“Bize plan değil, pilav lazım” cümlesi, siyaset sofrasında hak etmediği kadar fazla yer etmiş, en hafif deyimle bilgisizliğin dışavurumuydu. 1960’lı yıllarda kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),...

“Bize plan değil, pilav lazım” cümlesi, siyaset sofrasında hak etmediği kadar fazla yer etmiş, en hafif deyimle bilgisizliğin dışavurumuydu. 1960’lı yıllarda kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), ülkenin en iyi yetişmiş gençlerini ekonomik kalkınmanın öncü kuvveti olarak kadrolarına almıştı. “Kalkınmacı” bakış açısının mümtaz bir örneği idi. “Devlet Büyüme Teşkilatı” denmemiş olması, “büyüme” ile “kalkınma” arasındaki farkı isabetle ayıran bir tahlil yeteneğiydi. Bugün yerinde yeller esen DPT’yi eleştirmek için “Bize pilav lazım” diyenler, “Bu boş işlerle uğraşmayın. Uzun vadeli işlere odaklanmayın, halkın bugününe, acil ihtiyaçlarına çare bulun” demek istiyorlardı. Son elli senelik siyasi tarihimizin acıklı bir itirafıdır bu… “Ebed müddet” devletimizin aldığı Korona önlemlerine baktığımda, “Yahu elimizde plan da pilav da yokmuş. Yönetememe hastalığı, tamtakır devlet Hazinesi ile buluşunca, işler iyice sarpa sarıyormuş. ” diyesim geldi. Şöyle ki… Kurumsal şirketlerde, özellikle tehlikeli işkolunda faaliyet gösterenlerinde; mutlaka güncel bir Kriz İletişim Planı olur. Biz iletişimcilerin kısaca “KİP” olarak adlandırdığı bu planda, en akla gelmeyecek olasılıklarda dahi şirketin nasıl davranacağı, çalışanların emniyetlerinin nasıl alınacağı, hangi personelin kimden emir alacağı, kimin hangi sorumluluğu üstleneceği yazılıdır. Yazılı olmakla kalmaz. Bu planın belirli periyotlarda kontrolü, tatbikatı ve güncellemesi yapılır. Amaç, olası bir kriz anında kurumu maddi ve manevi en az hasarla sürecin içinden çekip çıkarmaktır. Devletler için de durum farklı değildir. Bir ülke için “kriz” demek, mutlaka dövizin yükselmesi, ordusunun saldırıya uğraması hatta bir işgal girişimine maruz kalması demek değildir. Koronavirüs gibi bir salgın da pekâlâ bir ülkeyi hem ekonomik hem de sosyal bir krize sokabilir. Bugün dünyanın ve elbette Türkiye’yi esir alan durum tam bir kriz hâlidir ve doğru araçlarla yönetilmesi gerekir. İŞ SAĞLIKLA BİTMİYOR Son bir ayda yaşananlara bakılınca, karşımızda ayan beyan duran resmin anlamı şu: Türkiye Cumhuriyeti’nin bu krize karşı hiçbir planı yok. Salgının ülkede ilk görüldüğü tarih olan 12 Mart’ı milat kabul edelim. Bugün itibarıyla tam bir ayı geride bırakan salgında, devletimizin 30 kuruşluk bir maskeyi bile hâlâ vatandaşına doğru dürüst ulaştıramadığı görülüyor. Evet, sağlık sistemimiz bazı Avrupa ülkelerinden daha gelişmiş durumda. Sayıları bir milyonu aşan sağlık ordumuz, hepimizin gözlerini yaşartan bir performans ile çalışıyor. Ancak bunlar, yaşanan krizin doğru yönetildiğinin göstergesi değil. Çünkü sağlık sistemi, problemin sadece bir ayağını oluşturuyor. Türk ekonomisine çok ciddi ve kalıcı hasarlar vermesi beklenen bu krizin ekonomik ve politik ayakları iyi yönetilmiyor. “Ekonomik Kalkan Paketi” olarak açıklanan önlemlerin, reel ekonomide dişe dokunur bir etki yaratmadığını da üzülerek gözlemliyoruz. Bu önlemlere ilişkin düşüncelerimizi üç haftadır köşe haberlerimizde işlediğimiz için tekrara düşmeyelim. KISA ÇALIŞMA ÖDENEĞİ NERDE? Ancak her geçen gün, Kobi ölçeğindeki işletmelerdeki kan kaybının artarak devam ettiğini de söylememiz gerekiyor. 20 Mart’ta açıklanan ve 23 Mart’ta başvuruları alınmaya başlanan Kısa Çalışma Ödeneği uygulamasının ne zaman başlayacağı, bu yazının kaleme alındığı anda belirsizliğini koruyor. İşletmelerin adeta saniyelerle yarıştığı bu dönemde bir uygulama 20 gündür başlayamıyor. Ne bekleniyor, neden bekleniyor, kim bekleniyor belli değil. Keza, üç kamu bankası aracılığıyla 10 bin TL’ye kadar verilen, altı ayı geri ödemesiz 36 ay vadeli krediye başvuran on binlerce insana iki haftadır cevap bile verilmiyor. Geçen hafta iş dünyasının görüşüne açılan “3 ay boyunca işten çıkarmaların yasaklanması” uygulamasının hangi sistemle yürüyeceği, Kısa Çalışma Ödeneği başvuruları ile ayrı ayrı mı yoksa bütüncül mü düşünüleceği belirsizliğini koruyor. Bir aydır kapalı duran yüzbinlerce küçük ve orta ölçekli işletme sahibi ne yapacağını bilemez halde. İşletmesinde uzun yıllardır çalışan yetişmiş elemanlarını işten çıkarsın mı çıkarmasın mı bilemiyor. Ödemeyi bekleyen vergiler, sigorta primleri, maaşlar, genel giderler dağ gibi yığılıyor. İşletme sahipleri bu işlerin adresinin Maliye Bakanı mı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı mı olduğunu anlayamıyor. Küçük işletmenin ayakta kalması halinde istihdam yaratacağı, vergi vereceği, sigorta ödeyeceği, katma değer yaratacağı; kapanması halinde devlet dâhil herkesin zarara uğrayacağı unutuluyor. Avrupa ülkeleri, salgının henüz ilk günlerinde “Hiçbir işyeri bu salgın yüzünden kapanmayacak” diyerek yüzlerce milyar Euro destek paketleri açıklarken, Türkiye vergi ötelemeleri, emeklilere verilecek ikramiyenin bir ay öne çekilmesi dışında dişe dokunur bir destek sağlamış değil. Bu durumun çok basit bir nedeni var: Kasada para yok! Bütçe sonuçları ortada. Sadece Mart ayında 40,4 Milyar TL’ye çıkan bütçe açığının bu yıl nereye ulaşacağını kestirmek zor. 2019’un tümündeki açığın üçte birini sadece bir ayda yakalamış durumdayız. Onlarca ülke ucuz finansman için IMF’nin kapısını aşındırırken, bizim dış kaynağı nasıl bulacağımız belirsizliğini koruyor. TOBB VE TİM NE ÖNERİYOR? Türk iş dünyasının çatı örgütleri olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) kamuoyuna yansıyan “somut ve elle tutulur” öneriler dizisi de şu ana kadar işitilmiş değil. Ünlü otomotiv markası Ford’un kurucusu Henry Ford’un dediği gibi, “Zorluklarımız, zamanında yapmadığımız kolay işlerin birikmesi” ile oluşuyor. Ekonomisindeki öncelikleri iyi belirlemeyen, kıt kaynaklarını verimsiz ve göz boyayan alanlara özgüleyen bir yönetimin, hesapta olmayan bir kriz anında perişan durumdaki vatandaşına dönüp yardım kampanyası başlatması şaşırtıcı değil. Krizin belki de en iyi yönetilmesi gereken bacağı ise iletişim… 10 Nisan Cuma akşamı ülkemizde yaşananlar, dünyada herhangi bir ülkede yaşanmayacak cinsten. Akşam saat 21:30’da evlerinde oturan insanlar, flaş haberle sarsılıyor ve aynı gece 24:00’den itibaren iki gün süre sokağa çıkmanın yasaklanacağını öğreniyor. Bu haberi duyan yüz binlerce insan sokaklara dökülüyor; fırınların, marketlerin önünde izdiham yaşanıyor. Bir ekmek alabilmek için insanların tekme tokat birbirine girdikleri kameralara yansıyor. Bir aydır adeta zihnimize mıh gibi çakılan “sosyal izolasyon kuralları” yerle bir ediliyor elbette. COVID-19 virüsü sokaklarda adeta kime bulaşacağını şaşırıyor. BİR ÇUVAL İNCİR BERBAT Aradan yarım saat geçtikten sonra, fırınların ve unlu mamul satan dükkânların ertesi gün açık kalacağı, araçlarla ekmek dağıtılacağı bilgisi paylaşılıyor. Tabii o kısa süre içinde olan oluyor. Haftalardır virüsten titizlikle korunan kaç insanın, 14 günlük kuluçka süresi sonunda virüs testinin pozitif çıkacağını yaşayarak göreceğiz. Bu konuda da yetki ve sorunluluğun kimde olduğu belli değil. Açıklamayı İçişleri Bakanı yapıyor, emri Cumhurbaşkanından aldığını söylüyor. Türkiye nüfusunun üçte birinin yaşadığı İstanbul, Ankara ve İzmir’in belediye başkanlarının bu karardan haberi bile yok. TV haberlerinden öğreniyorlar. Aynı belediye başkanlarının “Sokağa çıkma yasağı uygulanmalı” haykırışları günlerdir duymazdan geliniyor. Çünkü böyle bir tercihin, ayakları üstünde zorlukla duran ekonomiye nasıl bir hasar vereceğini herkes biliyor. “Önlem” diye açıklanan manzumenin parasal karşılığının, Almanya’nın açıkladığı paketin ancak 44’te biri olduğunu “bakan gözler” görebiliyor. Günün sonunda bir çuval incir berbat ediliyor… Belki virüsle hiç karşılaşmayacak insanların hayatları tehlikeye atılıyor. Tam bir keşmekeş, acemilik, işbilmezlik, hazırlıksızlık hâli yaşıyor koca ülke. Dünyada alay konusu oluyor. Oysa bu karar en az iki gün önceden duyurulsa, hangi kişi ve kurumların sokağa çıkma yasağından istisna tutulduğu anlatılsa; herkes hazırlığını yapacak ve bu rezalet yaşanmayacak. Ezcümle, devletin çekmecesinde bu tür durumlar için hazırda tutulan bir Kriz Planı mutlaka olması gerekiyor. Savaşa mı girildi, virüs salgını mı oldu, ülkenin bir bölgesinde ayaklanma mı oldu, ayrılıkçı bir hareket mi başladı, işgal girişimi mi oldu, darbe girişimine mi kalkışıldı, ülke ekonomisini çökertecek büyüklükte bir deprem mi yaşandı… Ekonomik, sosyal, siyasal, kanuni tüm olasılıkları içeren bir plan olmadığı sürece, bir liralık ekmek kuyruğunda hem kendilerinin hem ailelerinin hayatlarıyla kumar oynayan insanların ülkesi olmaktan kurtulamayacağız.

ENERJİNİN İLK 100’Ü, KURULU KAPASİTENİN %85’İNİ TEMSİL EDİYOR

Türk şirketlerinin “İlk 500” ve “İkinci 500” şirket sıralamalarında yer alması, elbette haklı bir gururun dışavurumu oluyor. İstanbul Sanayi Odası tarafından 52 yıldır açıklanan bu sıralamaya son yıllarda Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin “İlk 1000 İhracatçı” sıralaması da dâhil olmuş ve ekonomi haberlerinin önemli başlıkları arasında yer almaya başarmıştı. Şimdi sıra enerji sektöründe… Dünya Gazetesi’nin Enerji Editörü ve Yazarı ağabeyimiz Mehmet Kara’nın katkılarıyla hazırlanan “MW 100” araştırması, Türk enerji sektörünün en fazla kurulu kapasiteye sahip yüz şirketini sıralayarak kapsamlı bir rapor haline getirmiş. Enerji, son on yılda dev yatırımların adresi olmuş bir sektör. Özellikle yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarının kurulu güç içindeki payının hızlı artış göstermesini bu sütunlarda pek çok kez alkışlamıştık. SEKTÖRÜN %85’İ MW 100 sıralamasına giren şirketler, 2019 yılı sonu itibarıyla 91,267 Megavat (MW) seviyesine ulaşan kurulu gücün içinde 77,500 MW ile yüzde 85’lik bir payı temsil ediyor. Türkiye’nin son 15 yılda kurulu gücünü iki buçuk kat artırdığını da kaydetmemiz gerekiyor. 2019 itibarıyla kurulu gücünün %48’i, elektrik üretiminin ise %43’ü yenilenebilir enerji kaynaklarından oluşuyor. Türkiye, elektrik üretiminde karbon salımı ve yenilenebilir enerji kaynakların kullanımı konularında pek çok ülkenin önünde başarı sağlamış durumda. Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim kapasitesi son beş yılda dört katlık artışla toplam 16 bin MW düzeyine yükseldi. En fazla kapasite artışı rüzgâr ve güneş santrallerinde yaşanırken, biyokütle ve jeotermal kaynaklara dayalı santrallerde de son dönem¬lerde ivmelenen bir artış görülüyor. EÜAŞ VE ENKA ZİRVEDE MW 100, sıralamasında ilk sırayı, 20,541 MW kurulu güç ile kamu kuruluşu Elektrik Üretim Anonim Şirketi (EÜAŞ) alıyor. Sektördeki yoğun özelleştirmelere rağmen, elektrik üretiminde aslan payının hâlâ devlette olması dikkat çekici. Özel sektör şirketleri arasında liderlik ENKA’ya ait. 3.830 MW kurulu gücü sahip ENKA santralleri, Türkiye’nin enerji üretiminin yüzde 4’ünü karşılıyor. MW 100 araştırmasında, yenilenebilir enerjiye çok önemli yatırım yapılmasına rağmen, kurulu gücün içinde hidrokarbon kaynaklı enerji üretiminin hala %50 seviyesinde olması dikkatimizi çekiyor. Doğalgazın %28, yerli kömürün %12, ithal kömürün %10 olan payının; toplamda yüzde 40’ın altına inmesi gerekiyor. Enerji sektör ile ilgili tüm bilgileri derli toplu önümüze sunan ve yoğun emekle hazırlandığı belli olan MW 100 Araştırmasına katkı sağlayan tüm dostları kutlamak gerek.

ALİAĞA’YA 2.8 MİLYAR TL YATIRIM YAPACAK DENEN ŞİRKETE ACABA NOOLDU?

Bu aralar biraz daha fazla fikrî takp yapmamız geekecek. Yaklaşık bir sene önce bu sütunlarda (Ege Telgraf 27,5,2019) ilginç bir konuyu işlemiştik. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank'ın açıkladığı 6 endüstri alanından biri İzmir'in Aliağa ilçesinde Most Makine Enerji A.Ş şirketine tahsis edilmiş, “şirketin 2.8 Milyar TL'lik yatırım yapacağı” görkemli basın toplantılarıyla açıklanmıştı. Buna göre 1000 kişilik ilave istihdam sağlanacak, vasıflı çelik ürünü üretilecek ve cari açıkta yıllık 327 Milyon Dolar iyileşme sağlanacak(tı). HÂLÂ BİLİNMİYOR Uzun yıllar görev yaptığım Aliağa’da gerek gazeteci meslektaşlarımızla gerekse iş dünyasına hakim dostlarla kısa bir telefon turu yaptık. Sonuç şu: Aradan bir sene geçtiği halde hâlâ şirket hakkında kimse bilgi sahibi değil. Yeni Şakran yakınındaki Kurfallı Köyü’nde yapılacağı iddia edilen tesisin akıbeti belirsizliğini koruyor. Gerçekten de enteresan ve esrarengiz bir durum. Most Makine Enerji Taahhüt Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’ne verilecek teşviğin geçmişi, 4 Haziran 2018 tarihli 2018/ 11937 sayılı Bakanlar Kurulu kararına dayanıyor. Bu karar 23 Haziran 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanıyor ve yürürlüğe giriyor. Most şirketi, bu destek kapsamında savunma sanayisi, tıbbi cihaz, makine, gemi inşa, otomotiv ve enerji sektörlerinde kullanılacak nitelikli çelik ürünlerini üreteceğini söylüyor. Yatırımın gerçekleşme süresi, başlangıç tarihinden itibaren 5 yıl olarak öngörülüyor. Ancak bu sürede tamamlanmaması halinde, yarısı kadar (2,5 yıl) daha ek süre verilebiliyor. Yıllık 165 bin ton üretim kapasitesine sahip olacak bu tesiste Bakan Varank’ın açıkladığı gibi bin kişilik değil, 800 kişilik istihdam öngörülüyor. Laf çok ama ortada şirketin s’si bile yok. Devletin arazisine yatırım yapacağım diye çöküp, ortalarda görünmemek çok yabancısı olduğumuz bir durum değil. Umarız benzer bir akıbetle karşılaşmayız. Bu konuyu fikrî takibimizde tutmaya devam edeceğimizi de hatırlatalım.

KORONA TATİLİNDE KİTAP ÖNERİLERİM

Koronavirüs nedeniyle evlere tıkılan insanımızın pek bir sıkıldığı anlaşılıyor. Milletimiz deli saçması dizilerin bağımlısı olmuş, sosyal medya mavralarından bu anlaşılıyor. Oysa bugünler, okunmayı bekleyen kitaplara kavuşmak için bulunmaz bir fırsat. Bu aralar başucumda duran kitaplardan dördünü okurlarıma öneriyorum. KARA KUTU: Gazeteci Soner Yalçın’ın kaleme aldığı “Kara Kutu”, dünya ekonomisine yön veren sermaye sahiplerinin, tıp bilimine neden ilgi duyduklarını, ilaç tröstlerinin bu sermaye grupları ile ilişkilerini belgelere dayanarak aktarıyor. Titiz bir araştırmacı olan Soner Yalçın’ın kitaplarının pek çoğu kütüphanemde yer alıyor. Kara Kutu için okurlarıma bir önerim olacak: Şayet imkânınız varsa ilk olarak Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” kitabını okuyun. Bu kitapta gıda ve tohum tekellerinin küresel sermaye sahipleri ile ilişkilerini ve Türkiye’nin endemik tohum yapısının nasıl mahvedildiğini çok şaşırarak okuyacaksınız. Sonrasında Kara Kutu’yu okumanız ise zihninizdeki taşların daha hızlı yerine oturmasını sağlıyor. DEVLET İNŞASI: Yaşayan en büyük siyaset bilimcileri arasında yer alan Japon asıllı Amerikalı Francis Fukuyama’nın kaleme aldığı Devlet İnşası, bugünün dünyasında önüne geçilemeyen, ciddi pek çok sorunun kaynağının, dünya güvenliğini tehdit eden en temel unsurun, zayıf ya da başarısız devletler olduğunu anlatıyor. Fukuyama, uluslararası toplumun zayıf devletlere müdahale etmeyi hangi meşru gerekçelere dayandırdığını da bu kitabında irdeliyor. HAYALET İMAM: Gazetecilik mesleğinin yüz akı temsilcilerinden, muhabir kimliğini özenle koruyan Saygı Öztürk’ün son yapıtı “Hayalet İmam: Darbenin Görünmez Adamı Adil Öksüz”, 15 Temmuz hain darbesinin en karanlık noktalarından biri olan Adil Öksüz’ün bilinçli şekilde salıverilmesini tüm ayrıntıları ile ele alıyor. Yarım akıllı imam Fetullah’ın has adamlarından biri olan Öksüz’ün kimliğinin ayrıntıları da bu kitapta yer buluyor. DEĞİŞİM SÜRECİNDE TÜRKİYE: Ekonomi gazetecilerinin iki kulakla dinledikleri Dr. Mahfi Eğilmez’in en çok satan kitaplarının başında “Değişim Sürecinde Türkiye: Osmanlı’dan Günümüze Sosyo-Ekonomik bir Değerlendirme” geliyor. Ekonomi bürokrasisinde uzun yıllar görev aldıktan sonra Hazine Müsteşarlığı’na kadar yükselen Eğilmez, bu kitabında 19. Yüzyılda Avrupa’da başlayan ulus devlet akımlarının sanayi kapitalizmini doğurmasına karşılık, ümmet devleti olarak kalan Osmanlı’nın geriye gidişindeki sebepleri ortaya koyuyor.