Çevreye kulak vermek için artık çok fazla zamanımız kalmadı. Pandemi tüm dünyada tanıdığımız bildiğimiz alıştığımız yaşamı giderek daha fazla temelinden sarsıyor. Çevre kirliliği, çevre duyarlılığı ne...

Çevreye kulak vermek için artık çok fazla zamanımız kalmadı. Pandemi tüm dünyada tanıdığımız bildiğimiz alıştığımız yaşamı giderek daha fazla temelinden sarsıyor. Çevre kirliliği, çevre duyarlılığı ne demektir? Birçok kimsenin henüz yaklaşan trajediden haberi dahi yok. Birçokları ise kaygıları doğrultusunda her şeye karşı gelerek kendini çevreci addediyor. Günümüz tanımıyla çevre kaygısı yaklaşık olarak 2. Dünya Savaşında şekillenmeye başladı. Modern dünya bu savaşla, kuşaklar boyu bin bir emekle inşa ettiği medeniyetin ne kadar kolay ve çabuk yerle bir edebildiğini gördü. Avrupa yakınçağ tarihi, müzeler, bazilikalar, şapeller, rönesansın tüm mahsulleri bu savaşta yok olma eşiğine gelmişti. Bununla beraber, dünyanın her bir köşesinde tabiat çok büyük hasar görmüştü. İki adet atom bombası nesiller boyu insanların sakat doğmasına, ürünlerin zehirli topraklarda yetişmesine neden olmuştu. Batı medeniyeti ve diğer toplumlar, hızla artmakta olan dünya nüfusuna karşı, dünya üzerinde insanoğlunun yapabildiği yıkıcı zararlar ile yüzleşme fırsatını deneyimlemişti. Birleşmiş Milletler'in kuruluşunun ardından ilk çevreci söylemler İskandinav ülkeleri önderliğinde dünya gündemine alındı. 1948 ile 1970 arasında başta İsveçli aydın kimseler ve bilim insanlarının dayatması ile önce ülke gündeminde sonra Birleşmiş Milletler konsey toplantılarında çevrecilik olgusu yer bulmaya ve öncelik kazanmaya başladı. Buna karşı o yıllar tüm Avrupa'nın enerji açığını gidermek için nükleer enerji reaktörlerini geliştirmek üzere çalışmaların hız kazandığı dönemdi. Bir yandan ülkeler gelişmek, sanayileşmek zenginleşmek hedefindeyken, çevre hareketi çok soluk hatta sembolik kalmıştı. Bugün dünyamızda yapımına halen devam edilen 60 kadar nükleer santral dışında hizmette olan 500 üzeri nükleer reaktör olduğu biliyor. Diğer bir bakış açısı ile açıklanmak gerekirse, Birleşmiş Milletler çatısı altındaki ülkeler yıllardır, nükleer enerji üretiyor. Tek başına Amerika'da 100’ün üzerinde santral bulunuyor. Avrupa'nın nükleer devi 58 santral ile Fransa, çevreciliğin anavatanı İsveç te 10, Almanya'da 9, İsviçre'de 5, İngiltere'de 16, Belçika'da 7 ve Çekoslovakya'da 6 adet nükleer santral bulunuyor ve sürekli yenileri inşa edilmeye devam ediyor. Çin herkesten çok daha hızla inşaatlarına devam ediyor ve arayı kapatmayı hedefliyor. Japonya'da 50 santral var. 2011 yılında Tokyo'da  yaşanan depremin en büyük trajedisi,  Fukuşima Nükleer Santrali’nde meydana gelmişti. Deprem sonrası soğutma üniteleri zarar gören reaktör milyonlarca metreküp deniz suyu ile soğutulmuştu. Günümüze kadar bu soğutma işleminde kullanılan ve radyoaktif etkiye maruz kalan deniz sularının, yedi kıtayı çevreleyen tüm okyanuslara kadar ulaştığı düşünülüyor. Yine de yepyeni reaktörler inşa edilmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler üyesi, çevreci akım önderi tüm medeni toplumlar, doğamız dengesi ve çevre endişelerini vurgulayan karşı görüşlere rağmen, enerji, üretim, güç ve konforun teminatı olarak gördükleri imtiyazdan kolayca vazgeçmeye hazır gözükmüyor. Her ne kadar çevreciliği en üst seviyede üstlendiklerini beyan etseler de, doğa sevgisinin taş devrinde mağaralarda yaşayan ilkel kabilelerin hayatı olarak görmüyorlar. Güçlerini ve konforlarını devam ettirecek yeni alternatif bir kaynağı yürürlüğe koyana kadar, ellerindeki güçten feragat etmeyi planlamıyorlar. Aldıkları tedbirler sebep oldukları kirliliğin yanında gülünç kalıyor. Çevre kaygısı ile imzalanan Paris Anlaşması koşulları yerine getirilmiyor. Doğasever medeni toplumlar, nükleer enerji kullanırken, gerekçe olarak; doğalarını, ekilebilir, dikilebilir arazilerini, orman ve mera sahalarını, akarsuları ve doğalıyla oluşmuş göllerini, hektarlarca alan kaplayan baraj gölleri altında gömmek istemiyorlar. Medeniyet denen olgu ve doğa bir süre daha çatışmaya devam edecek gibi görünüyor. Ehven-i Şer, tevazu ve tekamülün hayatın her alanına dikte ettiği bu çağda, çevrecilik görüsü ve bilinci de sorgulanmalı. Medeniyet ile doğa arasında devam eden son savaşta, kendimize ve çevremize en az zarar verecek o yol her ne ise aranmalı. Ve kimseyi örnek almayarak kendi namımıza onu bir an evvel bulmamız gerekiyor.