Türk ekonomisi güç bir yılı geride bırakırken, pandemi etkisi ile bu yıl da tüm ekonomik dengeler yeni sınavlarla karşı karşıya kalacak. Berat Albayrak’ın Maliye ve Hazine Bakanlığı’ndan istifası, Mur...

Türk ekonomisi güç bir yılı geride bırakırken, pandemi etkisi ile bu yıl da tüm ekonomik dengeler yeni sınavlarla karşı karşıya kalacak. Berat Albayrak’ın Maliye ve Hazine Bakanlığı’ndan istifası, Murat Uysal’ın Merkez Bankası Başkanlığı görevinden alınması, son iki aydır piyasalarda bahar havası estiriyor. Bu havanın oluşmasında paranın patronluğuna atanan Naci Ağbal’ın iki hamlede 675 baz puan faiz artışı yapmasının yanında, yeni Bakan Lütfi Elvan’ın “piyasa dostu” mesajlar vermesi de kuşkusuz etkili oldu. Ancak yapılan hamleler ne olursa olsun, vatandaşımızdaki dolar sevdası dinecek gibi durmuyor. Son iki ayda dolar kuru 1 TL’nin üzerinde düşüş yaşamasına rağmen, döviz tevdiat hesaplarında artış ivmesi sürüyor. Bu noktada Sayın Cumhurbaşkanı’nın vatandaşa “Dövizinizi bozun, TL yatırım araçlarına yatırım yapın” ricası / önerisi işe yarayacak mı göreceğiz. Ancak şu soruyu sormak da hakkımız olsa gerek: Sayın Cumhurbaşkanı’nın geçmişte de pek çok kez tekrarladığı bu ricasına / önerisine kulak verenlerin hâli ne oldu? HAFIZALARI TAZELEYELİM Şimdi biraz hafızalarımızı tazeleyelim… Yaklaşık dört yıl önceydi… 2016 yılının Aralık ayında Türkiye’nin ekonomi gündeminde, yine döviz kurlarında yaşanan ani sıçramalar vardı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “spekülatif” olarak tanımladığı bu duruma çare olarak vatandaşlara “dövizlerinizi bozdurun” çağrısı yapmıştı. O günlerde 3,60-3,65 TL bandına kadar yükselen ABD Doları, 3,40 seviyesine kadar gerilemişti. Bu gerilemede Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısı etkili oldu mu bilemem, ancak yaklaşık bir ay sonra doların değeri 3,90 TL seviyesine kadar yükselmişti. 2020 yılında memleket yine dolar ile yatıp kalktı. Berat Albayrak’ın Instagram hesabından istifa etmesinden iki gün önce, dolar kuru tüm zamanların rekorunu kırmış ve 8,55 TL seviyesini görmüştü. Şimdilerde “2021’de dolar ne kadar yükselir, erken seçim olur mu, bu durumun ekonomiye ve ihracata etkisi ne olur” soruları, iş dünyasındaki sohbetlerin baş konusu olmayı sürdürüyor. “DOLARI BOZ, OYUNU BOZ” Yaklaşık dört yıl önce elindeki dolarları bozduranlar sadece vatandaşlar değildi. Oda ve borsalar, kamu kurumları, belediyeler, esnaf örgütleri de bu furyaya kapılmış, döviz bozdurmaya kanıt olarak dekontlar sallanır olmuştu. Döviz bozdurana bedava tıraş, market indirimi, taksilerde para iadesi, 400 dolarını bozdurana 4 kilo patates gibi kampanyalar haber bültenlerinin konusu oluyordu. Sazlı sözlü kampanyanın mottosu “Doları boz, oyunu boz” cümlesinde ifadesini bulmuştu. Çağrıya uyan ve elindeki dövizi bozduran vatandaşların tercihlerine elbette saygı duymamız gerek. Paranın sahibi, tasarrufunu istediği yönde kullanır ve kimsenin söyleyecek sözü olamaz. Peki ya kurumlar? Şimdi hafızalarımızı kısaca tazeleyelim. Makine Kimya Endüstrisi Kurumu, Genel Müdür’ün talimatıyla hesaplarındaki 40 milyon doları TL'ye çevirmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 41 milyon dolar döviz varlığını TL’ye çevirmişti. Milli Savunma Bakanlığı, Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na ait 262,7 milyon dolar ve 31,3 milyon Euro’yu TL’ye çevirmişti. Türk Standartları Enstitüsü döviz cinsi varlıklarının tamamını Türk Lirası’na çevirmişti. Borsa İstanbul tüm nakdi varlıklarını TL’ye çevirmişti. İş dünyası kuruluşları arasında da çok sayıda oda ve borsa, döviz varlıklarını satarak TL’ye döndürmüştü. Bu kurumlar arasında İstanbul Ticaret Odası, İstanbul Ticaret Borsası ve İzmir Ticaret Borsası yer alıyordu. BU İŞİN SORUMLUSU KİM? Kaba bir hesapla o günden bugüne döviz kuru yüzde 125 oranında değer kazandı. Geçen yıl yaşanan dalgalanmaların etkisini eklersek, bu oran daha da artıyor. Pekâlâ adı geçen bu kurumların bilançolarındaki kur zararının hesabını kim verecek? Bu zararlar, “Dövizleri satın” kararı alan başkanlara ya da yönetim kurulu üyelerine mi rücû edilecek? Bana sorarsanız, ortaya çıkan zarar, sorumlusu oldukları kurumların varlıkları ile kafalarına estikleri gibi oynayan kişilere yansıtılmalı! Mesele gayet basit aslında… Yastık altında ya da bankada döviz tevdiat hesabı olan vatandaş, bu dövizi satar, harcar, yatırım yapar, zarar eder, kâr eder… Kimseyi zerre kadar ilgilendirmez. ZARAR ETTİRENLER ÖDEMELİ! Ancak yarı kamu kuruluşu statüsündeki oda ve borsalar, onlara üyeleri tarafından emanet edilen, üyelerinin alın terinin ıslaklığını taşıyan paraları profesyonelce ve azami verimlilikle yönetmek zorundadır. Keza birer kamu kurumu olan belediyeler, kaynaklarını en verimli şekilde yönetmek ve kamu zararına engel olmak durumundadır. Bu kurumların başkanları ya da seçilmiş yöneticileri, kafalarına estiği gibi davranamaz. Bu tutum, bir görevden öte zorunluluktur. Aradan geçen sürede ciddi bir kamu zararı ortaya çıktığı gün gibi ortada iken vatandaşın paralarını zarar ettirenlerin söyleyecek kelimeleri olacak mı acaba? Ve geçmişte dolarda yaşanan durumu ‘oyun’ olarak tanımlayanlar, o oyunu bozamamışlardı. Canları fena halde yanmıştı. Bakalım 2021’de aynı ‘oyun’u bozabilecekler mi? DOLAR TÜRK EKONOMİSİ İÇİN NEDEN ÖNEMLİ? Bazı okurlarımızın, “Yahu bu dolar Türk ekonomisi için neden önemli?” dediklerini duyar gibiyim. Öyle ya, ‘Son Başbakan’ Binali Yıldırım’ın “Dolar kurunu kafanıza takmayın, dolar da dolmaz da!” cümlesindeki esprisi (!), Berat Albayrak’ın “Ben dolar kuruna bakmıyorum” açıklamaları hâlâ hafızalarımızda… Türkiye’nin temel sorunu, ekonomi literatüründe “Dual Currency” olarak bilinen “İki para birimli ülke” olmasında yatıyor. Milli para birimimiz Türk Lirası… Bu parayı biz basıyoruz ama değerini biz belirleyemiyoruz. İhracatımızdan milli gelirimize, ithalatımızdan mevduat alışkanlıklarımıza, ülke ve birey borçlanmalarından kamu ihalelerine kadar pek çok parametre dolar kuru referans alınarak hesaplanıyor. Hâl böyle olunca dolardaki düşüş ya da yükseliş, Türk ekonomisindeki nabız atışlarını doğrudan etkiliyor. Bununla da kalmıyor… Türkiye “ikiz açık” olarak adlandırılan yapısal bir sorunu yıllardır çözemiyor. Hem bütçe açığı hem cari açık veren Türkiye Cumhuriyeti Maliyesi, bu açığı dövizle borçlanarak kapatıyor. Bir başka sorun, özel sektörün üzerindeki borç yükü. 2002’den bu yana dış borçlar 129.6 milyar dolardan 421.8 milyar dolara yükselmiş. İç borçlar, 91 milyar dolardan 137.8 milyar dolara çıkmış. Yurttaşların bankalara olan borcu 4 milyar dolardan 107 milyar dolara fırlamış. 2019’un bütçe açığı 123,7 milyar TL iken, 2020’de bu açığın 240 milyar TL’ye ulaşması bekleniyor. 2021’de ise açığın 245 milyar TL’ye çıkması öngörülüyor. İki gün önceki verilere göre Türkiye’nin kamu ve özel sektör dış borç stoğu 435 milyar dolara, bu borcun milli gelire oranı yüzde 59,1’e ulaşmış durumda. 2021 yılında ülke olarak çevirmemiz gereken toplam dış borç tutarı ise 180 milyar dolar seviyesinde… Ve… Ve hepimiz biliyoruz ki Merkez Bankamızın bu derecede büyük döviz ihtiyacını karşılayacak rezervi yok. Olmadığı gibi 45 milyar dolar eksi rezervi bulunuyor. Tedirginliğin sebebi işte bu manzarada yatıyor.  

CAVİT BEY’İN YUMURTASIZ OMLETİ TAVADA YANDI…

Dikkatli okurlarımız anımsayacaktır. Cavit Çağlar’ın OLAY TV’yi “ulusal bir TV kanalı” olarak yeniden diriltme çabasını köşe haberimize taşımış, Cavit Bey’in daha yola çıkmadan pes etmeye hazır olduğunu gösteren açıklamalarını eleştirmiştik. (Ege Telgraf 21,9,2020) Çağlar henüz kurulma aşamasında yaptığı açıklamada, “Kanalın hiçbir konuda tavrı, bırak tavır almayı yorumu bile olmayacak. Tamamen haber yapacağız. Hiçbir tavır, tutum almayacağız. Tamamen yorumsuz olacağız. Buna uymayan gider. Yorum yapacak olan, taraf tutacak olan bizim orada olmaz. Hemen gider ya da biz yollarız. Yüzde yüz tarafsız, yüzde yüz yorumsuz olacağız. Yorum yok, taraf tutmak yok. Yorum yapanı kulağından tutar atarım, baskı olursa kapatır giderim.” diyordu. Biz de bu tavrını “yumurtasız omlet yapma çabası” olarak yorumlamıştık. 26 GÜN DAYANABİLDİ 30 Kasım’da yayın hayatına başlayan Olay TV, 26’ıncı gününde kapanma kararı aldı. Cavit Çağlar “Baskılara dayanamıyorum” diyerek beyaz bayrak çekti, ortağı Hüseyin Köksal ile yollarını ayırdı ve TV ekranı karardı. Büyük umutlarla yola çıkan 180 meslektaşımız, daha bir ay geçmeden işsiz kaldı. Elbette yazık oldu bunca emeğe ve umuda. Pekâlâ şu soruyu sormak hakkımız değil mi: Cavit Bey’in, Türkiye gerçeklerinden habersiz olması ihtimali yoktu. Kaldı ki kendisinin siyasal iktidarı açıktan eleştiren bir tavrına ya da tutumuna bugüne kadar tanık olunmadı. Hal böyle iken “sadece gazetecilik yapma saiki ile yola çıkma” iddiası inandırıcı değildi. Dolayısıyla “Baskılara dayanamıyorum” diyerek 180 çalışma arkadaşını yarı yolda terk etmesi şaşırtıcı olmadı. Harcanan onca para, emek ve yitirilen umutlar… Yumurtasız omlet yapma sevdasının daha baştan işlemeyeceği belliydi. Sadece malum ilan edildi. Geçmiş olsun…  

HALİL ÇAVUŞ’A REVA GÖRÜLEN SON

Bir ülkenin şehidine, gazisine verdiği değer, o ülkenin onur çıtasının nerede olduğunu gösterir. Bizler maalesef şehitlerimize, gazilerimize ve onların geride bıraktıklarına olması gereken özeni göstermeyen bir milletiz. Çok değil, birkaç sene öncesindeki “açılım” saçmalığı sırasında, gazilerimize yağdırılan hakaretler hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Gazeteci ağabeyimiz Yaşar Aksoy’un sosyal medya hesabında okuduğum bir anısı, bu konudaki hoyratlığımızın çok eski zamanlara dayandığını da gösteriyor… Yüreğiniz kaldıracaksa okur musunuz? Halil Çavuş, fakirlikten kırılan bir İstiklal savaşı gazimizdi. İzmir’i düşman işgalinden kurtaran ve kente ilk ayak basan askerler arasında bulunuyordu. KİMSESİZ VE BEŞ PARASIZ İstiklal Madalyası, kalpağı, dürbünü, fişekliği, palaskası, tabancası, içi boş el bombası, iki üç eski gömleği, asker parkası, patlak botundan başka hiçbir şeyi yoktu. Sabahları İzmir Basmane çorbacılarında kelle paça içen, öğlen Tilkilik kahvelerinde uyuklayan, geceleri ucuz otel odasındaki yatağına çekilen Halil Çavuş’un çocuğu yoktu. Kimsesiz ve beş parasızdı. Yaşar ağabeyin deyişi ile Türk bayrağını İzmir’le kavuşturanlar, kurtardıkları vatan topraklarında yalnızca boğaz tokluğuna yaşamaya layık görülmüştü. Düşmanla iş birliği yapanların çocukları, torunları iktidarları paylaşıp parsa toplarken; saltanat ve manda artığı soyguncular vurgunla, karaborsayla, faizle, zimmet yemekle, sahtekârlıkla, rüşvetle, kaçakçılıkla, arsa spekülasyonları ile kahrolası kasalarını doldururken; yurtları için kan ve barut kokan dehşet verici cephelerde pençe pençe çarpışan Anadolu çocuklarına, kurtardıkları şanlı vatan bir türlü sahip çıkamamıştı. 70’li yıllara gelindiğinde yaşı iyice ilerleyen, hastalıklarla boğuşan, ateşlenen ve sirozdan sürekli karnı şişen Halil Çavuş, ne askeri hastaneye ne de devlet hastanesine kabul edilmişti. Tepecik Sigorta Hastanesi’ne sarılık teşhisiyle götürüldüğünde, “sigorta emeklisi olmadığı” gerekçesiyle bir sürü engel çıkarılmıştı. O akşam Halil Çavuş’u hastanenin dışındaki seyyar bekçi çadırında yatırmışlar ama müdahale etmemişler, ilaç bile vermemişlerdi. BİTPAZARINDAKİ MADALYA Ve bu İstiklal Savaşı kahramanı, bu Atatürk askeri, kabul edilmediği hastanesinin bahçesinde, açık havada, gökyüzünün altında son nefesini vermiş, cenazesi bile ortada kalmıştı. Bir gün sonra apar topar Kokluca’ya defnedildi Halil Çavuş… Ve insanın yüreğini parça parça eden olay, yanında taşıdığı plastik torbada bulunan İstiklal Madalyası, kalpağı, dürbünü, fişekliği ve tabancasının hastane bahçesinde yağmalanmasıydı. Bu yadigârlar birkaç vatan haini şerefsizin elinde kalmış, bir süre sonra Çankaya’daki bitpazarında kir pas içinde satılığa çıkarılmıştı… Bu büyük utancı yüzlerimiz kızararak okumak ve akıl almaz hoyratlığa isyan etmek ise bizlere kalmıştı…  

BİR CUMHURİYET ÇOCUĞUNUN ARDINDAN…

Bana, “Cumhuriyet devriminin en önemli başarılarından biri nedir?” diye sorsanız, duraksamadan “Eğitimde fırsat eşitliği” cevabını veririm. O Cumhuriyet ki; iyi bir eğitim alabilmek için varsıl bir aileye mensup olmak gerekmediğini, isteyenin, azmedenin, çalışanın, emek verenin hak ettiği yere ulaşabileceğini zihinlere nakşetmiştir. Anadolu’nun cennet köşelerinden koşup gelen çocuklar, devletin okullarında en iyi eğitimleri alarak, dünya ölçeğinde başarılara imza atmışlardır. İşte o gençlerden birini, İnşaat Yüksek Mühendisi Süreyya Yücel Özden’i 2020 yılının son gününde kaybettik. Hayatımızı adeta cehenneme çeviren korona virüs belası, 83 yaşında olmasına rağmen zihnen ve bedenen sapasağlam bir Cumhuriyet delikanlısını aramızdan aldı. ÖĞRETMEN BABANIN EVLADI Öğretmen bir baba ve ev hanımı bir annenin evladı olarak 1937 yılında Tokat’ın Niksar ilçesinde dünyaya gelen Süreyya Bey, Ortadoğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra, yüksek lisansını ODTÜ İnşaat Mühendisliği bölümünde, ikinci yüksek lisansını ise İngiltere Kraliyet Koleji’nde (London Imperial College of Science and Technology) tamamladı. Ağabeyi Yekta Güngör Özden hukuk alanında eğitim gördükten sonra Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na kadar yükselirken, Süreyya Bey başarılı bir mühendis ve bürokrat olarak ülkesine uzun yıllar hizmet etti. Türkiye Gübre Sanayi şirketinde (TÜGSAŞ) Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Genel Müdürlük, TEKEL'de Genel Müdürlük yaptıktan sonra, Maliye Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcılığı, Ulaştırma Bakanlığı’nda Müsteşarlık görevlerini sürdürdü. Türkiye’nin yüz akı müteahhitlik şirketlerinden GAMA Holding’de uzun yıllar boyunca Yönetim Kurulu Üyeliği ve Baş Danışmanlık görevlerinde bulunan Özden, 9 yıl süre ile Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi’nin Başkanlığı’nı yaptı. BİLGİSİNİ SAKLAMAYAN BİLGE Türk enerji sektörünün duayeni Süreyya Bey, uluslararası ölçekteki bilgisini hiçbir zaman kendisine saklamayan, her yaştan insana karşı sevgi dolu yapısıyla herkesin haklı saygısını ve sevgisini kazanmıştı. Yılbaşlarında inci gibi el yazısı ile gönderdiği tebrik kartları bana unuttuğumuz hasletlerimizi anımsatır, enerji sektörü ile ilgili ne zaman aklımıza bir konu takılsa hemen arayıp soracağımız başvuru kaynağımız olurdu. Lanetli bir yıl olarak gördüğüm 2020, son gününde işte böyle değerli bir insanı aramızdan aldı. Bürokrat ve iş adamı olarak ülkesine büyük hizmetleri olan Süreyya Yücel Özden’i rahmetle anıyor, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak kendisine teşekkür ediyor, hatırası önünde tazim ile eğiliyorum.  

HAFTANIN SÖZÜ

Kıyıyı uzun süre önce gözden kaybetmedikçe, yeni yerler keşfetmek mümkün değildir. Andre Gide