Türk şiirinin toplumcu isimlerinden Enver Gökçe’yi yeni araştırmalarla gündeme getiren Ali Ekber Ataş, 19...

Türk şiirinin toplumcu isimlerinden Enver Gökçe’yi yeni araştırmalarla gündeme getiren Ali Ekber Ataş, 1940 kuşağını ve ünlü şairin tarihsel değerini anlattı Enver Gökçe, 1951 Tevkifatı’ndan sonra derin bir suskunluğa gömülen, ama şiiriyle Türk şiirine tartışmasız yeni bir soluk getiren bir şair. Kayıp destanlarıyla da tartışılan bir isim. Uzun zamandır hatırlanmıyordu. Ali Ekber Ataş, 2020 yılında “Doğumunun 100’üncü Yılında Enver Gökçe’ye Armağan” kitabıyla usta şairini yeniden gündeme getirdi. 1981 yılında 40 yıl önce aramızdan ayrılan Gökçe’yi ve kitabını pek tabii Türkiye solunun geçmişindeki yerini Ataş’la konuştuk. Kitaptaki yazınızda, armağan kitabı dışında da “Müseccel Bir Komünist” adlı bir çalışma hazırlığı içinde olduğunuzu belirtiyorsunuz. Bu çalışmanızın kapsamı hakkında bize bilgi verir misiniz? Armağan olarak hazırlanan kitaplara fazla müdahale etme şansınız olmaz. Elinizde malzeme sizden bağımsızdır. O malzemeye, kitap düzeni, yazım kurulları ve iç tasarım dışında dokunamazsınız. Sonuçta bu bir armağan kitabı ve olması gerekenler neyse onlar yer aldı. Sizin de dediğiniz gibi “Müseccel Bir Komünist” adlı çalışmam için, bana büyük bir deneyim sağladı bu. Bir kere, bu kitapta yer alan yazılardan bazıları, şiirini, bazıları edebi yönünü, bazıları siyasal kimliğini, bazılarında anılar ağırlıklı oldu. Yaşadığı döneme ilişkin, komünist mücadelesine değinenler oldu. Ne var ki, kitabı hazırlarken topladığım bilgiler, kaynaklar, ulaşabildiğim ve kullanabileceğim kimi belgeler, nasıl bir yol izlemem gerektiğinin ipuçlarını verdi. Bunun altını çizeyim kalınca. İnceleme kitabıma gelince: Bu kitapta, 20 yüzyıl dünyasının belli başlı olayları, bunları Türkiye’deki yansımaları, etkileri, sanatın bu süreçte değiştirici ve dönüştürücü rolünün ne olduğu, siyasal mücadele tarihi açısından 40 Kuşağı’nın neler kattığı vb konular derinliğinden ele alınacak. Örneğin 1936’da yılında TKP’ye yönelik alınan Separat Kararları’nın Türkiye’deki komünist siyasal örgütlenmeye hangi anlamda etkileri olduğunun irdelenmesi gibi. Bununla beraber, özellikle İkinci Dünya Savaş koşullarının faşizme etkisi. Özellikle, ABD’de 1947 ve 1957 arası on yıllık dönemde, Wisconsin eyaleti Cumhuriyetçi Parti senatörü McCarthy’nin, senatodaki bu 10 yıllık görev süresinde, komünist parti ya da komünist sempatizanları hakkında başlattığı “Komünist avı”nı, ülkesiyle sınırlı tutmayıp, Ortadoğu ülkelerinden de bir benzerini başlatmasının, Türkiye’deki tüm dengeleri, ABD ve sağın lehine değiştirmiştir. Bunun dünyaya etkilerine bakılacak. 951 TEVKİFATI 951 Tevkifatı ve Enver Gökçe çevresinde ya da cephesindeki olay ve olguların irdeleneceği olası konular/temaları da şöyle özetlemek isterim: Gerek sizin gerek kitapta yer alan farklı makalelerden Enver Gökçe’nin yazarlığı ve şairliği ve yaşamı 1940’lı yılların atmosferini izlememizi de sağlıyor. Genel olarak 1940 kuşağının sanatsal ve politik duruşunun günümüz araştırmalarına, sinemasına, edebiyatına yeter derecede yansıdığını düşünüyor musunuz? Bu sorunuza, canla başla, tüm kalbim, aklım ve kaslarımla, “KEŞKE EVET” diyebilseydim. Ama öyle değil. 1940 Kuşağı, Cumhuriyet’in “kurtuluşçu ve kurucu” kuşağının ne yapmak istediğini çok iyi anladığını düşünüyorum. Bu kuşağın en büyük şansı, gençlik yıllarında, dünyanın dengelerinden biri olan Sosyalist Sovyetlerin varlığıydı. Bir yanda, savundukları dünya görüşlerinin büyük bir deneyiminin yaşanıp ve başarıyla sonuçlandığı bir örnek. Öte yanda, tam karşıtı Batı emperyalizminin bilinçli olarak sahneye sürdükleri ve tüm sermayeleriyle destekledikleri Hitler belası ve faşizmi ihraç etmeye başlamaları. Benim düşüncem şu: Batı emperyalizmi, elindeki en büyük ölüm makinesi Hitler’i kullanarak Sovyetleri yıkarak sosyalizmi orada boğmaktı. Ne var ki, gerek doğa koşulları, gerek Sovyet direnişi Hitler’e geçit vermedi. Oradaki yenilgisiyle Hitler’in sonunu gören Batı emperyalizmi, her zaman yaptığını yaptı: “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” diyerek, kontrolden çıkan Hitler’i, düşman gördükleri Stalin ile yaptıkları gizli antlaşmalar sonrasında çanına ot tıkadılar. Bedel ne mi oldu, dersiniz, bunun ağır bedelini Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin eski milletvekili ve gazetecisi Jurgen Todenhöfer’den öğrenelim:

“…Dünyayı sömürgeleştirirken 50 milyon insanın ölümü… Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nda 70 milyon insanın ölümü… 6 milyon yahudinin ölümüne sebep oldular. …bütün bunlar, Batı dünyasının zorbalıklarıydı. Bunu bu şekilde idrak etmemiş lazım."

1940 Kuşağı’nın büyük talihsizliği bu oldu işte. Lenin’in Avrupa’da, özellikle Almanya ve İngiltere’de sosyalist devrimin başlayacağı umutları suya düşünce, “denize düşen yılana sarılır” hesabı, İngilizlerle ticari antlaşmalar yapmıştır. Ellerinde kalan ise, ekonomisi çökmüş bir Çarlık Rusyası. Saatli bombaya dönüşmüş ve açlıkla boğuşan milyonlar. Kazakların isyanları da cabası… Özellikle çok erken ölümü (21 Ocak 1924) Atatürk ve Lenin ile başlayan dostluk ve karşılıklı güvene dayalı Sovyet Türkiye dış politikasında büyük değişimler yaşanmasını da beraberinde getirir. 1936 Separat Kararları, bu dış politikayı sekteye uğratmamak adına alınır. Bu kararla TKP’nin Türkiye’deki çalışmaları durdurulur. Bu bağlamda, sosyalist olmasa da, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş ve kazanmış bir Türkiye’yi de kaybetmeme düşüncesi ağır basmış olmalı. Türkiye’deki çalışmalarını komünist partisi çatısı altında değil, saflarına katılmaları emredilen, CHP içinde yürütmeleri istenir.

Enver Gökçe tam da bu dönemde Ülkü dergisinde düzeltmen olarak çalışmaya başlar. Bir yandan da yazılar ve şiirler yazar. Ülkü dergisinin 16 Mart 1943 tarihli, 36 sayısında (s. 15), “Köyden Köye” bölümünde, “Çit Köyü”nü anlattığı yazısı yayımlanır. Enver Gökçe edebiyat dünyasında ilk, yazar olarak adım atar. Şairliği sonra gelir.

1940 Kuşağı’nın siyasal mücadelesindeki en büyük talihsizlikleri de burada başlıyor. Sovyetler açısından, Türkiye’deki komünist hareketi desteklemek demek, komşusunun iç işlerine karışmak olarak görüldüğü kanısındayım. Atatürk’ün de buna sıcak bakmadığı biliniyor. Tam da bu noktada devreye ABD giriyor. Sol ve komünist partiler ardı ardında kapatılıyor. Bu bağlamda ABD güdümünde çok partili sisteme geçilir Türkiye’de. ABD destekli seçimlerden Bayar ve Menderes ikilisinin partisi DP galip çıkar ve iktidarı alır. İlk yaptığı “icraat” ise, NATO’ya girmek olur. Binlerce kilometre ötede, bizimle hiçbir sınır komşusu olmayan denizaşırı bir ülkeye asker gönderilir. Devrim Türkiye’sinin rayından çıkması ve ABD’ye bağımlı hale gelmesinin kırılma noktası ve tarihi de bu dönemdir. Bu dönemi, böyle okuyamayan hiçbir akıl, ne Türkiye’nin siyasal geçmişini doğru okuyabilir ne geleceğine yön verebilir. Durum bu kadar net.

Bütün bu nedenleri alt alta sıraladığımızda, sizin söylediğinizce dersem “Genel olarak 1940 kuşağının sanatsal ve politik duruşunun günümüz araştırmalarına, sinemasına, edebiyatına yeter derecede yansıdığı” ya da yansıtıldığını söylemek hayalcilik olur.

39 HARBİ39 Harbi” şiiri kanaatimce 1940 kuşağı şairlerin dönemi anlatan en çarpıcı şiirlerindedir. Şiirin sonuna kadar derin bir hüzün, sonunda da umut görüyorum. Gökçe’nin başka şiirleri de böyle. Ne dersiniz, 1940’larda Gökçe’yi daha çok umutla mı, umutsuzlukla mı anlamak gerekir? Daha çok umutla. Yine umutla. Hep umutla… Zira Enver Gökçe, ölümlerden ölüm beğendirilen tabutluklardaki işkenceli sınavlarından geçirilirken bile, umudunu yitirmedi. Bedelleri ağır oldu bunun: Gözaltılar, işkenceler, hapisler, prangalar, sürgünler… Sürgünlük günlerini geçirdiği o yerde en büyük hapishanesi işsizlik, bu hapishanede tek dostu açlık vardı. En verimli zamanlarına hücreler tanık. Yakalandığı romatizma, tüketilen yaşamına bir armağanıdır, tabutluklarda geçirdiği tutuklu yıllardından… Tutuklama, yargılama, hapislik ve sürgünle sonuçlanan dava sonrasında, parti kadrolarının, hapishanede iki farklı cepheye ayrılmaları, karşılıklı suçlamaları da beraberinde getirmiştir. Bütün bu süreçte olup bitenlerin, ‟kilit taşı” Gökçe’ymiş gibi görüldü. Parti içinde ayrışmaların doğal sonucu, karşıtlar birbirlerini suçlar oldu. Döneme ilişkin anılarda değinilenlerin dışında, elle tutulur, gözle görülür hiçbir şey yok. Dönemle ilgili en belirgin, somut tutanaklar, mahkeme kayıtları, ifadeler… Tam olarak ne olduğunu da bilemiyoruz. Ne ki, Enver Gökçe’nin derin sessizliği, ölene değin davayla ilgili hiçbir açıklamada bulunmaması, bütün şimşekleri üstüne çekmesine yetti. Enver Gökçe, bir örümceğin hücre arkadaşlığıyla hayatta kalmanın yalnızlığıdır. (ki kitap’ta Esat Yavuztürk’in “Arkadaşım Örümcek”, bana sorarsan Enver Gökçe’nin nasıl bir direncin, umudun, kavganın ozanı olduğunun ne iyi hikayesidir). Bütün olup bitenlere karşın şunu dedi: “Susarak anmak, anarak yaşamak zorundayız. Bileyi taşımız bu…” Ali Ekber Ataş, Doğumunun 100’üncü Yılında Enver Gökçe’ye Armağan, h20 Yayınları