“Üçüncü Napoleone caddesindeki, bir oda ve bir mutfaktan oluşan küçücük kulübemizin çevresindeki her yer kalabalık ve yoksulluktan kırılıyordu. Kalbim sıkışıyordu yoksulluktan, ama durduramadığım bir...

“Üçüncü Napoleone caddesindeki, bir oda ve bir mutfaktan oluşan küçücük kulübemizin çevresindeki her yer kalabalık ve yoksulluktan kırılıyordu. Kalbim sıkışıyordu yoksulluktan, ama durduramadığım bir şekilde şarkı söylerdim ben. Sanki şarkı söylemek yoksulluğumu azaltıyordu. Taa o günlerden, çocukluğumdan kendimi tiyatroya adamak istedim hep.” Gerçek adı Natalina Cavalieri olan ama daha çok Lina Cavalieri olarak bilinen, opera tarihinin altın seslerinden dünyaca ünlü İtalyan lirik soprano; 1874 yılının 25 Aralık günü, Roma'nın 80 kilometre kuzeyinde bulunan Viterbo bölgesinde doğar. Son derece yoksulluk içinde geçen çocukluğunda annesini ve babasını kaybeden Lina, dört kardeşiyle birlikte yetim kalır. Nino, Oreste ve kız kardeşleri Ada ve Giulia’ya bakmak için, bir terzinin yanında çıraklık, sokaklarda çiçek satıcılığı ve dönemin en çok satan gazetesi La Tribuna gazetesinde gazete katlayıcılığı gibi işlerde çalışan Lina’nın bu zor günlerden iki şey kalır hafızasında: Bu işlerle kendisine ve kardeşlerine bakamayıp, Roma’da bir Katolik yetimhanesine gönderildiği ve her ne iş yaparsa yapsın, yaptığı iş sırasında şarkı söylediği... Şarkı söylemek Lina için bir tutkudur. Hüzünlü çocukluğunun yoldaşıdır sanki söylediği şarkılar! 1887’de sokaklarda şarkı söyleyerek çiçek satan Lina’nın şansı, müzik öğretmeni Arrigo Molfetta’nın onu duyup, kendisiyle ilgilenmesinden sonra değişir. Molfetta, bu sesi zayıf ama tutkulu kıza ücretsiz olarak şan dersleri verir. Aldığı derslerden sonra aynı yıl, bölgenin ünlü buluşma yerlerinden biri olan Capannoni di Porta Salaria'da bulunan, Esedra adlı kahvede bir küçük konser verir Lina. Repertuvarında sadece üç şarkı vardır küçük şarkıcının: Çekirdek Aşk, Chiara Stella ve Albayın Atı! Ardından bir yıl bile geçmeden, 1888’de, Piazza Navona'da, Orfeo Tiyatrosu’nda oyuncu olarak görürüz Lina’yı... Henüz 15 yaşındayken, sesinin kanatları onu sahneye uçurmuştur. Orfeo Tiyatrosu’nda günde on liret kazanırken, özellikle henüz yeterli olmayan sesinin kusurlarını örten güzelliği, onu daha büyük bir tiyatroya, Diocleziano Tiyatrosu’nda on beş liret kazanacağı bir yolculuğa çıkarır. İtalyan krallığının kalbi olan prestijli Napoli kahvelerine gözünü diker genç oyuncu. Salon Margherita'yla anlaştığı günlük yirmi bir liret, o gün için iyi bir gelir sanılsa da, Cavalieri için sanatın başkenti Paris’e yaklaşmasını kolaylaştıran bir duraktır Napoli. Ancak salon Margherita’nın Cavalieri tarihi için özel bir önemi vardır. 1895 yılında ilk kez bu salonda sahneye çağrılırken, Natalina olarak değil de, kısa adı olan ‘Lina’ olarak sahneye davet edilmiş; o günden sonra da her yerde Lina Cavalieri olarak bilinmiştir. Tutkunu olduğu sahne onu, o da sahnede olmayı çok sevmiştir. Günün birinde kaldığı Katolik yetimhanesinden kaçar Lina. Ruhundaki yaratıcılıkla, sıkı disiplinli rahibelerin öğretisi uyuşmamıştır. Gezici bir topluluğun oyuncusu olarak Paris'e gelir ve bir yandan müzik salonlarında şarkı söylerken, diğer yandan Comedie Française'de oyunculuk dersleri alır. Lina güzelliği ve muhteşem sesiyle Parislileri şaşkına çevirmiştir. Ama bu şaşkınlıkta büyüleyici güzelliğinin payı yeteneğinden ve sahne hâkimiyetinden önce gelmektedir. Fransa’nın güzellik lobisi La Belle Epoque; becerikliliği, zarafeti ve olağanüstü güzelliğinden çok etkilenmiştir Lina Cavalieri’nin. Dünyanın her yerine, özellikle yüzünü gösteren kartpostallar yayılır bir anda. Ateş kırmızısı bisikletle caddelerde görülür çok kısa bir zaman içinde. Tüm kadınlar onun bedenini ve o davranışlarını örnek almaya başlarlar. Spor yapan kadınlardan geçilmez olur Fransa. Erkekler içinse bir rüyadır Lina Cavalieri. Şeker kokulu, gök mavisi bir rüya! “Onun simsiyah saçları, fildişi ten rengi, dünyanın en uzun kirpikleri, yükseltilmiş dudakları, yumuşak, kalkık minicik burnu, kum saati beli ve gölgeli ve çok derin iri gözleri"ni görenler onun için,"Dünyanın en güzel kadını" derler: "Sokakta insanları durduracak kadar mükemmel bir kadın!" Besteci Jules Massenet’ın, Lina için söylediği söz, belki de bu sözcüklerle anlatmakta zorlandığım durumu açıklamak için en doğru saptamadır: “Güzelliğiniz size hata yapma hakkı veriyor hanımefendi!” Sanatından çok güzelliğiyle anılan Lina, esen bu şöhret rüzgârını iyi kullanır ve Londra’ya gider. Ardından Berlin’e ve sanat adına dönemin seçkin şehri St. Petersburg’a. Sahnesinde, kayda değer eserler yoktur henüz ama onu izleyen –özellikle- erkekler izleyiciler için de bunun bir önemi yoktur. İnsanı uyuşturan bu güzelliğin karşısında armağanlara ve övgülere boğulur Cavalieri. Ona ilgi duyan yüzlerce erkeğin arasından biri onu etkilemeyi başarır: Rus Prens Aleksander Bariatinsky! Bariatinsky; bir gösteri sonrası, tüm bedenini saracak uzunlukta, tamamı yeşil zümrütten oluşmuş bir kolye ve hepsi kırmızı güllerden oluşmuş dev bir çiçek sepeti gönderir Cavalieri’nin kulisteki odasına. Çok geçmez, 1899 yılında, Paris’te tanıştığı Prens Bariatinsky ile gizlice ilk evliliğini yapar genç soprano. (Meraklısına Not; Üç yıl süren bu evlilikten bir oğlu olur Lina’nın.) Fransa’da aldığı derslere, Teatro della Scala’da devam eden Cavalieri, sesini mükemmelleştirmek için büyük çaba harcar. Soğuk ama berrak bir sesi vardır sanatçının. Bir de “c” sesine karşı sesin hakkını verememek gibi bir durumu... Buna rağmen, dilini geliştirmekten ve iyi bir sahne insanı olmak düşünden asla vazgeçmez Lina. 1900'de Lizbon'daki Teatro Nacional de Sao Carlos'da, Ruggero Leoncavallo'nun "Pagliacci" (Palyaçolar) adlı gösterisinde "Nedda" rolüyle sahneye çıkıp, ilk büyük sahne deneyimini gerçekleştirir. 26 yaşındaki Lina Cavalieri’nin ilk sahne deneyimi bir opera klasiği olarak tarihe kayıtlanır. “Yani şimdi, erkek adamın aşkını izleyeceksiniz. Gerçek hayattaki gibi sevecek erkek adam ve gerçek düşmanlığı ve onun acı meyvelerini göreceksiniz. Ve hem öfke ve hırsın, hem de alaycı kahkahaların çığlıklarını duyacaksınız. Öyleyse bu kurban edilmiş dünyadaki aynı havayı soluduğumuz ve etten kemikten yaratılmış erkekler olduğumuz için giydiğimiz zavallı kostümlerden ziyade ruhlarımızı, içimizi fark edin! Öyleyse bu, bizim davamız. Şimdi davamızın nasıl gözler önüne serileceğine dikkat edin. Haydi! Gösteri başlasın artık!” (Pagliacci Operası, Tonio’nun prologundan alıntı) Palyaçolar, Ruggero Leoncavallo'nun bir prolog ve iki perdeden oluşan operasıdır. İlk defa 21 Mayıs 1892'de Teatro Dal Verme Milano'da, Toscanini'nin yönetiminde sahnelenen operanın konusu, bestecisi Leoncavallo’nun polis memuru olan babasının tanık olduğu, aşırı kıskançlığa bağlı bir tutku cinayetine dayanır. Opera, “femma fatal” başkarakter Nedda’ya yakılan bir erkeklik ağıtıdır adeta. Hikâye, 1865’de İtalya’nın Calabria eyaletindeki Montalto kasabasının bir köyünde işlenen bir cinayet üzerine oturtulmuştur. Operada, kıskançlığı hastalık halini almış olan bir kocanın, kendisinden oldukça küçük olan karısını (Nedda) ve aşığını (Silvio) sahnede gösteri sırasında öldüren palyaço Canio’nun dramı sahnelenmektedir. İşlemiş olduğu cinayetler sonrasında palyaço son sahnede seyircilere döner ve "Komedi sona erdi!" (La commedia e finita!) diye haykırarak gösteriyi bitirir. Tüm sanat yaşamı boyunca az ama her biri diğerinden ünlü operalarda şarkı söyleyen Lina Cavalieri, ölümsüzler arasına adını yazdırmayı başarmış bir sanatçıdır. Ruggero Leoncavallo'nun ‘Palyaçolar’, Giacomo Puccini’nin ‘La Boheme’, ‘Tosca’ ve ‘Manon Lescaut’, Umberto Giordano'nun ‘Fedora’, Giuseppe Verdi’nin ‘Traviata’ ve Francesco Maria Piave’nin metnini yazdığı ‘Rigoletto’, Arrigo Boito’nun ‘Mefistofele’, Anatole France'ın aynı isimli romanından uyarlama olan Jules Massenet’in ‘Thais’ ve ‘Herodiade’, Offenbach’ın bestelediği ‘Les Contes d'Hoffmann’ ve Georges Bizet'nin ‘Carmen’inde sahneye çıkar Lina... 1900’deki Lizbon zaferi, aynı yıl bir klasiği daha sahnelemeye yönlendirir sanatçıyı; Puccini’nin, ‘La Boheme’ini... Napoli'deki Teatro San Carlo Sahnesi’nde, 4 Mart 1900 günü seyirci önüne çıkan bu operada ‘Mimi’ rolünde görürüz Lina Cavalieri’yi. Dört yakın arkadaş; şair Rodolfo, ressam Marcello, filozof Colline ve müzikçi Schaunard, Paris’in Monmartre semtindeki bir çatı arasında yokluk içinde yaşamakta, yaşama olan sevgi ve bağlılıklarını neşe ve umursamazlıkla sürdürmektedirler. Aynı binanın başka bir katında yaşayan yoksul terzi kız Mimi’yle şair Rodolfo’nun yolları kesişir. Birbirlerini ilk gördükleri an severler. Ancak kıskanç Rodolfo zamanla, Mimi’den uzaklaşmaya başlar. Mimi dert yanmak için şairin arkadaşı ressam Marcello’ya dert yanar. Marcello arkadaşıyla konuştuğunda; Rodolfo’nun yoksulluğundan başka Mimi’ye verecek bir şeyi olmadığından aslında çok sevdiği Mimi’den uzaklaştığını anlarız. Bu ara Mimi ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Sonunda, Mimi gerçeği öğrenir ama paltosunu satıp doktor getirmeye giden arkadaşların çabaları Mimi’yi yaşatmaya yetmez, Mimi sevdiği adamın kollarında can verir. 1905 yılına kadar, La Boheme, İtalya’nın en ünlü sahnelerinde oynanır. Napoli Teatro San Carlo’da, Ravenna Teatro Mariani’da ve Palermo Teatro Massimo’da... O kadar etkili bir sonuç verir ki La Boheme, dünyaca ünlü opera seslerinin gözü İtalya’ya çevrilir. Bunlardan biri de artık bir efsane olarak söz edilen erkek opera sesi Enrico Caruso’dur. Lina Cavalieri ve Enrico Caruso’nun yolları, 1905 yılında sahnelenen, Umberto Giordano'nun ‘Fedora’sında kesişir ilk kez. Fedora, daha önce İtalya’da seyirci önüne çıkmış olsa da, ilk kez Paris'te Sarah Bernhardt Tiyatrosu'nda seyirci önüne çıkmaktadır şimdi. İki altın ses, dünyanın en iyi tenoru ve en iyi sopranosu gösteriyi unutulmazlar arasına koyarlar. Fedora aslında efsanevi oyuncu Sarah Bernhardt'ın oynadığı ve 1882'de ilk gösterisini yapan Fransız oyun yazarı Victorien Sardou'nun (1831-1908) yazdığı bir tiyatro oyunudur. Bir vodvildir. Bernhardt, oyununda bir Rus prensesi olan Fedora Romanoff'u canlandırmış ve oyunda modern şövalyeleri andıran bir şapka takmıştır. (İlginç bir ayrıntı; bugün fötr şapka dediğimiz başlık, bu oyundan sonra dünyaya yayılmıştır. Fedor, bir ses oyunuyla pekâla Fötr olabilir.) Fedora isminin kendisi, "Tanrı'nın hediyesi" anlamına gelen Yunan "Theodoros" sözcüğüyle ilgilidir ve Rusya Fedor’unun dişil formudur. İntikamcı Prenses Fedora Romanoff, sadizm ve ölüm gibi toplum için gerginlik yaratacak temaları büyük bir cesaretle sahneye taşıyan bir oyunun unutulmaz karakteridir. (Meraklısına not; Fedora'nın opera versiyonu, yazıldığı yılda, 17 Kasım 1898'de Milan'da Teatro Lirico Internazionale'de Gemma Bellincioni'nin Fedora ve efsanevi tenor Enrico Caruso'nun Loris İpanov'u oynadığı ilk gösterimle seyirci karşısına çıkmıştır. Ancak Caruso, bu ilk gösterimi yaptığında henüz çok gençtir.) 5 Aralık 1906'da Lina Cavalieri ve tenor Enrico Caruso, Fedora’yı dev bir sahnede, New York Metropolitan Operası’nda seyircinin beğenisine sunarlar. Üstelik ikili dönemi içinde astronomik sayılan bir ücretle sahneye davet edilmişlerdir: Gecede 1.000 dolar! Sanat tarihine “Primadonnanın öpücüğü” olarak geçen olay da bu gösteride yaşanır. Fedora’nın aşk aryasının sonunda, Loris İpanov’u öptüğü sahnede, Lina Cavalieri, Caruso’yu gerçekten dudaklarından öpünce başta basın olmak üzere, tüm sanat dünyası ayağa kalkar. Amerika'da ilk kez bir oyuncu, sahnede gerçekten öpüşmüştür. Lina Cavalieri artık üç konuda dünya basınının göz bebeğidir: Güzelliği, billur gibi sesi ve skandal derecesindeki cesaretiyle. Ertesi gün tüm gazeteler Lina’dan söz ederken, o yeni çalışmalarına başlamıştır bile: Puccini'den ‘Manon Lescaut’ ve Francesco Cilea tarafından yazılan ‘Adriana Lecouvreur’ operalarına. Manon Lescaut’da ‘Manon’, Adriana Lecouvreur operasında da ‘Adriana’ rolünde sahneye çıkar Cavalieri. Karşısındaki ses yine Caruso’dur. Bu çalışmalarıyla da benzer bir başarıyı yakalayan Lina için şöyle yazar gazeteler: “Bu kadın, çölden bir adaya gitse bile binlerce seyirciyi bulabilir kendisine!” 1908 yılında bu kez Puccini’nin ‘Tosca’sıyla çıkar sahneye Lina. Amerika’da yakaladığı bu eşsiz başarı onun adını ölümsüzler arasına yazdırır. Elindeki politik gücü Tosca'yı elde edebilmek için kullanan Baron Scarpia, devrimci ruha sahip ve Tosca'ya âşık özgürlükçü ressam Cavarodossi, aşkı her şeyin üstünde hatta kendinden bile üstte tutan şarkıcı Tosca ve her birinin ödediği ağır bedeller Tosca'daki dramatik gerilimle hayat bulur. Heyecanlı izleyicilerin Lina’nın turneye gittiği şehirlerde, trenden indiği istasyondan, kalacağı otele kadar gül yapraklarıyla yolu kapladığını yazar sanat tarihçileri. Lina, aynı yıl Londra Covent Garden ve St. Petersburg’a giderek, dünya çapındaki ününü pekiştirir. Bir yıl sonra yine Metropolitan Sahnesi’ndedir Cavalieri. Bu kez büyük ahlaksal tartışmalara yol açan, Bizet’in ‘Carmen’i olarak... Cavalieri, çıktığı yükseklikte kendini disipline etmeyi bilen bir sanatçı olarak zamanını yaptıklarıyla övünerek değil, yapacaklarını planlayarak geçirir. Bu başarılarının ardından, Guiseppe Verdi’nin; Fransız yazar Alexandre Dumas’nın ünlü eseri Kamelyalı Kadın romanından uyarlayarak yazdığı, ilk gösterimi 1853 yılında Venedik’de yapılmış olan 3 perdelik bir opera olan ‘La Traviata’da sahneye çıkar bu kez soprano. La Traviata’da, Violetta olarak izler seyirci Lina’yı. Traviata’nın hikâyesi çok tanıdık bir tema üzerine kuruludur. Paris’te şen bir hayat yaşayan ve ‘Kamelyalı Kadın’ olarak bilinen Violetta adındaki bir sosyete fahişesinin, zengin aile çocuğu Alfredo Germont’la arasındaki büyük aşkından; toplumun ahlaki değer yargıları ve mahalle baskısı yüzünden, mutluğunu ve hayatını kaybetmeyi göze alarak vazgeçmesi ve bu yüzden genç yaşta hazin bir sonla ölümü, derin bir aşkın şiirselliği içinde hüzünlü bir şekilde işlenir. (Meraklısına Not; Lina Cavalieri, La Traviata’da, dünya oyunculuk tarihine geçmiş ünlü Rus oyuncu Fyodor Şalyapin’in karşısında sahneye çıkmıştır.) Birçoğunun rüyasına bile sığmayan bu yükseklikteyken aniden sahneden çekilir Lina Cavalieri. 1914 yılında! Henüz 40 yaşında bile değildir. 40 yaşında bile değildir ama üçüncü evliliğini yapmış, üçünden de ayrılmıştır. Şöyle der anılarında: “Üç kez evlendim ve üç kez yasal özgürlüğümü çiğnedim: Biri Rus, biri Amerikalı ve biri de Fransızdı." (Meraklısına not; ilk eşi Rus Prens Aleksander Bariatinsky’dir. İkinci eşi, sadece balayında 8 gün birlikte kaldığı, iki yıl sonra da ayrıldığı Amerikalı varlıklı iş adamı Winthrop Chanler, üçüncü eşi, sahne arkadaşı da olan Fransız tenor Lucien Muratore’dur.) Güzelliğinin farkında olan Lina Cavalieri, bu tarihten sonra ünlü kadın dergisi Femina’da kadın makyajı üzerine yazılar yazar. Bu ara “Güzelliğin Sırları” adında bir de kitap yayımlar. Çok geçmeden de “Chez Lina” adıyla bir güzellik enstitüsü kurup, kozmetik sektörüne girer. Entelektüel birikimi yüksek olan Cavalieri, Mona Lisa’dan esinlenerek ‘Mona Lina’ adında bir parfüm üretir. Sahnelere dönmek istese de patlayan Birinci Dünya Savaşı yüzünden yeniden Amerika’ya giderek, sessiz sinema döneminin yükseldiği günlerde üst üste dört film çeker. (Meraklısına not; bu filmlerin hepsi kaybolmuştur.) Dördüncü evliliğini Paolo d'Arvanni adlı bir yazarla gerçekleştiren Cavalieri, savaştan sonra ülkesi İtalya’ya döner. Poggio Imperiale yakınlarında Floransa kırsalında bulunan Fiesole’de bir çiftlik satın alarak, sakin bir hayat sürmeye başlar. Ancak İkinci Dünya Savaşı yakındır. 1939 yılında başlayan savaşta, altmış yaşına yakın olduğu halde gönüllü hemşire olarak cephededir Lina. Buna karşın, Rusça, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca bilen Cavalieri’nin yabancı olan son eşi d'Arvanni, savaş yıllarında faşist Nazi Almanyası’nın yanında yer alan İtalya faşizminin kuşku duyduğu biridir. Gözaltında tutulmaktadır. Hatta 1940 yılında Lina Cavalieri de kısa bir süre tutuklanır. Savaşın İtalya karşısındaki müttefiklerin lehine döndüğü 1944 yılının 7 Şubat günü, müttefik uçakları İtalya’yı bombalar. Aynı günün öğleden sonrası, saat 15:00 civarı, Cavalieri’nin evinin yakınılarına üç bomba düşer. İlki Cavalieri’nin evine, ikincisi köyün yoluna, üçüncü bomba da bir tarım arazisine isabet eder. Sadece ilk bomba can alır. Dramatik bir hikâyeden söz eder tarihçiler bu noktada. Bombardıman başladığında herkes gibi Lina Cavalieri de sığınağa girmiştir. Ancak Lina, evde unuttuğu mücheverlerini almak için koşarak evine geri döner ve bir daha evden çıkamaz. Bombardıman sırasında evinde ölür Cavalieri. Hiç bozulmamış ölüsü, molozların arasında bulunup bir cenaze arabasına konur sanatçının. Arabanın arkasında “Bu kadar üzücü ve acı günlerin nedeni nedir?” yazmaktadır sadece. Bir rahip, altı insan ve hiç kimsenin görmediği bir kalabalıkla Romito Kilisesi’ne götürülür operanın altın sesinin ölüsü. Ancak üç yıl sonra, 1947’de, havada Lina’nin en ünlü şarkısı ‘O sole mio’nun melodisi eşliğinde, babası Florindo’nun yattığı, Roma Verano Kutsal Kapılar Mezarlığı’nda, ailesinin yanında toprağa verilir Lina Cavalieri. Mussolini bile güzelliğinden etkilendiği sanatçının ölümünü öğrendiğinde, sadık sevgilisi Claretta Petacci'ye şöyle yazar: "Kader tarafından beğenildi o, çünkü farkında olmadan öldü, acı duymadan." 7 Mart 2018