Dikkatli okurlar anımsayacaktır. Bir EYT’li (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) olarak, Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminin yapısal sorunlarını pek çok kez bu köşe haberinde konu ettim. Birkaç yıldır S...

Dikkatli okurlar anımsayacaktır. Bir EYT’li (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) olarak, Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminin yapısal sorunlarını pek çok kez bu köşe haberinde konu ettim. Birkaç yıldır SGK’nin finansal tablolarına ilişkin sağlıklı bilgiler alamıyorduk. 2019 yılına ilişkin rakamlar önümüze serilince, sosyal güvenlik sisteminin geldiği akıl almaz durumu bir kez daha kaleme alalım istedim. Hazırsanız başlayalım… Türkiye’de hemen tüm hükümetlerin başarısız olduğu alanların başında, sosyal güvenli sisteminin aktüeryal dengesi geliyor. Siyasi saiklerle yapılan düzenlemeler, kurumun gelir-gider dengesini bozmakla kalmadı, bütçe açıklarında ilk kalemlerde hep sosyal güvenlik açıklarının yer almasını sağladı. Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur olarak üçlü bir yapıda çalışan sistem, AKP iktidarı ile birlikte SGK çatısı altında toplandı. Bu kesinlikle doğru bir karardı. Ancak, önceki hükümetlerin emeklilikte yaptığı hataları yerden yere vuran AKP hükümetleri, sistemin gelir-gider dengesini zorlayacak hamleleri ardı ardına yapmakta beis görmedi. SGK’DA AÇIK YÜZDE 163 ARTTI Ve sonuç… SGK'nın 2019 yılındaki bütçe açığı, bir önceki yıla göre –sıkı durun- yüzde 163’lük artışla, 41,5 milyar TL'ye yükseldi. Geçen yıl Hazine'nin SGK'ya bütçe transferi yüzde 23’lük artışla 185,3 milyar TL'ye ulaştı. Sistemi zorlayan etkenlerin başında, kuşkusuz işsizlik oranları geliyor… İstihdam azalıyor, emekli sayısı ve doğal olarak sağlık harcamaları artıyor. Bu durum, sosyal güvenlik sisteminin aktif/pasif dengesini bozarken, sağlık hizmeti kalitesini de olumsuz etkiliyor. Zaten zorlukla işleyen sistemin üzerine bindirilen en önemli yük ise emeklilere yıl içinde verilen 1000’er TL’lik iki bayram ikramiyesi… Yanlış anlaşılmak istemem. Hayatlarını zorlukla idame ettiren emeklilerimizin aldıkları ikramiyede elbette gözümüz yok. Ancak 12,9 milyon emeklisi olan ülkemizde, sosyal güvenlik sistemine bindirilen yaklaşık 25 milyar TL’lik ek bir yükten söz ediyoruz. Devlet bu açığı kapatmak için dolaylı vergilere yüklendikçe, yine toplumsal bir bedel ödenmek durumunda kalıyoruz. Bir cebimize giren para diğer cebimizden çıkıyor. TASARRUF NEREDEN? Geçen ay yayınlanan fısıltı gazetesinin manşetini hatırlayın. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın tarafından yeni bir tasarruf tedbirleri taslağı hazırlandığı ve “emeklilere verilen ikramiyenin kaldırılması da dâhil olmak üzere” birçok adımın atılacağı belirtilmişti. Ortalık alevlenince, Bakanlık “Böyle bir çalışma yok” demek zorunda kalmıştı. Ancak aynı Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2019-2021 dönemini kapsayan Yeni Ekonomi Programı sunumunda sosyal güvenlik alanında 10,1 milyar TL tasarruf yapılacağı bilgisi hâlâ kayıtlarda yer alıyor. Böylesine devasa açık veren sistemde, hangi kalemlerde tasarruf yapılacak, doğrusu merak ediyorum. Vatandaşa “daha az hasta ol” diyemeyeceğimize, emekli maaşlarını azaltamayacağımıza göre, bu tasarruf hangi kalemlerde yapılacak göreceğiz. Çünkü SGK giderlerinin yüzde 87’sini emekli maaşları ve sağlık harcamaları oluşturuyor. Şu rakamlara da bir göz atar mısınız? Son 10 yılda, SGK’nın bütçe açığı toplamda 213,5 milyar TL’ye ulaşmış durumda. 2010’da 55,2, 2017’de 128,2 milyar TL olan Hazine’nin SGK’ya yaptığı bütçe transferleri ise 2019’da 185,4 milyar TL’ye ulaşmış. 2,5 MİLYON İSTİHDAM NERDE? Ezcümle, son 10 yılda 966 milyar TL, Hazine tarafından SGK’ya açık kapatması için verilmiş. Ve 2019 yılı başında, tam da yerel seçimlerin öncesinde “2019 sonuna kadar 2,5 milyon ek istihdam sağlayacağız” açıklamasını yapan Hükümete sormak hakkımız olsa gerek: SGK verilerine göre, 2017 sonunda 22 milyon 280 bin 463 olan aktif sigortalı sayısı, Kasım 2019’da 22 milyon 45 bin 985’e gerilemiş. TÜİK verilerine göre ise, 2017-2019 döneminde Türkiye’nin nüfusu 2 milyon 244 bin artarken, aktif sigortalı sayısı 234 bin azalmış... Hani nerede 2,5 milyon ek istihdam? Türkiye’de zaten düşük olan istihdam oranı, ekonomik krizle birlikte daha da azalırken, bu durum doğal olarak SGK’nın prim gelirlerindeki artışı da olumsuz etkiliyor. Kayıt dışı istihdam kaynaklı prim kaybının yanında, kayıtlı istihdamın tahsil edilemeyen prim rakamları da işin cabası… Hâl böyle olunca, SGK’nın mali yapısının anayasası olması gereken aktif-pasif oranı sürdürülebilir olmaktan hızla uzaklaşıyor. 10 PUANLIK SINAV SORUSU… Bu konu özelinde güncel durum da şöyle: SGK’da bir çalışanın kaç emekliye baktığını anlatan oran 2017 yılında 1,95 iken Kasım 2019’da 1,81’e gerilemiş. Bu oran, bir emekliyi kaç çalışanın finanse ettiğini gösteriyor. Prim verecek aktif sigortalı sayısı azalırken; sağlık, emekli maaşı, dul ve yetim maaşı giderlerindeki büyük artış, sosyal güvenlik sisteminin dev açıklar vermesine neden oluyor. Şimdi başlıktaki soruyu yeniden sormanın zamanı: Bu sistem, ilerleyen yıllarda benim emekli maaşımı, sağlık harcamalarımı karşılayabilir güçte olacak mı? Askıda kalan bu soru işaretinin yanıtlanması gerekiyor.

EKONOMİK KRİZİN FATURASI KORONA’YA MI KESİLECEK?

Tüm dünyanın diken üstünde olduğu Korona virüsünün yayılmasını engellemek için akıl almaz yöntemler kullanılıyor. En başta İtalya’da… Bir bilim kurgu filminin seti gibi oldu yaşlı dünyamız… Tıp eğitimi almadık, enfeksiyon uzmanı da değiliz. Dolayısıyla bu virüs ile ilgili sizlere ahkâm kesecek hâlimiz yok. Ancak yaşanan durumun ekonomik etkisine ilişkin çift söz etmeye hakkımız olmalı. Bu resimleri, geçen Cumartesi günü, saat 14:00’de, İzmir’in en ünlü AVM’lerinden birinde bizzat kendim çektim. Manzara gerçekten akıl almazdı. Aynı binada, o gün ve o saatte iğne atsanız yere düşmeyecek görüntüler yaşanırdı. Otopark bulunamaz, bir kafe ya da restoranda oturmak için sıra beklemeniz gerekirdi. İŞVERENE ÇİFTE KISKAÇ Fotoğraf, olayı özetliyor. Yabancı bankalardan alınan döviz cinsi krediler ile inşaatları yapılan bu AVM’ler, dükkân kiralarını da doğal olarak döviz cinsinden tahsil ediyor. Yetmiyor, döviz kurlarında da azar azar ve sürekli yukarı yönlü bir seyir yaşanıyor. TL cinsinden satış yapıp, dövizle kira veren işverenler ise ikili bir kıskaç altında. Bu durum birkaç ay daha devam ederse, onlarca AVM’nin ve binlerce mağazanın kapanacağını, on binlerce çalışanın işsiz kalacağını söylemek güç değil. Sadece AVM’lerde değil… Oteller, restoranlar, kafeler, çarşılar, müzeler, turistik mekânlar, müzeler adeta terk edilmiş görüntüsü veriyor. Tıpkı insanın damarlarında dolaşan kan gibi işlev yüklenen nakit akışı azaldığında, sistem alarm zilleri vermeye başlıyor. Tüm komşularında yüzlerce Korona vakası varken, “Bizde hiç görülmedi” diyen Türkiye’nin, birden bire Korona bulaşan vatandaş sayısında artışa gitmesi kuşku uyandırıyor. Tüm dünya diken üstündeyken, Türkiye’nin de en azından spor müsabakalarının seyircisiz oynatması gerektiğini söylemek için tıp âlimi olmaya gerek yok. On binlerce insanın aynı ortamda olduğu bir ortamın yaratacağı tehlike karşısında, Gençlik ve Spor Bakanı Sayın Muharrem Kasapoğlu, “Seyircisiz müsabaka oynatmak gündemimizde değil” yorumunu yapmıştı. DAHA MÜREKKEBİ KURUMADAN… Bu açıklamanın üzerinden henüz 24 saat bile geçmeden, Hükümetin toplumsal paniği artıran kararları ardı ardına geldi. Okullar tatil edildi, yüzlerce fuar ve etkinlik ertelendi, vatandaşlara “aman yurt dışına çıkmayın” uyarısında bulunuldu, kamu görevlilerinin yurt dışına çıkışı yasaklandı. Belli yaşın üzerindekilerin, gerekmedikçe sokağa çıkmamaları ve toplu taşıma kullanmaları öğütlendi. Ekonominin çok derin yapısal sorunlarla boğuştuğunu biliyoruz. Bu manzaraya bakarken, insan sormadan edemiyor: Acaba bir ekonomik kriz daha mı geliyor? Ve bu ekonomik krizin baş sorumlusu olarak fatura Corona’ya mı kesilmek isteniyor? 2018’deki türbülansın sorumluluğunu bir papaza atıp kurtulan Türkiye, bu sefer yeni günah keçisini buldum diyorsa, hiç şaşırmam…

PROF. AHMET ERCAN’A TEPKİ GÖSTEREN ACINASI CEHALET!

Türkiye’nin deprem gerçeği ile yüzleşmesi için bazı şartların oluşması gerekiyor. Büyükçe bir deprem olduysa, hele bu deprem İstanbul’da gerçekleştiyse, ülkenin bir numaralı gündemi oluveriyor. Ne zamana kadar? En fazla bir hafta sürüyor bu tatava! Sonra, başta devlet olmak üzere herkes kendi rutin gündeminde boğulmaya devam ediyor. Örnek mi? Geçen yıl Eylül ayında İstanbul’da yaşanan 5,8 büyüklüğündeki deprem… Eminin hatırlamakta bile zorlandınız. Lafı uzatmayayım. Prof. Dr. Ahmet Ercan, ülkemizin yetkin yerbilimcileri arasında yer alıyor. Ahmet Hoca, Türkiye’nin algısında deprem gerçeğini sürekli diri tutmak için elinden gelen çabayı gösteren bir bilim insanı. Geçen hafta, Ocak ayında bir dizi orta şiddette depremle sarsılan Akhisar ve Kırkağaç ilçelerini ziyaret ediyor. O yörede yaşayan insanları aydınlatmayı, deprem konusunda farkındalık yaratmayı amaçlıyor. BİLİME HAKARET! Vay efendim sen misin bilimden, depremden bahseden… Vatandaşımız Ahmet Ercan’a kızıyor, hatta Hoca’nın sosyal medya paylaşımından anladığım kadarıyla hiç hoş olmayan diyaloglar yaşanıyor. Neden mi? Sayın ahalimiz, yetkin bir bilim adamının söylediği şu cümlelere takılmış: “Van’da yıkıma ve ölüme sebep olan depremin Türkiye Cumhuriyeti’nde öldürücü olması utanç vericidir. Buradaki halkımızın oturdukları yapılar 3 bin 500 yıl önceki Hitit dönemindeki yapılardan daha kötüdür” Güleriz ağlanacak halimize… Ahmet Hoca kırılmış ve çok üzülmüş. Bakın ne diyor: “Çizmeyi aşarak bu yazımı kişileştirerek saldırı boyutuna getirenleri bir Egeli olarak kınıyorum. Ben 55 yıldır depremle uğraşıyorum. Masamın başından kalkarak, Akhisar ile Kırkağaç'a gelerek, deprem gören köylerimizi bir bir gezdim. Orada konuşmalar vererek hem teknik, hem de toplumsal bilinçlendirme oluşturdum. Sizin yaranızı sarmaya çalıştım. Gerçekleri görmenizi sağlamayı çabaladım. Sizleri kucakladım. Bu konudan mutlu olup, bana öncelikle hoş geldiniz demeniz gerekirdi. Kendi gözümde, ayrıca teknik gezimde bana eşlik eden sizin oralı; Akhisar ile Kırkağaçlı kişilerin, karşılaştığımız köylülerin anlatımlarını yazımda yansıttım. Burada konu ne Karakurt, ne de Musalar köyleridir. Konu Karakurt ile Musalar’daki yoksulluk özelinde, Türkiye'de toplumsal olarak ezilen halkımızın, Doğu, Batı, Kuzey, Güney demeden haklarının savunulmasıdır. Sizin köyleriniz de içinde olmak üzere, ezilen işçi, köylü, emekli sınıfı, günümüz Türkiye'sinde bundan 3500 yıl önce bu topraklarda yaşamış, Hitit, Lidya, Misya uygarlıklarından çok daha kötü koşullarda yaşıyor olmasıdır. Buradakilerin ya da Türkiye'nin başka bir ilinde, başka bir köyünde yaşayan sevgili yurttaşlarımızın, 5,6 gibi küçük bir depreme uğrayarak, ölümle burun buruna gelmelerinin en büyük nedeninin yoksulluk olduğunu, bunun da sorumlusunun kendileri değil, onları yöneten siyasi erkin olduğunu anlatmaya çalışıyorum.” CEHALET KUTSANIRSA… Cehaletin kutsandığı bir ülkede, bir bilim insanına bu şekilde yakışıksız ifadelerle saldırmak içimi acıttı doğrusu. Geri kalmışlığından mutlu olan; ezilen, sömürülen; neden, niçin, nasıl diye sorgulayıp, irdeleyemeyen halkın acınası durumu bu. Aziz Nesin, bu tür durumlar için –maalesef çok kez hatırladığımız- ilginç bir tanımlama yapar, “Türk insanı naziktir, eşek dersin kızar, sırtına binersin aldırmaz” derdi. Zihinlerimizde çok yaşa Aziz Nesin… Geçmiş olsun Ahmet Hocam.