Sürrealist bir Mevlevi’nin şiiri: Om mani padme hum “Perde açılır. Pandomima başlar. Bir kralla bir kraliçe coşkun bir sevgi gösterisiyle girerler. Kraliçe, Kral’ı kucaklar; önünde diz çöküp bağlılı...

Sürrealist bir Mevlevi’nin şiiri: Om mani padme hum “Perde açılır. Pandomima başlar. Bir kralla bir kraliçe coşkun bir sevgi gösterisiyle girerler. Kraliçe, Kral’ı kucaklar; önünde diz çöküp bağlılığını anlatır. Kral yerden kaldırıp başını omzuna koyar. Kraliçe, onu uyur görünce, ayrılır yanından. O zaman bir adam girer içeri. Kralın tacını başından alır, tacı öper, Kral’ın kulağına zehir akıtır ve çıkar. Kraliçe döner, Kral’ı ölmüş görüp saçını başını yolar. Zehirleyen adam, iki üç kişiyle tekrar gelir. O da Kraliçe’ye yanar yakınır. Ölü dışarı götürülür. Zehirleyen adam, Kraliçe’ye sevgisini anlatıp hediyeler verir. Kraliçe önce soğuk davranır ama sonunda kucağına düşer. Ophelia - Ne demek oluyor bu, efendimiz? Hamlet - Ne demek olacak? Alan almış, satan satmış, olan olmuş. Ophelia - Oyunun konusunu veriyor herhalde bu pandomima. (Bir oyuncu girer) Hamlet - Bu gelen söyler ne olduğunu. Oyuncular sır saklayamazlar; gizli kapaklı ne varsa çıkarırlar ortaya. Ophelia - Pandomimayı da açıklayacak mı? Hamlet - Elbette, istersen sen de bir tane oyna, onu da açıklar. Sen oynamaktan utanmazsan, o açıklamaktan ne diye utansın?” Oyunun bu sahnesinde, turneye gelen oyuncu topluluğundan Duka Gonzago ve karısı Batista, Hamlet’in yazıp ezberlettiği oyun içinde oyun bölümünü oynamaya başlamışlardır. Her replik zehirli bir ok ucu gibi izleyenlere saplanmaktadır. “Gonzago - Evet, yakındır sevgilim ayrılacağımız gün. Gücüm kalmadı hayatımı sürdürmeye. Ama sen, şanın şerefinle, hayranlarınla daha yaşayacaksın bu güzel dünyada. Belki seni benim kadar seven bir koca… Batista - Aman susun, yeter! Böyle bir sevgi ancak bir ihanet olarak girebilir yüreğime. Bir daha evlenirsem lânet yağsın başıma. Yalnız ilkini öldüren varır ikinci kocasına! Hamlet - Kraliçem, ne diyorsunuz bu oyuna? Kraliçe - Kadının yeminleri aşırı geldi bana. Hamlet - Ama tutacak yeminini. Kraliçe - Oyunu biliyor musun? Kötü bir şey olmasın sakın sonunda? Hamlet - Hayır, hayır! Şaka hepsi, zehirleme de şaka! Kötülük falan yok. Kral - Adı ne oyunun? Hamlet - Fare kapanı (…) Bu oyun, Viyana’da işlenmiş bir cinayeti anlatıyor. Duka’nın adı Gonzago, karısınınki Batista. Göreceksiniz ya, alçakça bir iş bu; ama konunun ne önemi var? Haşmetli kralımızın ve benim vicdanlarımız rahat olduğuna göre, bizi ilgilendirmez. Yarası olan gocunsun, bizim yaramız falan yok. (…) Hamlet - Bahçesinde zehirliyor adamı, tacını tahtını almak için. Adı Gonzago zehirlenenin. Gerçek bir olayı anlatıyor bu oyun, asıl en güzeli İtalyancayla yazılmış. Şimdi katilin Gonzago’nun karısını nasıl baştan çıkardığını göreceksiniz. Ophelia - Kral kalkıyor. Hamlet - Neden? Kuru sıkı atıştan mı korktu? Kraliçe - Neniz var efendimiz? Polonius - Oyunu durdurun! Kral - Işık tutun bana! Çıkalım!” (William Shakespeare, “Hamlet”, Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu, Remzi Kitabevi, 7. Basım, Mayıs 1996, İstanbul, sf. 90-94) Jübile gecesindeki Hamlet oyununda, Hamlet rolünü canlandıracak olan oyuncu, şair Âsaf Hâlet Çelebi’dir: “Sürrealist Mevlevi” denen, yazdığı şiirleri kimsenin anlamadığı ama ezbere bildiği bir şair! Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) Şifre Dairesi Müdürü Sait Hâlet Bey’in oğlu Âsaf Hâlet! Bugün birçok kişi, bir solukta hatırlamaz, dosdoğru tanımaz şairi; çünkü babası gibi akılda kalacak ‘yüksek forsları’ hiçbir zaman olmamıştır Âsaf Hâlet’in. O, Osmanlı Bankası’nda memurdur, Üsküdar Asliye Ceza Mahkemesi’nde zabıt kâtibidir ya da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde kitaplık memurudur. Kendine has, iddiasız biridir. En sevdiği şey şiir yazmaktır. Ama yazdığı şiirler, çoğuna göre bir ‘deli zırvalaması’dır. Her ne kadar kazanamasa da; 1946 genel seçimlerinde, İstanbul’dan bağımsız milletvekili olmak için adaylığını koymuş, hiç dinleyicisi olmasa bile, meydanlarda yüksekçe bir yere çıkıp uzun uzadıya nutuklar atmış, bunun için de alaya alınmış biridir Âsaf Hâlet! Açık konuşmak gerekirse; ‘tuhaf’ ve ‘anlaşılması zor’ bir adamdır. Onu hatırlayanların dudak kenarlarında acayip, şaşkın, kuşku dolu bir gülümseme belirir nedense. Bugün şairliğinden çok ‘sıra dışı duruşu’ üzerinden anılır Âsaf Hâlet’in renkli kişiliği. Âsaf Hâlet, her ne kadar Türk şiirine katkılarından çok, ölümünden sonra ondan söz edenlerin anlattığı ‘acayip hikâyelerle’ anılsa da bugün; şairin Türk şiir tarihine bıraktıklarının etkisini azaltır mı bu? Olur mu öyle şey! Çelebi; -kim ne derse desin- Türk edebiyatında yanına kimselerin konamadığı ‘ayrıcalıklı’ bir yerde durur bence. Çünkü onun yazdığı şiir, ne kopyalanabildi, ne de benzeri yazılabildi bugüne kadar. O, ilk gerçeküstü şairimiz olarak durduğu yerde duracaktır her zaman. Sadece iki şiir kitabı yayımlamıştır şair: Fransızca’dan yaptığı çeviri şiirleri dâhil 45 şiirden oluşan “He” (1942) ve on yeni şiirini yayımladığı “Lâmelif” (1945)… Gölgede unutulmuş bu iki kitabı bilenler pek azdır; bunları bilmez çoğunluk ama bilmeyenler bile; şairin, bu iki kitaptaki şiirlerine sekiz yeni şiir ekleyerek bir araya getirdiği ve 1953 yılında, Yeditepe’den basılan “Om Mani Padme Hum” kitabını mutlaka duymuştur. Ona neler demediler, neler yakıştırmadılar ki! “Sürrealist Mevlevi”den başka; “Mistik Şair”, “Ultra Modern”, “Gelenekçi Modernist”, “Bobstil Dandy”… Vesselam, ilginç bir adam, ilginç bir şair Çelebi. “Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde’ın dandyliğini anımsatıyordu. Şiirlerini okuyuşundaki -için için belki kendinin de alayını çıkardığı- aşırı önem ve her şiirin havasına göre ayrı bir kişiliğe bürünüş yeteneği, çoğu kimsede bir hafiflik etkisi bırakıyordu. Âsaf Hâlet, böylece ciddiye alınmaktan çok, insanı bohem renkliliği ile gülümseten bir çağrışım oluyordu. (…) Yolunu ve asrını şaşırmış bir derviş gibi onu çok yadırgayan hoyrat bir çevrenin içinde bir gün bile sızlanmadan, kimseyi bir an töhmetlendirmeden, olgun bir hoşgörü ile sessiz sedasız yaşadı.” (Haldun Taner, “Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil”, Cem Yayınevi, 1979, İstanbul, sf. 61 ve 65) Âsaf Hâlet’in şiirleri için; “Buda, Zen ve İslâm tasavvuf felsefesinin kavramlarıyla yoğrulmuş sanatsal bir dil sese verilen önemle birleşerek incelip saflaşmıştır” diyenler de olmuştur; soyut ve anlamsızlığa varan şiiriyle onu yadırgayanlar da! Bu amacı belli yazımızda, uzun uzun Hâlet Çelebi şiiri incelemesi yapamayacağımıza göre, onun en ünlü ve üstüne en çok tartışılan “Om Mani Padme Hum” dizesinin geçtiği “Sidharta” şiirini okuyalım önce, sonra da bu ünlü dize üstüne birkaç söz edelim isterseniz. (Belki Mümtaz Ener’e yapılan jübile gecesiyle ilgili bazı ipuçları vardır bu hikâyelerin içinde?) Şairin “Sidharta” adlı şiiri, şairinin izni alınmadan, ilk kez Yusuf Ahıskalı’nın çıkardığı Yeni Ses dergisinin, 1941 Mayıs sayısının arka kapağında yayımlanır. Hem de… hem de, -sıkı durun- Bedri Rahmi’nin desenleriyle! “Niyagrôdha Koskoca bir ağaç görüyorum Ufacık bir tohumda O ne ağaç ne tohum Om mani padme hum Om mani padme hum Om mani padme hum Sidharta Buddha Ben bir meyvayım Ağacım âlem Ne ağaç Ne meyva Ben bir denizde eriyorum Om mani padme hum Om mani padme hum Om mani padme hum” Ancak, şiirinin habersiz yayımlanmasından çok da memnun olmaz şair. İyi de bu nasıl olmuş olabilir ki? Şairinden habersiz, şiirini yayımlamak? İlginç! Anlaşılan; Âsaf Hâlet bu şiiri yazmış, her zaman bir araya geldikleri bir arkadaş ortamında okumuş ve o arkadaş topluluğundan biri de tutup bu şiiri Yeni Ses’te yayımlatmış. (Ben, desenlerini bile çizip hazırladığını düşündüğüm zaman, şaire sürpriz yapan bu kişinin, edebiyatın yaramaz çocuğu Bedri Rahmi olduğunu zannediyorum.) Biz hafiyeliği bırakıp, gerçek belgelerin peşinden gidelim. Hasan İzzettin Dinamo, “İkinci Dünya Savaşı’ndan Edebiyat Anıları” kitabında, Çelebi’nin niye bu kadar kızdığını ve sonra neden yüzünde güller açtığını şöyle anlatır: “Şairden habersiz yayımlanan bu şiir, bir küskünlük yaratmış, sonra da şiir ün kazanınca iş değişmişti. Şiirin redifi olarak söylenen ‘Om mani padme hum’ Hint kutsal edebiyatında, sık sık yinelenen bir deyimdir. Şair ‘Sidharta Buda’ adlı şiiri yazdıktan sonra arkadaşları bu Hint deyimini dillerine dolamış, eğlenmeğe başlamışlardı. Böylece eğlence, şaka konusu olan şiir, yayımlanma olanağını yitirmiş görünürken, birdenbire Yusuf Ahıskalı’nın atılımıyla kapakta görününce Asaf Hâlet Çelebi rezil olacağını sanmış, kızmış, köpürmüş, küsmüştü. Şiir, büsbütün olumlu bir etki yapıp da üne ulaşınca akan sular durmuştu.” Bu sempatik imece, şairin yüzünde güller açtıradursun; başka şairler ya da sanat eleştirmenleri farklı düşüncededirler. Örneğin Mehmed Kemal, Âsaf Hâlet Çelebi ve ünlü şiiri için şöyle der bir yazısında: “Âsaf Hâlet Çelebi’nin o günlerde yayımlanan şiirleri, bizim anlayamadığımız bazı sözlerle doluydu: Om mani padme hum, kama pet, kama ta, amman ra hotep, Sidharta, Buda gibi... En ünlü, bilmeden dilimizde dolaşan dizesi, “Om mani padme hum”du. Ne demekti bu? Bilmezdik, ama söyler dururduk. Doğrusu, bu sözlerin ne anlama geldiğini de uzun yıllar ne araştırdım, ne sordum. Âsaf Hâlet’in şiirleri bana biraz yaban gelirdi. Ciddiye aldığım da yoktu. O günlerin okuyucularının da ciddiye aldığını sanmıyorum.” (Mehmed Kemal, “Acılı Kuşak”, “Om Mani Padme Hum” başlıklı yazısı, Çağdaş Yayınları, 4. Basım, İstanbul, Mart 1996, sf. 306-307) Mehmed Kemal; açık sözlü mü dersiniz, gaddar mı dersiniz bilemem ama bu denli doğrudan şairi ve şiirini alaşağı ederken; Mehmet Fuat’da pek farklı düşünmemektedir şairle ilgili: “Batıda da, bizde de hiçbir şey anlatmayan, ‘anlamsız’ denilebilecek şiirler var. Yeni şairlerimiz arasında da ‘Lettrisme’ akımına yaklaşanlar oldu. Örneklerden biri Âsaf Hâlet Çelebi. ‘Om mani padme hum’ ne demek? Şu demek, bu demek diye, kaç kere söylediler, unuttum gitti. Bir anlam gerekmiyor o mısraya. Ağız dolusu tekrarlayın üç kere: om mani padme hum. Güzel bir ses, ya da beğenmediniz, çirkin bir ses. Anlamla ilgisi yok.” (Memet Fuat, “Düşünceye Saygı”, de Yayınları, 1960, sf.32-33) Devamı Var