Konuya sadece sol çizgiden yazarların değil sağ-muhafazakâr kalemlerin eserlerini de dahil eden Çimen Günay-Erkol, 12 Mart Muhtırası’nın yarattığı atmosferin bütünselliğini anlamak aç...

Konuya sadece sol çizgiden yazarların değil sağ-muhafazakâr kalemlerin eserlerini de dahil eden Çimen Günay-Erkol, 12 Mart Muhtırası’nın yarattığı atmosferin bütünselliğini anlamak açısından bunun gerekli olduğunu söylüyor Akademisyen-yazar Çimen Günay-Erkol’la Doğan Hızlan Edebiyat Eleştirisi ve İnceleme Ödülü alan “12 Mart Romanlarında Yalnızlık, Yabancılaşma ve Öfke” adlı çalışmasını konuştuk. Konuya sadece sol çizgiden yazarların değil sağ-muhafazakâr kalemlerin eserlerini de dahil eden Erkol, darbenin yarattığı atmosferin bütünselliğini anlamak açısından bunun gerekli olduğunu söylüyor. İncelemesinde kadın yazarlara da önemli bir yer açan Erkol, 12 Mart’ı yazan kadınların kullandığı dil ile ilgili olarak, “Bu romanlar, Türkiye’nin şiddeti kanıksamış cinsiyet kültürünü ince ince eleştiriyorlar” diyor. 1970-1980 arası döneme odaklanan Erkol, 12 Mart romanları üzerinden “erkeklik” olgusunu tartışıyor. -Çalışmanızda 12 Mart 1971 Muhtırası gibi Türkiye siyaset tarihinin önemli bir dönemecine bakıyorsunuz. Öncelikle incelediğiniz romanları seçerken kriteriniz neydi? Araştırmamda 1970 ve 1980 yılları arasına odaklandım ve inceleyeceğim romanları, bu on yıllık dönemde yayımlanan, darbe atmosferini fon olarak kullanan ve döneme tanıklık eden romanlar arasından seçtim. 12 Mart romanları denince ilk olarak akla soldan isimler tarafından yazılan romanlar geliyor. 12 Mart atmosferinin bütünselliği için antikomünist perspektifi de incelemek gerektiğine inandığım için, sağdan isimlerin çalışmalarına da uzandım. Araştırmamdaki temel mesele erkeklik olduğundan, inceleyeceğim romanları seçme kriterim erkek karakterleri öne çıkartmaları ve politik mücadeleyi erkeklik ile iç içe geçirerek sunmalarıydı. O dönemlerdeki çatışma atmosferi nedeniyle zaten hem soldan hem de sağdan yazılan romanlarda erkekler ön plandaydı ve şiddet ile politik mücadele gibi olgular da cinsiyetli meseleler olarak ele alınmaktaydı. Kitapta yer veremediğim romanlarda da bu araştırmanın temalarını bulmak mümkündür. -Çalışmanızın “erkeklik” olgusunu 12 Mart romanları üzerinden ele alması ilginç ancak bu döneme bugüne kadar daha çok “soldan” bakıldığını da kabul etmemiz gerek. Siz, incelemenize sağ-muhafazkâr çizgiden yazarlara da yer vermişsiniz. Bu yazarlarda erkeklik olgusuna bakıştan önce ilk dikkatinizi çeken ne oldu? Dikkatimi çeken ilk şey, antikomünizm içerisinden tanım yapmaya çalışırken demonik (şeytani) bir sol temsili yaratmaları oldu. 1970’lerin iki kutuplu soğuk savaş atmosferinde bir iyiler ve kötüler dünyası kuruyor bu yazarlar. Tabii ki iyilerin antikomünistlerin tarafında olduğu iddiasını geçerli kılmak üzere… Bu perspektif, romandaki tüm karakterlerin oluşumuna da etki ediyor. Genç ve dünyada neler olup bittiğini anlamak isteyen roman karakterlerinin karşısına bu ikili dünya çıkarılıyor ve okura tarafını seçmesi söyleniyor. Fatih Yaşlı’nın antikomünizmin edebiyat aracılığıyla yayılmasına odaklandığı kitabı Devlet, Düzen, Anarşi: Türkiye’de Edebiyat ve Antikomünizm’de 12 Mart’ın öncesine ve sonrasına da uzanılıyor bu anlamda. Araştırmam 12 Mart’a odaklandığı için ben 1980 sonrasına bakmadım. -Sağdaki bu yazarların eserlerini karşı-tarihsel roman damarı olarak görüyorsunuz ve “Emine Işınsu ve Sevinç Çokum’un romanlarında da ‘hakiki erkekliğin’ nasıl olması gerektiğine ilişkin bir tartışmanın yansımalarını buluruz” diyorsunuz. Bu yazarların sözünü ettiği “hakiki erkeklik”i biraz açar mısınız? 70’lerin ikinci yarısında farklı bir 12 Mart anlatmak isteyen yazarların edebiyat sahnesine çıktığını görüyoruz. Romanlarda ne yazık ki biraz yüzeysel bir şekilde bir iyiler ve kötüler dünyası kuruluyor ve sınıf mücadelesine inanan, toplumsal kural veya geleneklere mesafeli duran solcu erkeklikler çok fazla açıklamaya ihtiyaç duyulmadan kötülerin dünyasında yerlerini alıyorlar. Emine Işınsu, sadece solculara değil, Sancı romanında tarafını seçemeyen, siyasi meselelerde çekimser kalanlara karşı da eleştireldir. Burada yapılan “hakiki erkeklik” tanımı, Türk örf ve adetlerine uyan (bununla Allah’a inanmak ve İslami düşünce de kastediliyor), devleti kutsayan ve ondan yana tavır alan erkeklere “hakiki erkekler” olarak işaret ediyor. Diğerlerinin dışarıdan ihraç edilmiş fikirlerin etkisinde olan, benliğini yitirmiş kişiler oldukları vurgulanıyor ve problemli aile geçmişleri romanların 12 Mart anlatısı içinde çözümleniyor. -Sevinç Çokum’un “Zor”u ile Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah”ı arasında kurduğunuz bağ ilginç. Gençleri komünizmin tehlikelerine karşı uyaran biri erkek biri kadın iki yazarın dilindeki erillik konusunda bir bağ kurdunuz mu? Daha açık sormak gerekirse Çokum’un anlatımında eril bir dil seziliyor mu? Tarık Buğra’nın romanında tiratlar var ama Çokum’un Zor’u pek öyle değil. Göstermek yerine anlatmak diye tabir edebileceğimiz bir tarzda yazıyorlar ve özellikle tanrısal bakış açısının kullanılması ister istemez bir “her şeyi bilen ses” katıyor romana ama Çokum’un diline eril dil diyemeyiz bence. Çokum da hikâyesini bir oğlan çocuğu üzerinden kurduğu için, nahif bir büyüme rotası oluşturmaya çalışıyor. Çalışmak zorunda, şehirde kimsesiz bu oğlan. Politik olarak da bilgisiz. Anadolu’daki yaşayışını kök olarak alması gerektiğini ima ediyor romandaki olayların gidişatı… Böylece romanda sınıf savaşımına inanan, kavgacı, dinsiz kişilerle temsil edilen devrimci solun karşısına büyüklerine saygılı, “töre”sini bilen bir erkeklik çıkartılıyor. Kentli kapitalizmin de alternatifi gibi sunuluyor bu erkek. Eril dil, güç ve otorite gösterisinden ziyade mağduriyet üzerinden bir kimlik talebi var diyebilirim: bu romandaki bu alternatif eril kimliğin talebi, dönemin “esas” mağduru olarak adını tarihe yazdırmak. -Yine “hakiki erkeklik” vurgusuna benzer bir vurgunun “Gençliğim Eyvah”ta geçtiğini ifade ediyorsunuz. Bu sefer “sahici bir Türk erkekliğinin savunulması” söz konusudur. Milliyet ile erkeklik arasında bir bağ olduğunu burada bize hissettiriyorsunuz. Milliyet bağı, adiyeti eril bir kavram mıdır? Bu nedenle mi Buğra erkeklik ve milliyeti yan yana getiriyor? Milliyet tek başına cinsiyetli bir kavram olarak görülmeyebilir ama “milliyetçilik” bir kültürel toplama işaret ederken bazı kodlara ağırlık verdiği için milliyete ilişkin bağlar da cinsiyetli anlamlar kazanıyor. Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah’ında da politize edilen bir oğlan çocuğunun etki altına girmesinin hikâyesi var. Ama buradaki politikleşme, eşitler arasında yaşanan bir süreç değil, bir tür metaforik baba-oğul ilişkisi içinden gelişiyor. Bu baba-oğul metaforu nedeniyle Freudyen bir erkeklik meselesine adım atıyoruz. Metaforik baba, romanda İhtiyar diye adlandırılan ve sadece darbe dönemindeki olaylarla değil, Türkiye tarihinde karanlıkta kalmış olaylarla da ilişkilendirilen bir “üst akıl”. Metaforik oğlun babası tarafından çizilen bu rotayı izleyip izlemeyeceği soruluyor romanda. Bu sorunun gerektirdiği şeylerden biri de milliyetle erkekliği yan yana getirmek; zira, 12 Mart’ın soğuk savaşın etkisindeki fikir dünyasında, devrimcilik ve anti-komünizm bu çatışmalı alanda karşı karşıya geliyorlar. -Yine kadın yazarların romanlarını değerlendirirken “Erkeklik bazen erkek bedeninden ayrılabilen bir unsurdur” diyorsunuz. Bu değerlendirmeniz ya da romanların anlattığı atmosfer çok sonra hayatımıza girecek kadın siyasi karar verici ve uygulayıcıların erkek egemen devletle/sistemle kurduğu bağı anımsattı mı? Gelişmekte olan feminist hareket bu romanları referans gösterdi mi? 1970’lerin kadınları için adı açıkça konmamış bir şeydi feminizm… Bu nedenle bu romanları referans gösterme vakti geldiğinde, ne yazık ki romanların yazıldığı dönem epey geride kalmıştı. Erkek veya kadın olmanın güç ve iktidar ilişkileri çerçevesinde kesin ve değişmez yerler tutma anlamına gelmediğini 12 Mart romanları açıklıkla gösteriyor. Kadınlık ve erkeklik rollerinin iktidar ve güç sahibi olmak anlamında eğilip bükülebilen şeyler olduğunu göstermek için bu romanlarda kadın gardiyanlar, evde karısının “emirlerine” uyan memur erkekler, astına şiddet uygulayıp üstü karşısında el pençe divan duran polisler, generallerin sertliğini ve otoritesini taklit etmeye çalışan “Oxford mezunu” profesörler vs. var. Bu romanlar, Türkiye’nin şiddeti kanıksamış cinsiyet kültürünü ince ince eleştiriyorlar. Sistemle bağ kurmak da bu bağa karşı çıkmak da kimsenin tekelinde değil; dolayısıyla kadınlara da erkeklere de çeşitli eleştiriler yöneltiyor bu romanlar. Buradaki kültürel eleştirinin adı açıkça feminizm olarak konmamış olabilir; ama bu dönem, 1980 sonrasındaki yükselişe temel oluşturmuştur. -Ele aldığınız romanların hemen hepsinde erkekliğin bir güçsüzleşme hikayesi etrafında toplandığı tespitini yapıyorsunuz. Oysa 12 Mart döneminde işkence esnasında ve cezaevi sonrasında gayet güçlü-direngen hikayeler anlatıldığını en azından anılardan okuyoruz. Romancıların böyle bir yönelim içinde olmasını nasıl açıklamak lazım? Yoksa kaybedenlerin hikayesi hep çarpıcı da ondan mı? Benim çalışmam romanlara odaklı, anılarla karşılaştırmalı olarak ilerlemedim. Dolayısıyla spekülatif bir cevap vereceğim bu soruya. Kurmacanın kurmaca olmayan türlerin aksine, açık açık “söylenemeyenlere” uzanma şansı daha yüksek olabiliyor. Güçsüzlüğü kurmaca bir karakter üzerinden anlatmak daha kolay olmuş olabilir; kendi hayatını, anıların yazan biri için bu hesaplaşma çok bireysel. Ama bu dönemde yaşananlar kurmaca karakterlere yansıtıldığında bir ölçüde özgürlük alanı oluşuyor. Belki anılarda direniş anlatılırken romanların güçsüzlüğe vurgu yapması bundan kaynaklıdır. Öte yandan, biz eleştirel erkeklik çalışmaları alanında çalışanların sevdiği “Pirus zaferi” diye bir terim vardır. Kazananın da büyük kayıplar verdiği, “kazananı olmayan” savaşlar için kullanılır. Bence bu kazanma kaybetme meselesi biraz böyle. İçinde bulunduğumuz şartlardan geriye dönüp bakarak, 12 Mart’ı da bu gözle yeniden değerlendirmeliyiz. -Bu söyleşi Doğan Hızlan Edebiyat Eleştirisi ve İnceleme Ödülü almanız vesilesiyle yapıldı. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz? Edebiyat eleştirisi hızlı üretilen ve kolay tüketilen bir tür değil; dolayısıyla, okurunu bulması zaman alıyor. Bu alanı destekleyen bir ödül başlatarak bu alanda emek verenleri cesaretlendirdiği için sanatkritik’e teşekkür etmek isterim. Doğan Hızlan Edebiyat Eleştirisi ve İnceleme Ödülü’nün ilkine Yaralı Erkeklikler’i layık gören jüri üyelerine de minnettarım. Umarım uzun ömürlü bir ödül olur ve yeni araştırmaları hep birlikte takip ederiz bu sayede. Çimen Günay-Erkol. Yaralı Erkeklikler: 12 Mart Romanlarında Yalnızlık, Yabancılaşma ve Öfke. İstanbul: İletişim Yayınları, 2022.