Charles Cros’la aşağı yukarı aynı yıllarda doğmuş dadacı olduğunu bilmeyen bir başka dadacı da, artık dünya edebiyatında bir deha kabul edilen, Samuel Langhorne Clemens, daha çok bildiğimiz adıyla Mar...

Charles Cros’la aşağı yukarı aynı yıllarda doğmuş dadacı olduğunu bilmeyen bir başka dadacı da, artık dünya edebiyatında bir deha kabul edilen, Samuel Langhorne Clemens, daha çok bildiğimiz adıyla Mark Twain’dir. Twain 1935 yılında doğmuş bir Amerikalı yazardır. Köleliğin yasal olduğu günlerde “Huckleberry Finn” gibi ırkçılığa karşı duran muhteşem bir roman yazacak kadar cesur, kurduğu matbaasında kitap basabilmek için batmayı göze alacak kadar da delidir. Her zaman hayranlıkla okuduğum bu “ön dadaist” öyle bir iki sayfaya sığacak adamlardan olmadığından bence onun tarihe kazınmış zekâ pırıltılarıyla dolu anekdotlarının birkaçından söz edip yolumuza devam edelim. Mark Twain ünlü olduğunda bir gazeteci onunla söyleşi yapmak ister. Her iki adam karşı karşıya otururlar. Gazeteci sorar: “Efendim kendinizle ilgili ilginç bulduğunuz bir çocukluk anınızı bizimle paylaşmak ister misiniz?”… Twain bir an durur, derin bir iç geçirme sesinden sonra son derece sakin bir sesle anlatmaya başlar: “Ne anlatayım ki kendimle ilgili? Ben var olduğumdan bile emin değilim.” Gazeteci şaşırır: “Nasıl yani, pek anlayamadım efendim? Varsınız işte. Karşımdasınız ve konuşuyoruz ya!” Mark Twain’in yüzüne alaycı bir gülümseme yayılır: “Bakın sayın gazeteci benim bir ikiz kardeşim vardı. Onunla o kadar birbirimize benzerdik ki, kuzu gibi boynumuza taktıkları renkli bir kurdeleyle bizi birbirimizden güç bela ayırabilirlerdi. Bir sabah yıkanırken kurdelelerimizi çıkarttık. Sonra da – şanssızlık bu ya – birimiz suyun içinde boğuldu. Ne acı değil mi? Asıl acı olan hangimizin boğulduğunun hiçbir zaman anlaşılamaması bence… Şimdi sizce ben kendim miyim yoksa ikiz kardeşim miyim?” (Gazetecinin şaşkınlığını tahmin edebiliyorum.) Mark Twain nedense gazetecilerle çok uğraşmıştır. Bir gün gazetenin birini açar ve aman Allahım o da ne; övgülerle bezenmiş bir halde kendi ölüm haberi ... (Tabii ki bu bir yanlışlık) Ama Mark Twain bu, rahat durur mu? Alay etme fırsatı eline geçti, kaçırır mı? Yanlışlıkla ölüm haberini yayınlayan gazeteye hemen bir telgraf çeker: “Öldüğümü öğrendiğim gazete haberinizi dikkatle okudum. Kendim için çok üzgünüm ama bir noktada sizi uyarmak isterim; ölüm ilanımı biraz abartılı buldum.” Böyle adamlarla başa çıkmak herkesin harcı değildir ya, böyle adamlar da yazar olmasa bari. Allahın insanlara gazabı mıdır nedir, hem zeki hem de yazar oldu mu biri, vay dönem siyasetinin haline! Diyor ki Twain; “Hiçbir zaman okulumun eğitimimi engellemesine izin vermedim”… Ya da, “eğitim her şeydir, çok kıymetlidir. Şeftali bir zamanlar acı bir bademdi; karnabahar üniversite eğitimi almış bir lahanadan başka bir şey değildir” diyen Twain’in zekâsına ve dadaist yorumuna hayran olmamak mümkün mü? Tuhaf ve çok tehlikeli şu yazar tayfası. Allah uzak etsin. Yine canının sıkkın olduğu bir gün sırf alay olsun diye Mark Twain oturup küçük kağıtlara, “Kaçın! Her şey açığa çıktı.” diye birçok notçuk yazıp, bu notları yaşadığı kasabadaki evlerin posta kutularına atıp beklemeye başlar. Ertesi gün dört kişinin tası tarağı toplayıp kasabayı terk ettiğini görür… (!) Her şeyi mantığıyla ve “ciddiyetiyle” çözeceğini sanan dodoy horoz tayfası, eleştirinin gücünü bir daha düşünme zamanı! Mark Twain mezarında öyle uslu uslu yatıyor olamaz. Bakın rüzgârı duyan, yağmuru hisseden, kuşu, böceği, damlayan musluğu, çiçeğin kokusunu, sevgiliyi özlemeyi, yalansızlığı, bir çocuğun üşümüş yanaklarını avuç içine almayı bilenler daha iyi anlayacaklardır ki; “İnsan seksen yaşında doğup on sekiz yaşına kadar yavaş yavaş yaşasa daha mutlu olur” diyen Mark Twain ölmüş olamaz. Onun için ve tüm “hınzırlar” için; onlar gibi her günümüze hayatımızın en güzel günü olması için şans veren bir anlayışa inanan iyimser dadaistler olmalıyız bence. Kendimize bu şansı veriyor muyuz? Ya da herkesin beni onayladığını hissettiğim halde, hayatı kendisine zindan eden dostlara zorla, Mark Twain mi okutmalı, ne yapmalı? Mark Twain’e bulaşanlara, sigarayı bırakmak gibi “aniden” çekilmesini öneririm. Öyle cazip bir ayartıcıdır ki o, nerede şaka nerede ciddi olduğunu anlamak için bir iki günün geçmesi gerekebilir bazen. (Mark Twain, 1835 – 1910) Sadece Mark Twain değildir böyle zekâ pınarı eserler veren. O dönemin havası mıdır nedir, kalem sallayan herkeste bir filozof duruşu, herkeste ince bir alay… Örneğin Twain’in dönemdaşı Alphonse Allais de onlardan biridir. Allais, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında Fransa’da yetişmiş en güçlü mizahçılardan biridir. Mizahının sınırları bazen dadayı çağrıştıracak kadar ölçüyü zorlar bence. Bir öyküsü şöyle başlar: “Bir varmış bir yokmuş, çok güzel bir genç kız varmış. Bu genç kız bir domuza aşıkmış…” yada Türkçeye “Kimine Şampanya Dokunur” adıyla çevrilen öykülerinden birinde dalgınlık üzerine şöyle bir ibareyle karşılaşırız: “Adamın biri gözlüğünü kaybetmiş, onu arıyordu. Gözlüğünü bulup gözüne taktıktan sonra, hah şimdi daha iyi görüyorum deyip aramaya devam etmiş.” Allais de, Charles Cros gibi “Chat Noir Kabaresi”nin müdavimlerinden, hatta kurucularındandı. Tuhaf saptamaları, (bence dadaya ulaşacak) görüşleri vardı. Evet, mizahçıydı ama dadacılara biraz insaflı bakabilseydik, onların “saçma eylemlerinin arkasındaki zehir zemberek mizahi felsefelerini” görebilirdik diye düşünüyorum çoğu zaman. Neyse biz Allais’nin dadayı davet eden görüşlerine dönelim. Dikkatsizlik üzerine Allais bir yazısında diyor ki; “Kalabalıkta kaybolmuş, sonra kendini bulabilmek için polis karakoluna gidip kendi eşgalini bildirmişti.” (?) Bana zekânın boyutlarını göstermek adına “delice bir akıl” gibi görünen bu güldüren saptamalar inanılmaz geldi her zaman. İyi niyet üzerine dediğine bakalım bir de: “İyi insanlar duvarda bir delik açarak, gece geç döndüğü zaman kapıcıyı uyandırmadan evine girmeyi akıl edendir.” Barometreye bakarak saatin kaç olduğunu öğrenebilene becerikli; üstüne oturmadan önce kıçından özür dileyene terbiyeli denmesi gerektiğini söyleyen Allais sizce normal olabilir mi? Evet belki ona dadaist diyemeyiz ancak dadayı çağrıştıran bu tuhaf adamın aynı Mark Twain gibi zekâ bombardımanına uğramış bir “talihsiz” olduğunu söyleyebiliriz. Böyle adamların ortak yanlarından en belirgini ise toplumlarıyla uyum zorluğu çekmeleridir. Genellikle kısa mizah öyküleri yazan Alphonse Allais’de diğer “dahi kuşak kalemşörleri” gibi kısa bir ömür sürmüştür. Sadece 51 yıl. (1854 – 1905) Ancak bu kısacık ömürde saydam bir maskeyle bakmıştır hayata. Ruhundaki bitmez yalnızlık ve kederin yarattığı gaddarlığı, günübirlik ve ciddiyetten uzak notlarla hayata sunmuştur. Yani yazarak öcünü almıştır dengesiz hayattan. Onunla boğuşmak yerine hayata dil çıkarmayı tercih etmiştir daha çok. Enis Batur’un nitelemesi olduğunu sandığım bir tümce, Allais’yi en iyi açıklayan tümce gibi geliyor bana: “Allais’nin zarif acımasızlığı öykülerinin yalın, lirik gövdesinin olmadık bir yerinde pusuya yatmıştır hep.” Örneğin, yeni doğmuş çocukların beslenmesinde potasyum siyanürünün fazlaca kullanılmasının sakıncaları üzerinde ne kadar durulsa azdır” düşüncesi onun öykücülüğe nasıl baktığına dair keskin bir ipucudur. Neyse, Türkiye’de çok fazla bilinmemekle beraber, ‘Kimine Şampanya Dokunur’ kitabından başka 1997 yılında Yurdakul Kavas tarafından çevrilmiş, İmge Yayınları’ndan çıkmış, “Bir Sergüzeşt-i İstanbulin” adlı bir kitabı daha olduğunu biliyoruz hiç olmazsa. Elbette her bir hayat bağımsız bir inceleme konusudur kuşkusuz. Ancak biz merkezde dada dosyasına destek vermek için dada kokan ama dadadan önce yazmış yazarlardan bir iki seçki yaptığımızdan; yıkıcı karamsarlık tarihinden bir- iki iyimser örnek seçmeye çalıştık. Son olarak biraz daha eskilere, hatta epey bir eskilere gidip bir din adamının dünya çapında ses getirmiş “ilk dada” görüşleri sayabileceğimiz kısacık ama çok ünlü çalışmasından söz edip yazımızı toplayalım. 1600’lerin sonlarında İrlandalı bir din adamı olan Jonathan Swift diyordu ki; “birbirimizden nefret etmemize yetecek kadar dinimiz var da, sevmemize yetecek kadar yok”. Kilise şaşkın, yoldaki adam şaşkın… Şimdi iyi bir şey mi bu, yoksa kötü mü? Swift elbette ki insana duyulan sevginin (her tür ve biçimiyle aşkın) Tanrıdan gelen ve ona dönecek olduğu iddia edilen iyi niyeti anlatıyordu ancak karanlık Ortaçağın böylesi hümanist bir sese vereceği yanıt sert olacaktır. (İleride göreceğiz ya, böyle söyleyen rahip Swift bir akıl hastanesine tıkılacak, orada da ölecektir.) Swift 1729’da sekiz sayfalık, ancak tarihe geçen miniminnacık bir kitap yayınlar. Kitabın adı çok ilginçtir: “İrlanda’daki Yoksulların Çocuklarının Ailelerine ve Ülkelerine Yük Olmalarını Önlemek ve Onları Topluma Yararlı Kılmak Üzere Mütevazi Bir Öneri”… Okuyalım mı? “... Öyle bir öneri getiriyorum ki, çocuklar artık anne babalarına ve cemaate yük olup, ömür boyu yiyecek ve giyecek istemek yerine, tersini yapıp, binlerce insanın yiyimine ve biraz da giyimine katkıda bulunabilsinler.” Swift, “alçakgönüllü” bir öneriden söz edecekmiş gibi görünse de, az sonra (bilmeyenler için özellikle) nasıl şaşırtıcı bir önerinin geleceğini bilenler gülümsemeye başladılar bile. Yazının devamına geçmeden hatırlayalım: Swift bir din adamıdır ve ruhunda en çok dadaist boyutlara varan mizahi bir muhalefet taşımaktadır. Yoksa siyasi bir eleştiri mi demeliydim? Okuyun da kararı kendiniz verin. “… Krallığımızın nüfusunun 1,5 milyon olduğu söylenir; bu sayıdan ortalama, kadınları doğurgan olan iki yüz bin çift çıkar; bu iki yüz binden, çocuklarına bakabilen – krallığın bugünkü sıkıntılı durumunda o kadar çok olduğunu sanmamakla beraber – otuz bin çift çıkarsak, geriye yüz yetmiş bin doğurgan çift kalır. Bundan da, düşük yapan ve çocukları ilk bir yıl içinde kaza ya da hastalık nedeniyle ölen elli bin kadını çıkaralım. Demek ki yoksul ailelere her yıl yüz yirmi bin çocuk doğmaktadır. Sorun olan da bu çocukların nasıl besleneceği ve yetiştirileceğidir… İşte bu yüzden şimdi en ufak bir itiraza uğramayacağını umduğum naçiz düşüncelerimi sunabilirim. Londra’da tanıdığım çok bilgili bir Amerikalı bana bir yaşında sağlıklı, iyi beslenmiş bir çocuğun; buğulama, kızartma, fırınlama veya haşlama olarak, çok lezzetli, besleyici, yüksek değerde bir besin olduğunu söyledi. Yahnisinin de aynı lezzette olacağından eminim. Şu halde hesaplamış bulunduğum yüz yirmi bin çocuktan yirmi bini, doğurganlık için bir kenara ayrılmalı, yirmi binin dörtte biri de oğlanlar olmalıdır... Söz konusu çocukların, bizim vahşi insanlarımızın pek takmadıkları evlilik kurumunun meyveleri olmadıklarını düşünürsek, bir erkek dört dişiye hizmet etmeye yeter. Geriye kalan yüz bin tane bir yaşına gelmiş çocuk da, zengin sofralar için etlenmek ve şişmanlamak üzere, son aylarda annelerinden bol bol süt emmeli, zamanı geldiğinde de krallığın kaliteli ve zengin insanlarına satılmalıdırlar. Arkadaşlar arası bir eğlence için, bir çocuktan iki tabak et çıkar; ailece yenen yemeklerde de göğüs ya da buttan dörtte biri yeterli olur, tuzlanıp biberlendikten sonra da dört gün bekletilirse haşlamasının tadına doyulmaz, özellikle kışın…” Şaşkın mısınız?... Niye?... Mantıksız mı Swift’in dedikleri?... Bence gayet mantıklı. Evet mantıklı ama gerçekçi değil. Hep şöyle düşündüm sevgili okuyucu; “o öyle olmaz, bu böyleyse böyledir, ya böyle ya da yok” dediklerinde içimde hep bir korku oluştu. Neden ve kimden korktuğumu bilmeden korktum sadece. Öyle demekten korktum, böyle yapmaktan korktum. Ya da şunu biliyor olmanın yalnızlığının yanında, ötekini bilip de yapamamanın sancısını çektim dönem dönem. “Yahu niye korkuyorum, dünyayı, erdemleri yaratan ben değil miyim?” diyemedim. Toplum bastırdı, sindik. Baba bağırdı, saklanacak delik aradık. Öğretmen ters baktı, altımıza doldurduk. Gık dedik, Tanrı korkusu dediler.(Oysa ki Tanrı sevgisi demelerini ne çok isterdim)…. Sustuk. Tutkusuz, düşleri olmayan, insan kılığındaki canavarlarla boğuştuk. Bir taş gibi sustuk. İçimizdeki özgür bizle, ölümüne bir savaşa tutuştuk. Swift bir cesaret gösterip, çocukları yiyelim diye “alçakgönüllü” bir öneri getirmiş toplumuna. Ne var yani bu kadar şaşıracak? Bakın her şeyi hesaplamış da bu öneriyi getirmiş hem. Hiç olmazsa düşünmüş: “… Bir dilenci çocuğunun beslenme masrafını hesaplamış … paçavraları dahil, yılda iki şiline geldiklerini bulmuştum. Hiçbir beyefendinin de, özel bir dostu ya da ailesiyle yemek yerken, dört tabak nefis, besleyici et çıkarabilen şişman, besili bir çocuk gövdesine on şilin vermekten yakınmayacağına inanıyorum. Böylece … annelerde sekiz şilin net kâr ederek yeni çocuk üretimine hazırlanabileceklerdir…” Rahip yazarımız sadece bir ekonomist gibi değil, bir sosyolog olarak da konuyu irdelemiş. Enine boyuna her ayrıntıyı düşünmüş ve bir bir yazmış: “… Bu durum... her yıl masraf yerine kâr edeceğini bilen annelerin de çocuklarına sevgisini ve şefkatini arttıracaktır. Bizler de pazara kimin en şişman çocuğu getireceği konusunda evli kadınlar arasında namuslu bir rekabeti izleyebileceğiz. Erkeklere gelince; dişi atlarına, ineklerine ve doğurmak üzere olan domuzlarına gösterdikleri nezaketi karılarına da gösterecekler; düşük olur korkusuyla karılarını dövmekten ve tekmelemekten kaçınacaklardır.” Ne güzel değil mi? Swift her bir şeyi hesaplayıp yerli yerine oturtmuş. Hatta bu öyle bir öneri ki, kendi önerisini reddedenleri bile düşünerek onlara şöyle seslenmiş: “… Benim planıma karşı çıkarak daha iyisini önerme yoluna gidecek yazar veya yazarların, daha önce şu iki noktayı olgunca düşüneceklerini umuyorum. Birincisi, bugünkü koşullarda, yüz bin işe yaramaz boğaz ve sırta nasıl yiyecek ve giyecek bulacaksınız? İkincisi; bu krallıkta bir milyon dolayında insan şeklinde girmiş yaratık var oldukça ve bunlara her gün dilenen kadınlarla çocuklar eklendikçe; bu önerdiğim yeniliği sevmeyen politikacılar önce ana babalarına şunu sormalıdırlar: acaba onlar da henüz bir yaşındayken, tarif ettiğim gibi yenmek üzere satılmayı; toprak sahiplerinin baskısına, kirasını ödeyecek kadar bile para kazanamamanın yanı sıra işsizliğe, geçimini sağlayamamaya, havanın sertliğine karşı korunacak elbise ve bir dama bile sahip olmamaya; ve bu sefaletin aynısını ya da daha beterini sonsuzluğa dek çocuklarına aktarmanın kaçınılmaz geleceğine yeğlemezler miydi?” . (1729) (Çeviri; Dara Çolakoğlu) Swift’in bu muhteşem diye nitelediğim yazısını ilk kez okuduğumda çok gençtim. Öneriye çarpılmıştım. Ama öte yandan, kafadan sorunlu biri ancak böyle bir şey yazar diye geçirmiştim içimden. Şimdi öyle düşünmüyorum. Hayır, insan yiyen bir vampire dönüşmedim tabii ki. Sadece politik karşı duruşun sınırsızlığını daha iyi öğrendim belki? Dada dosyasında Jonathan Swift’i işlemek ne kadar doğru oldu bilmiyorum ama, uzaktan bakıldığında aynı dada düşüncesinin filizlendiği bir “karamsarlık” ortamı adına benzerlikler buldum sanki. Aralarında tastamam 400 yıl olsa bile… Demek ki dada; ismi konmadan da hep vardı ya da adı ne olursa olsun dada hep var olan, ama çevre ve sosyolojik koşullara göre kendini yeniden kurgulayan bir “akıl virüsü” olacak. Dada dada dedik nerelere geldik? Artık yavaş yavaş çekilme zamanı. Öyle dedik sığmadı, böyle dedik uymadı. Dada belki de çok kötü ve saçma değildir, kim bilir? Bu yazılarla ne dadayı savunmak ne de onu yermek gibi bir derdim olmadı. Ben sadece okuma oranının yerlerde süründüğü günümüzde, “renkli hikayelerle dolu” dadacıları ve onun düşünsel zeminini kurcalayan bir inceleme yazısı yazdım, o kadar. Kuşkusuz içinizden çoğu bunları biliyordunuz ya da yazılarımla sabit yaşam görüşünüzü değiştirmek amacı gütmediğimi biliyorsunuzdur. Ben yazdığımın sınırlarında kalmayı bilen bir adamım. Sadece düşünsel zikzaklara ilgisi olan, özgürlüğü oralarda arayan ve bir kez daha aynı zırvalıkları yaşamamak için, öncekilerden ders almaya çalışan biri… Dada savaşın çocuğudur. Dada yıkıcı karamsarlığın, beden bulmuş şaşkın ruhların karşı duruşudur. Dada bağımsızlık gereksiniminden doğmuş; ve taraftarını “ölümüne” özgürleştiren bir eylemdir. Onlar hep özgürdürler. Çünkü hiçbir teoriyi tanımazlar. Belki de dada; birinin sindiremediği dünya işleriyle arasına mesafe koymasıdır, ne bileyim? Swift de öyle dememiş miydi? “Biri benimle arasına mesafe koymuşsa, tek tesellim onun da aynı mesafede kalmasıdır.” Belki de dada, yok oluşun iradeye dayalı bilincidir. Aynı fakir bir adama nasıl yaşadığı sorulduğunda verdiği cevap gibi; ‘ bir sabun gibi yaşıyorum, sürekli ufalarak…’ Cros, Twain, Allais, Swift derken muhabbet uzadı gitti. Dada dosyasını kapatırken en sıkı dada şiirlerinden birini dinlemek isteyeceğinizi düşündüm nedense. Siz o şiire hazırlanırken, ben sloganımı atarak yazıyı bitireyim: Yaşasın dada, kahrolsun dada! “… ne neşeliydi ne de kederli / bir dadaistin şarkısı / ne neşeliydi ne de kederli / sevdiği bisikletçi / fakat eşler yılın günü / her şeyi biliyordu ve bir kriz anında / vatikana yolladılar / iki bedenlerini üç valiz içinde. / güzel beyinler yiyin / askerlerinizi yıkayın /dada dada / su için! / kuşların sütünü için, / çikolatalarınızı yıkayın / dada / dada / dana yiyin!” Dada; melodisi çekilmez ve aynı zamanda bitmez bir şarkıdır. (BİTTİ)