Âşık Veysel’den söz ederken onun sazından söz etmemek olur mu hiç? O sırdaşı, yoldaşı ve en iyi dostunun sazı olduğunu düşünmüş ömrü boyunca... “Sazın iyisi nasıl olur?” diye sormuşlar Âşık Veysel’e b...

Âşık Veysel’den söz ederken onun sazından söz etmemek olur mu hiç? O sırdaşı, yoldaşı ve en iyi dostunun sazı olduğunu düşünmüş ömrü boyunca... “Sazın iyisi nasıl olur?” diye sormuşlar Âşık Veysel’e bir gün... “Nasıl mı olur, saz dediğin sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur” demiş... “Ya iyi sazın sözü nasıl olur?” dediklerindeyse “Eeeee, sazı eline, tezeneyi diline yakıştıran bilir” diye cevaplamış. Âşık Veysel’in sazını kuşkusuz en iyi anlatan şey ozanın şiirleridir... Ancak ben bununla yetinmeyip, hayatı boyunca elinden düşürmediği sazına dair değişik insanların kayıt altına aldığı anılardan, sazının ona sağladığı ayrıcalıklardan ya da sancılardan söz etmek istiyorum bu gün... Henüz yedi yaşında çiçek hastalığına yakalanan Âşık Veysel iki gözünü de kaybeder. Âşık Veysel’in babası Karaca Ahmet, gözlerini kaybeden oğlunun oyalanması için ona eski püskü bir saz getirir o günlerin birinde. Bu kırık saz, Veysel’in kör dünyasında ona yoldaşlık eden tek dostu olur. Âşık Veysel, ilk saz derslerini babasının da arkadaşı olan Çamşıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) alır. Daha küçücük bir çocukken, arkadaşları tarafından alay edilen Veysel’in hafızasındaki en sinir bozucu anılardan biri olan bu alaya alınma da bile onun sazı işin içindedir: “Kör kör köpeği / Ayakyolu kapağı / Şeytan vermiş sazını / Böcek yemiş gözünü”. Sonra büyür, genç bir adam olur Veysel... Veysel’in genç olup, asker çağına geldiği o günlerde Birinci Dünya Savaşı patlar. Kardeşi askere gittiğinde hayatının belki de en acı hatırası olan o karmaşık duygulara gömülür Veysel... Arkadaşları askere gittikçe iki gözü kör olan Veysel yüreğinden yanar. Ona köyde asker olmamış tek erkek olarak kalması zor gelir. Kardeşi Ali de cepheye gidince, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşarlar. Veysel bundan mahrum... Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok umutsuz kılar. O günlerini Âşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye: “Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.” Âşık Veysel o duygularını sonradan şöyle dizeleştirir: “Ne yazık ki bana olmadı kısmet / Düşmanı denize dökerken millet / Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet / Kılıç vurmak için düşman başına.” Askere gidemeyen genç Veysel’in bu durumu içler acısıdır. Sazını bir tüfek gibi omzuna asıp, erkek kalmamış köyünde dolaştığı günler bu günlerdir işte. Yıllar önce yazdığım Âşık Veysel adlı oyunumun bu bölümünde, annesi Gülüzar’la konuşan Veysel bakın nasıl dillenmiş benim kalemimde? “Genç Veysel- (Ağlamaklı) Toprağın yüzüne bakamaz, ağacın dalına dokunamaz oldum ana. Bu yurt bizi niye beslemiş ana? Bugünler için. Yaşıtlarım cepheye gitti. Ben? Ben de bu ülkenin bir çocuğu değil miyim? N’olurdu mezar taşıma şehit yazılsaydı. Felek şehitliği bile çok gördü bana. Can dediğin ne ki ana? Er geç Azrail çöker başına alır. Kan dediğin ne ki? Bir kaşık kan mı yok bende bu yurt için verecek? Genç yaşımda karardım, karanlıklar içinde kaldım ana. Ama askere alınmayışım pek bi’zoruma gitti ana, bunlar da mı gelecekti başıma? Gülüzar- Ah oğul, aşarcı yer, öşürcü yer, paşası yer, ya bu Osmanlı nasıl ayakta durur kaç yüzyıldır? Böyle işte, Veysel senin gibilerle, senin gibi toprak kokan Anadolu çocuklarıyla… Oğlum, Veyselim yüreğine gam vurma, ona de ki; yaradan teraziye vurmuş, kiminin eline, kiminin diline silah vermiş. Dilinde silahın var, sazını konuştur, sen de yurduna böyle hizmet et ağzını yediğim oğul.” Âşık Veysel, sazını öyle kendine has, öyle özgün kullanmıştır ki, Türk halk müziğinde “Veysel düzeni” diye adlandırılan bir eda oluşmuştur. Divan şairinin kalemi neyse, âşığın da sazı ve tezenesi odur çünkü. Halk, bizim ülkemizde âşığı sazsız düşünemez. Bu nedenle “Sazsız âşık, kulpsuz testiye benzer” denir ya! Âşığın sazı onun dili ve gönlüdür aynı zamanda. Onunla sohbet eder, onunla dertleşir, onunla bütünleşir. Aşık Veysel’in; “Bir Veysel demişler olabilirsem / Söylerim sözümü bilebilirsem / Bir cura sazım var çalabilirsem / Defli dümbelekli caz neme gerek“ dizelerindeki sazından söz ederken, ancak bir yoldaşı anlatırken kullanılacak kadar yüksek bağlılığına hayran olmamak elde mi? Âşık Veysel ölünce, büyük halk sanatçısının cenaze törenine sanat camiasından katılan tek kişi Fikret Kızılok’tur. Kızılok sazını Âşık Veysel’in mezarının başında kırar ve müziğe bir süre ara verir 1973’de… (Hey Dergisi, 11 Nisan 1973) Fikret Kızılok’un hüznünün ne denli büyük olduğu belli... 17 Aralık 1994 günü dönemin popüler gazetelerinden biri kabul edilen Express gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinden öğrendiğimize göreyse; sözleri Âşık Veysel’e, bestesi Fikret Kızılok’a ait “Yumma Gözün Kör gibi” adında bir şarkı yapar Kızılok... “22 yaşında meşhur oldum. "Yumma Gözün Kör Gibi! Yağmur Olsam” benim asıl çıkış yaptığım plaktır” dediği bu çalışmada; gitar, tumba ve sazın yanında değişiklik olsun diye enstrüman olarak tahta ve taş kullanır Kızılok. Şarkılar çok beğenilir, plak çok satar ve sanatçı ilk altın plağını bu şarkıyla kazanır. “Sen kör değilsin Veysel, kör olan gözlerin. Kulağın var, ağzın var, burnun var, dilin var, damağın var. Her varlığı sesinden tanıyıp, dokunup öğrenebiliyorsun. Kokluyorsun, türlü yemişi ayırt edebiliyorsun. Isırıyorsun, dilinle damağınla tadıyorsun… Nice gözü açık körler var, sen yeter ki gözü açık körlerden olma… Şimdi de bana; gözü açık kör mü olmak istersin, gözü kapalı görür mü?” Âşık Veysel’in sırasıyla; Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptığını hemen hemen herkes bilir. Bu öğretmenlikleri sırasında başından elbette birçok şey geçmiştir ama bir tanesi Âşık Veysel’in öyle bir oturur ki içine... Enstitü mezunlarından Abdullah Özkucur’un, 1990 yılında, Selvi Yayınları’ndan çıkan “Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü” adlı kitabında söz eder Özkucur bu anıdan... “Bir Mayıs günü çevre köylerden birine gezi yapmayı düşündük... Okul yönetimi günlük yemek listesini geziye uygun olarak yaptı. Söğüş et, zeytin, patates, helva çıkardı. Ertesi günü kumanyalarımızı çift atlı bir arabaya yükledik. Aşçımızla birlikte halk ozanı Âşık Veysel Şatıroğlu’nu da erzak tenekelerinin arasına oturttuk. Veysel’in yedeyicisi İbrahim’i de Âşık’ın koltuğuna yerleştirdik. Onları İneber Çeşmesi yönünden yolcu ettik... Biz, Çalkaya’nın doğusundan, İdris Dağı’nın yamaçlarından kestirmeden gidelim dedik. Enstitü öğrencileriyle birlikte 375 kişiyi buluyorduk... Bir saat kadar yol aldıktan sonra Dereşih Köyü’ne.. .indik. Erzak arabasını beklemeye başladık. Bir saat kadar bekledik. Araba gelmedi. Yola bir kaç haberci çıkardık. Az sonra bunlardan biri geldi. Erzak arabası devrilmiş, yolda kalmış olduğunu söyledi. Hidayet Gülen öğretmen ile birkaç arkadaş yardıma koştuk... Hidayet Öğretmen koştu, Veysel’in koluna girdi. Olanları İbrahim’den öğrendik. Araba devrilmiş, Âşığa birşey olmamış ama sazı kırılmış... Arabayı sağlamlaştırdık... köye, arkadaşlarımızın yanına döndük... Yemek neşeli geçti. Şarkılar, türküler birbirine eklendi... Veysel, sürekli düşünüyordu. Yüzü, çehresi yağmur yüklü bulutlar gibi kararmıştı. Bir an, Âşık, “Hidayet, eline bir kalem, kağıt al bakalım” dedi. Hidayet gerekeni yaptı, “Hazırım Âşık” dedi. Veysel “Hazırsan yaz bakalım” diyerek birbiri arkasına şu dizeleri söylemeye başladı: “Ben gidersem sazım sen kal dünyada / Gizli sırlarımı âşikar etme / Lal olsun dillerin söyleme yâda / Garip bülbül gibi ahüzar etme... Şiir bitince Veysel,”Hidayet şunu bir oku bakalım” dedi. Hidayet birkaç kez okudu, Veysel kimi yerlerini yeniden yazdırarak... dörtlüklere son biçimini verdi. Başlığına da “SAZIMA” sözcüğünü oturttu...” Âşık Veysel’in yakın zamanlarda ortaya çıkan bir başka Köy Enstitüsü hikayesi de, Samsun-Akpınar (Ladik) Köy Enstitüsü’nde müzik dersleri verdiği ve saz öğretmenliği yaptığı günlere aittir. Ladik Akpınar Anadolu Öğretmen Lisesi'nin Köy Enstitüsü olduğu dönemde, 1942-1948 yılları arasında ilçeye zaman zaman gelerek müzik derslerine girip saz kursu veren Âşık Veysel'in, o dönemki okul kayıtları incelendiğinde , müstahdem (*Eski deyimle hademe / görevli) kadrosunda görevlendirildiğini görürüz. Her ne kadar 1942-1948 yılları arasında görevlendirildiği yazsa da, 'Akpınar Öğretmen Lisesi Memurları' panosunda birinci sırada yer alan fotoğrafının altındaki “1941” notu dikkat çeker.(Meraklısına Not; Akpınar Köy Enstitüsü 1 Haziran 1940 günü 34 öğrenciyle ders başı yapmıştır.) Yazıyı hüzünle bitirip kimseleri istemediğim bir duyguya bulaştırmak değil, büyük bir halk ozanının nasıl da hayat dolu olduğunu hatırlatarak bitirmek isterim. Erdoğan Alkan’ın bir yazısında; “Rıfat Ilgaz, İstanbul’da Sirkeci’de bir lokantada arkadaşlarıyla demlenirken, bir ara dışarıya baktığında Âşık Veysel’in, Yaşar Kemal’in koluna girmiş bir vaziyette, tramvay durağına doğru koştuklarını görür. Arkadaşlarına dönerek, ‘Şu Allah’ın işine bak, iki kişiyi tek bir gözle koşturuyor’ der.” Karısı, ölümüne yakın, torun torba yemek yerlerken Âşık Veysel’e sorar: “Bak Veysel, çocuklar diyor ki, “kör” sözüne kızar mıydı? Utanıyorlar da bana sessizce sordular.” Veysel cevaplar: “Canımı alsalar daha iyiydi kör diyeceklerine. O kadar ağırıma giderdi. Ama sonra alıştım… Geniş ol dedi anam, gören kör değilsin sen, sade gözlerin kör… Alıştım bir zaman sonra. Şimdi gördüğünüz gibi kendi kendime bile kör diyebiliyom gari… Neden? Çünkü ömrüm karanlıkta geçti, yine de şikayetçi değilim. Gözüm görse Sivrialan’a ancak çoban olurdum. Şimdi … kör oldum Veysel oldum.” Aşık Veysel, 1973 yılında akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybeder.