Önce deprem, ardından sel. Tüm toplumun ruh sağlığını etkilemesi ve büyük bir bölgeyi derinden sarsması nedeniyle, yaşanılan bu travma ve beraberinde gelen ruhsal bozukluk belirtileri bir halk sağlığı...

Önce deprem, ardından sel. Tüm toplumun ruh sağlığını etkilemesi ve büyük bir bölgeyi derinden sarsması nedeniyle, yaşanılan bu travma ve beraberinde gelen ruhsal bozukluk belirtileri bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı. Tektonik hareketlilik, daha bilinen ve aklımıza kazınan adıyla “deprem” iklim krizinin sebepleri ve sonuçları arasında yer almıyor. Fakat yaşamakta olduğumuz depremler ve iklim krizinin sonucu olarak sıklaşacak aşırılaşmış doğa olayları yani doğal afet olarak algılanan sel, tufan, kuraklık vb. sonrasında doğurduğu barınma sorunu, beslenme sorunu, sağlık sorunu, kitlesel göç dalgaları yaratmaları sebebi ile hem afet olarak nitelendiriliyor hem de sonuçları bakımından ortaklaşıyor. Yaşadığımız depremde ortaya çıkan sorunlar başta barınma, temiz suya erişim olmak üzere sağlık, eğitim, sosyal hizmetlere erişim haklarında çok ciddi sorunların yaşanmasına neden oldu.

BARINMA HAKKI

11 ilde yaşanan depremde hâlâ çadırsız olan vatandaşlar var ve halen temel insan hakkı olan barınma hakkına ulaşabilmiş değiller. Yanı sıra ailelerini kaybeden refakatsiz çocuklar kurumlara yerleştirilirken, zaten mevcuttaki kaynağın yetersizliği sebebi ile derin bir sorun olmaya devam ediyor. Kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet, istismar, yeni doğumlar ve çocukların kimlik işlemleri, ölüm kayıtları, halen kayıp olan insanlar ve sağlık alanlarında yetersiz koşul ve malzeme eksikliği, yıkımlar sebebi ile kimyasalların bölge insanları tarafından solunması veya buna maruz kalması gibi pek çok alanda organizasyon eksikleri ve sağlık sorununa yol açacak sorunlar devam ediyor. Bunlar henüz iyileştirilmemişken yanı sıra bir de sel felaketi yaşandı. İki farklı afet yani iki büyük yıkım aynı anda yaşandı. Kurulan çadır kentlerin dere yataklarına yakın yerlerde kurulması gibi nedenlere bağlı olarak can kayıpları ile sonuçlanması, göstermekte ki sahada büyük bir düzensizlik ve yetki sorunu var. Yanı sıra içme sularına karışan sel suları, ciddi sağlık sorunlarına neden olması beklenen sorunlar arasında. Büyük ve yoğun bir acı yaşıyoruz ve yaşadığımız durumu anlamlandırmakta zorlandığımız bir evredeyiz. Travmanın ilk tepkisi olan şok yaşadığımız günlerin ardından yoğun öfke duyduğumuz aşamalardan geçiyoruz. Yaşanılan depremde, birçok insan yakınlarını kaybetti. Güvensizlik duyguları yaşadı. Uykusuzluğa eşlik eden, sanki her an deprem oluyormuş hissiyle insanlar yaşanılan travmayı yeniden yaşantıladı. Bu durumun tüm ülkenin gözlerinin önünde yaşanması ve hissedilen çaresizlikler depremi toplumsal bir travma haline getirdi. Tüm toplumun ruh sağlığını etkilemesi ve büyük bir bölgeyi derinden sarsması nedeniyle, yaşanılan bu travma ve beraberinde gelen ruhsal bozukluk belirtilerinin bir halk sağlığı sorunu olarak algılanmasını zorunlu kılıyor. Sorun şu ki, önümüzdeki İstanbul depreminin bir gerçekliği var. Yani bu yeniden yaşantılamanın ve güvensizlik duygularının asılsız denemeyecek nedenleri var. Bu nedenlerle yaşanılan ruh sağlığı sorunları TSSB, yani travma sonrası stres bozukluğu tanımının da üzerinde.Semptomlar TSSB’ye benzese de, TSSB’de semptomlar biten bir olayın ardından yaşanmaya başlar ve tehlike artık geçmiştir. Özellikle istanbul depreminde tetiklenmiş insanlar için deprem gerçekliğinin halen devam etmesi nedeniyle TSSB’den de farklılara sahiptir.

KAYGI BOZUKLUĞU

Bu tehdit bir gerçekliğin parçası. Üstelik ülkede yaşanılan deprem esnasında var olan koordinasyon eksiklikleri sebebi ile bölgeye zamanında erişimin gerçekleşmemesi ve birçok insanın zamanında gelmeyen müdahaleler nedeniyle yaşamını yitirmesi ülkede devlete ve aygıtlarına karşı oluşan haklı bir güvensizliği tetikledi. Artık herkes bir depremin olması durumunda kendisini yalnızca yakınlarının kurtaracağını, onların da yetersiz kalacağını düşünüyor. Yaşanılan bu süreçlerde devletin yetkili birimlerinin koordinasyonsuzluğu, liyakatsizlikler sonucunda birçok insanın ölümü ile sonuçlanması tüm ülkede yaşayan insanların korku, güvensizlik, çaresizlik yaşamasına ve olası bir İstanbul depreminde yalnız olacağını düşünmesine sebep oldu. Kaygının ve korkunun bu süreçte farklılıklarına dikkat edilmesi gerekiyor. Kaygı gerçekte var olmayan ancak kişinin zihninde yer edinen ve olmasından endişe ettiği bir olayın sonucunda oluşan duygudur. Korku ise, gerçekte bir nedeni olan ve kişiyi daha ziyadesi ile ölümle yüzleştiren gerçek bir tehdide karşı hissedilen bir duygudur. Bu nedenle yaşanan bu durumların kaygı bozukluğu, TSSB olarak nitelendirilmeden önce yeniden değerlendirilmesi gerektiriyor. Deprem sonrasında birçok şeyi doğru anlamlandırmamız gerekirken, bundan sonrası için çarpık kentleşmenin, betonlaşmanın, enerji üretiminde farklı ve alternatif kaynakların kullanılmamış olmasının ciddi bir sorun doğurduğunu ve birçok insanın ruh sağlığı sorunu yaşamasına, yoksullaşmasına ve sevdiklerini kaybetmesine neden olduğunu unutmamalıyız. Yıkılan şehirler adeta bir 3. Dünya Savaşı görüntüleri ve atom bombasıyla yok olmuş şehirlerin görüntüsüne sahip. Artık topla tüfekle veya roketlerle, yıkıcı bir savaşın olmasına gerek olmadığını, bunu konut ihtiyaçlarımızı betonlardan karşıladığımızda, enerji ihtiyaçlarımızı doğaya zarar veren sürdürülebilir olmayan kaynaklardan sağladığımızdan bir afetle birlikte binlerce can kaybı yaşadığımızı, en temel hak ve ihtiyaçlarımıza erişmekte zorluklar yaşadığımızı çok acı bir şekilde öğrenmiş olduk. Bir savaşın yıkıntıları ile bir düşmana ihtiyacımız olmadığı bu zamanlarda, yeni savaşımızı doğaya karşı verecek gibi duruyoruz. En azından tüm veriler ve iklim araştırmaları bunu gösteriyor; bu savaşı çoğu insandan farklı olarak modern insanın doğaya karşı verdiği bir savaşın sonucu yaşadığımızı düşünmüyoruz. Kaz Dağlarını koruyan köylünün doğayı bir meta aracı olarak görmeyişi gibi, konut seçeneğinin yalnızca beton olarak kendisine sunulması nedeniyle seçeneksiz bırakılmış binlerce insanın bu sorundan sorumlu tutulması düşünülemez. Bu daha ziyadesi ile doğayı tahrip ederken para kazanan sermayenin ve bu duruma alan açan siyasilerin hatalarıdır ve neoliberal politikalar çevresinde şekillenmiştir. Doğayı meta olarak görmeyen, ona saygılı yaşayan ve hayatta huzur, güven, temiz hava, temiz suyu tüm servetlerin üzerinde tutan bölge insanı yaşanılan bu afetlerden sorumlu olmasa da, doğacak sorunların bölge insanları tarafından yaşanıyor olması bir adaletsizlik sorunu. Örneğin Mersin’de yapımı devam eden nükleer santralın ya da siyanür havuzlarının olası bir afet sonrası yıkıma uğraması öncelikle bölgede yaşayan insanların sağlığını etkileyecek sorunlar. Erzincan’da 2010 yılından bu yana faaliyet gösteren altın madeni şirketinin çevreye ve atmosfere buharlaştırarak saldığı zehirli gazlar ve 2022 yılında borularından çevreye sızan tonlarca siyanürle bölgede kanser vakalarında artış yaşanmış tarım ve hayvancılık yapılamaz duruma gelmiştir. Afetler artık yalnızca kuraklık, deprem, sel, tufan gibi hava, doğa ve iklim kaynaklı düşünülmemeli. Bir maden ocağından etrafa saçılan siyanür ve kimyasal atıklar, yok edilen ormanlar bir afet olarak görülmek zorunda. Çünkü bu süreçlerin sonuçları, deprem gibi tüm insanların sağlığını veya hayatını ani bir şekilde değiştirmese de, orta vadede kanser, kardiyovasküler hastalıklar gibi çeşitli hastalıklarla insanların yaşam sürecini azaltıyor. Solunan havanın, suyun, toprağın siyanür ve zehirli sanayi atıkları ile kirletilmesi bölgelerde yaşayan insanları hasta ederken, tarım ve hayvancılık ürünlerinin herkesin sofrasına konması ile ilerleyen 10-20 yıl içinde kanser, astım, nefes darlığı, depresyon, yas, travma, anksiyete bozuklukları gibi uzun süreli gelişen hastalık oranlarında ciddi bir artışın yaşanmasına neden olacak. Bunun apaçık bir halk sağlığı sorunu olduğu unutulmamalı. Yanı sıra bu tarz afetlerin bölgedeki canlılık türünü yok ederken, toprağın verimliliğini düşürmesi sebebi ile tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanları yoksullaştırıyor.

GÖÇ VE TRAVMA

Yaşanan tüm bu afetlerin göç dalgası yaratacağı da aklımızın bir köşesinde kalmalı. Deprem sonrasında binlerce insanın İzmir, İstanbul, Adana ve Mersin gibi birçok ile dağılmaya başlaması bu duruma bir örnek. Göç eden yaşlı, kadın, çocuk, engelli, hasta, LGBTQ gruplar, ve mülteciler unutulmamalıdır ki dezavantajlı gruplardır. Bu grupların ihtiyaçları farklı olduğu gibi, çalışma yürütülürken farklı çözümler gerektirdiğinden bu gruplarla çalışanlarda da farklı uzmanlıklar gerekir. Ancak göç edilen şehirlerin, henüz bu grupların farklı ihtiyaçlarını karşılayabilme kapasitesinde olmadığı da açık. Bu ihtiyaçların etrafında şekillenecek yapıların, mekanizmaların oluşmasında devlet örgütlerinin ve STK’ların acil bir şekilde rol oynaması gerekiyor. Göçün başlı başına travma olması ve ortaya çıkaracağı toplumsal sorunlarla da baş edebilecek mekanizmalarımızın olmaması nedeniyle kaos yaratacağı; kaos dönemlerinde ciddi bir zaman kaybının yaşandığı ve bu zaman kaybının birçok insanın ölümü, yoksullaşması, sağlık sorunları yaşaması ile sonuçlanması sebebi ile önlem alınmasını gerekli. Duruma iklim merkezli bakıldığında bugün dünya genelinde gerek deprem, gerek kuraklık, sel, tufan gibi aşırı hava olayları nedeniyle çok ciddi bir göç dalgası yaşanıyor. Bu durum öncelikle temel hak ve ihtiyaçlara erişimlerde sorunların yaşanmasına neden olurken ciddi bir güvenlik tehdidi de yaratıyor. Afetlerin büyük can, mal, ruh sağlığı, zaman gibi birçok kaybı yaşattığı, bunların aynı zamanda devletin sahip olduğu kaynaklara da zarar vermesi nedeniyle göç öncesi ve sonrası olası sorunların önlenmesi veya müdahale edilmesi amacıyla birimler kurulmalı ve bu birimlerin de mesleki yeterliğe sahip liyakatli bir insan kaynağıyla oluşturulması gerekiyor. Bu yoğun göçün tersine bir göç hareketine dönüşmesi, özellikle metropollerde yeterli alt yapının olmaması, kontrolsüz göçün neden olacağı toplumsal sorunlarla karşılaşılmaması gibi birçok öngörülemeyen sorunların da önüne geçecektir. Şehirlerin kırsallara doğru genişlemesi veya kırsalların göç vermemesi için gerekli desteklerin sunulması gerekli. Son dönemlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) yaptığı deprem seferberliği çalışması tüm bu yaşanılanlara önlem alınmasının düşünülmesi ve hızlıca harekete geçilmesi adına son derece önemli. Belki de ilk kez, afet olduktan sonra değil olmadan önce önleyici tedbirlerin alınması ülke içinde umut verici. Ancak afetlerden bahsedildiğinde, insanı etkileyen her konunun multidisipliner düşünülmesi gerektiği unutulmamalı. Böylesi bir durumda ise, yaşanan afetlerin ilk olarak temel hak ve özgürlüklere, ihtiyaçlara erişimde sorun yaşanmasına neden olduğu, bu nedenle sosyal hizmet uygulamaları, halk sağlığı sorunları konularının ve uzmanlarının da sürece dahil edilmesini gerektiriyor. Çünkü ani ve aşırı doğa olaylarının sonucunda gelişen göç hareketinden tutun da, afetlerde hak erişimlerine yönelik sosyal hizmetler uygulamaları ve müdahaleleri, sosyal sorunlara yönelik politikaların oluşturulmasını içeren önlemlerin alınabilmesi insan ve toplum için yaşamsal bir öneme sahip. İnsanı etkileyen her şeyin insanın biopsikososyal bir varlık olması gerçeğinden hareketle çok yönlü düşünülmesini gerektirirken, şehirlerin tasarımların da bile sosyal hizmet uygulamalarının ve halk sağlığının yerini alması önemli. Kaynakların kısıtlanması bireylerin ve toplumun şok halindeyken katmanlı problemlerin üstesinden gelmelerini mecbur bırakırken daha yoğun hali ile çaresizlik, yalnızlık yaşatıp insanları yoksullaştırıyor. Bu her alanda etkisini farklı gösteren kısıtlanmanın bir adı da “kıtlık” tır. Afet sonrasında beslenme, sağlık, sosyal hizmetlere erişim, sosyal adalet, insan hakları, ekonomi alanlarında bir kıtlığın yaşanacağı bir an bile gözden kaçmaması gereken hususlar. Bu durumun Suriye örneğinde olduğu gibi gerek kaynak coğrafyada gerek hedef coğrafyada ayrımcılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, şiddet, istismar, nefret söylemi, ekonomi, kriminoloji veya yoksulluk gibi konularda etkilerini kırılgan gruplar üzerinde daha şiddetli hissettiriyor ve hissettirmeye devam edecek. Olumsuzluklara yönelik böyle bir öngörünün önlenmesine yönelik çalışmaların koruyucu önleyici yeşil sosyal hizmet perspektifinden bir hak olduğu ve halk sağlığı sorunlarına neden olduğu unutulmamalı. Kaynak: Zeynep ÇUKADAR, Psikoterapist/ Travma Afet ve Ruh Sağlığı Uzmanı, Can TÜLÜK, Sosyal Hizmet Uzmanı