kasım) 1934 tarihli 52. sayısının 2. sayfasında yayımlanan ve “Unutulan Adam’ı Niçin ve Nasıl Yazdım” başlıklı bir yazısında Nâzım Hikmet şöyle der: “Tek bir sözle: Unutulan Adam’ı Muhsin oynasın diye yazdım. Bu kadar açıksözlülüğümü; bu oyunu dinleyecek, görecek olanlar benim kimseyi aldatmak istemeyen huyuma bağışlasınlar. Toprağı, dostlarımı, karımı sevdiğim kadar tiyatroyu severim. Sevgilerimin hiçbirinde platonik olmadığım gibi, tiyatro sevgimde de platonik değilim. Tiyatroyu, seyirci, dinleyici, okuyucu gibi değil, onun içine karışarak, ona bir şeyler katarak, onun için yazarak sevmeyi anlarım. Yalnız kendim, yalnız bir kişi için hiçbir iş yapmadım bugüne dek… Şiir yazdım; mümkün olduğu kadar çok okuyucu okusun diye, tiyatro yazdım; mümkün olduğu kadar çok seyirci dinlesin, seyretsin diye… Ama işte bu sefer, yalnız bir kişi için bir iş yaptım, yalnız bir kişi oynasın diye bir piyes yazdım, yalnız bir kişi beğensin diye zorladım kendimi. Yine açık sözlü olayım: Muhsin oynasın diye yazdığım bu oyunu, öteki artist arkadaşların da beğenmeleri, seyircilerin de anlamaları, bundan onların da hoşlanmaları beni sandığınızdan çok sevindirir. Ve böyle bir sevince erebilmek için de elimden geleni yapmadım değil…” Adına jübile yapılan Mümtaz Ener’e yeniden dönersek; 1945 yılında Ener’i, ilk kez kameranın arkasında görürüz, yönetmen olarak! Muharrem Gürses’in senaryosunu yazdığı “Köroğlu” adlı filmi hem çekmekte, hem de Ruşen Ali rolünü canlandırmaktadır çalışkan oyuncu. Büyük ses getirir film. Aynı yıl Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Yayla Kartalı” filminde de oyuncudur Ener. Romanı senaryo olarak yeniden yazan kişi Necdet Mahfi Ayral, yönetmen ise Muhsin Ertuğrul’dur. 1946’da kameranın arkasında yine Muhsin Ertuğrul’un olduğu, senaryosunu yine Nâzım Hikmet’in yazdığı “Kızılırmak Karakoyun” adlı filmin en kuvvetli oyuncularından biri yine Mümtaz Ener’dir. Rol arkadaşları kimlerdir, sayayım mı? Müfit Kiper, Cahide Sonku, Muammer Karaca, İsmail Dümbüllü, Behzat Butak, Vasfi Rıza Zobu, Şaziye Moral... Filmin kadrosuna bakar mısınız? Kadro değil, Türk oyunculuk tarihi karşımızdadır sanki!Sanki Kızılırmak Karakoyun film şeritleri, bütün güzelliği ve parlaklığıyla gökyüzünde akan bir kuyruklu yıldızdır. (Meraklısına Not: Nâzım Hikmet’in, 1946 yılında Ercüment Er imzasıyla yazdığı “Kızılırmak Karakoyun” adlı senaryo, Muhsin Ertuğrul ve Mümtaz Ener üçlüsünün birlikte yaptıkları son çalışma olur.) Devamı Var