Köşe haberlerimizin gedikli okurları, bu sütunlarda eğitim sistemimizin geldiği acınası durumu sıklıkla dile getirdiğimizi anımsar. Bugün ise özellikle gençlerimiz için moda bir kavrama vurgu yapmak...

Köşe haberlerimizin gedikli okurları, bu sütunlarda eğitim sistemimizin geldiği acınası durumu sıklıkla dile getirdiğimizi anımsar. Bugün ise özellikle gençlerimiz için moda bir kavrama vurgu yapmak istiyorum: Sessiz istifa… Türkiye’de an itibarıyla 209 üniversite eğitim veriyor. Bu üniversitelerin yarısına yarın sabah kilit vursanız, Türkiye’de hiçbir şey değişmez, çalışma hayatı da etkilenmez. Hatta bugünden daha iyi bile olabilir. Çünkü bizde üniversitelerin çok büyük çoğunluğu, uluslararası standartlarda eğitim vermek ve bilim üretmek amacıyla değil; bulunduğu il ya da ilçenin ekonomik kalkınması için kaldıraç işlevi görsün diye açılıyor. Ve üniversiteye kayıt olan gençler işsiz sayılmadıkları için işsizlik rakamlarında hatırı sayılır bir düşüş gözleniyor. Kamu ya da vakıf üniversitesi ayrımı gözetmeksizin söylüyorum bunları. Verilen eğitimin ve eğitimcinin kalitesi düşük olunca iş başa düşüyor, gençler kendi iradeleri ile kendilerini donattıkları sürece eşitler arasında öne çıkabiliyorlar. Kendi iradeleri güçlüyse ve elbette ailelerinin bakış açısıda bu yönde ise akranları arasında hızla sivrilebiliyorlar.

EĞİTİM VE EĞİTİMCİ KALİTESİ

İşin bir başka can acıtıcı yönü de mezun olan gençlerin ezici çoğunluğunun eğitim aldıkları alanlarda çalışmıyor olmaları. Koskoca bir ülkenin eğitim sistemi, adeta insan öğütme makinesi olarak çalışıyor. Bu duruma istisna olanlar ise -özellikle de sosyal bilimlerde- aldıkları eğitimin iş hayatında hemen hiç karşılığının olmadığını acı deneyimler ile öğreniyorlar. Bir de işin, çalışma hayatındaki “memnuniyet çizgisi” çıtası var. İş bulma şansı yakalayan gençler; şayet çalıştıkları ortamdan, çalışma arkadaşlarından, yaptıkları işten ya da patronlarından memnun değilseler “sessiz istifa” yolunu seçiyorlar. Yapılan bilimsel araştırmalar, iş yerlerinde sadece verilen işi yapma ve onu da geciktirerek yapma eğilimi olarak tanımlanan bu durumun, günümüzde çalışanların yüzde 50’ye yakınını esir aldığını gösteriyor. Bu durumun pratikteki yansıması ise şu şekilde: Çalışanlar proaktif olmadan, sadece verilen işi yapma ve onu da geciktirerek yapma yolunu seçiyor. Çalışanların bu şekilde davranmalarının en önemli nedenleri ise yaptıkları işlerde kendilerini işe yarar hissetmemeleri ve işlerde yeterince anlam ve amaç bulamamaları.

HAKLI SEBEPLERİ VAR MI?

Hal böyle olunca işe dört elle sarılmak yerine ‘iş bir an önce bitsin ve başımdan’ gitsin mantığı ile yaklaşılıyor. Hatta bazı çalışanlar ‘elimdeki iş erken bitirirse başka iş verirler’ diye mümkün olan son ana dek işi geciktiriyor. Bu ilginç davranış biçimini eleştirmeden önce anlamaya çalışmak ve varsa haklı sebeplerini analiz etmek gerekiyor. Benim gibi iş hayatına 90’lı yıllarda başlayan ve 30 yılı geride bırakmaya hazırlananlar için kuşkusuz yabancı bir kavram sessiz istifa… O yıllarda (özellikle de basın sektöründe) mutluluk diye bir kavram yoktu. İnternet gibi bir bilgi kaynağı olmadığı için, iş, usta-çırak ilişkisine ve görerek öğrenmedeki becerinize kalıyordu. Hemen her sektörde geçerli bir durumdu bu. İşten en son çıkmak, övünülecek bir davranış tarzıydı. Ekstra çalışma saatleri için fazla mesai almak gibi bir beklenti ise (yazarken bile gülüyorum) gülünç karşılanırdı.

30 YIL ÖNCEKİ DURUM

Ek mesaiyi bir tarafa bırakın, hafta sonu iznini çalışarak geçirmek, bizler için üstünde pek de durulmaması gereken normal bir vaziyet olarak kabul edilirdi. Kurumsal ve büyük ölçekli şirketleri elbette ayırarak söylemem gerekirse, o yıllarda çalışanların mutluluğu işverenlerin ve yöneticilerin gündeminde değildi. Bırakın gündeminde olmasını umurlarında bile değildi. Ancak bugünden çok farklı bir durum vardı. Asgari ücret ile çalışanların oranı bugünkü yüzde 70’ler seviyesinde değildi. Asgari ücretin biraz üzerinde ücret alan bir çalışan, eşi çalışmasa bile evini geçindirecek bir gelir seviyesinde olurdu. Sessiz istifa olarak modellenen bu davranış biçimine bilim insanları ne diyor diye merak edenler olabilir. Psikolog Lee Chambers sessiz istifayı; aşırı çalışmayla gelen tükenmişlik hissinin, ortaya çıkardığı savunma mekanizması olarak tanımlıyor. Asana'nın 2022 İş Anatomisi raporuna göre, 10 çalışandan yedisi geçen yıl tükenmişlik sendromu yaşadı. Aslında işçilerin motivasyonunun yok olması ve işine karşı umudunu kesmesinin ana sebebi, tükenmişlikten geçiyor.

KAÇIŞ YOLU MU?

Uzmanlar, “Sessiz bırakma” eğiliminin düşük iş tatmini ile bağlantılı olduğunu öne sürüyor ancak bu deneyimi yaşayanların anlattıkları hiç de negatif değil. İş tatminsizliği ve ağır koşullardan yakınan çalışanlar, sessiz istifa ile birlikte iş-yaşam dengesini koruduklarını ve daha az yorulduklarını aktarıyor. Üstelik beklenti içine girmeyen çalışanlar, doğal olarak hayal kırıklığı da yaşamıyor. Bu noktada yapılması gereken, tüm tarafların birbirini doğru anlamasından geçiyor. Çalışma hayatının en önemli unsuru, kuşkusuz iş ve ücret dengesi. Bu dengeyi doğru noktada tutturmak için, çalışanların sorumluluk almaktan çekinmeyen, insiyatif alan ve gerekiyorsa istifayı sessiz değil sesli yapabilecek özgüveni yüksek bireyler olması gerekiyor. “Yurt dışına kapağı atma” hastalığı lise seviyesine kadar inmişken, gençlerimiz yabancı ülkelerin kendilerine koşulsuz kucak açtıklarını düşünüyorken, geleceklerinden umutsuzken, bunda ne kadar başarılı olabiliriz emin değilim…

İŞTE SESSİZ İSTİFANIN BELİRTİLERİ

 Toplantılara katılmamak ya da isteksiz katılmak,  Geç gelmek veya işten erken ayrılmak,  Verimlilikte azalma,  Ekip projelerine daha az katkı,  Tutku veya coşku eksikliği,  Fazla sakinlik ve motivasyonsuluk,  Patronla veya ekip arkadaşlarıyla olan anormal kopukluk. +++++++++

200 TL’LİK BANKNOTLAR AYAĞA DÜŞTÜ, 500 TL’LİK YENİ BANKNOTLAR SIRADA…

Fotoğraf, gazete haberinin olmazsa olmazıdır. Kimi zaman tek bir fotoğraf, sayfalarca bilgiyi tek bir kareye sığdırıverir. Türk ekonomisinin ağlamaklı durumunu bu fotoğraftan daha iyi anlatamazdım… Okurlarım mutlaka fark etmişlerdir, bu aralar ATM’lerden yeni basılmış ve sıra numaraları birbirinin ardılı şıkır şıkır 200 TL’ler geliyor. Bu 200 TL’lik banknotlar, 2009 senesinde tedavüle çıktığında tam 131 dolara karşılık geliyordu. Çarşıda pazarda 200 TL ile karşılaşan esnaf şaşkınlaşır, “Ben bunu nasıl bozayım ağabey” derdi. Gerçekten abartmıyorum, çok değil 5-6 sene öncesine kadar tek bir 200 TL ile gittiğim Karşıyaka Pazarı’ndan, arabamın bagajı silme dolu olarak dönerdim. 200 TL’lik banknot, bugün ancak 9,5 dolar ediyor. Kimse de suratına bakmıyor. Seçim sonrasında kaç dolara tekabül edeceğini bilmiyoruz.

GÜLÜMSEYEN (!) ATATÜRK

Ön yüzünde bulunan gülümseyen fotoğrafında Atatürk, aslında ağlanacak halimize gülüyor… Ve şimdi sıkı durun… Enflasyonun yakıcı etkisi ile artık kimsenin suratına bile bakmadığı 200 TL’ler, yakın zamanda tahtını yeni 500 TL’lerimize bırakmaya hazırlanıyor. Parayı basacak olan Merkez Bankası emisyon hazırlıklarını tamamlamış, piyasaya sürecek olan bankacılık sektörünün tepe yöneticilerinin kulağına kar suyu kaçırılmış. Yaz sonu, en geç yıl sonuna doğru şıkır şıkır 500 TL’lerimiz ATM’lerden akacak. Cumhuriyetin 100’üncü yılına armağan olarak özel bir tasarım düşünüldüğü de kulağımıza çalınan bilgiler arasında.

VENEZUELA YOLUNDA MIYIZ?

Bu vasat, bu berbat, bu dünyadan bi’haber, bu “aman efendim sepet efendim”ci ekonomi kadrolarının boş kafaları ile gidersek, yakın zamanda Venezuela olmamız işten bile değil. 250 gram para verip, 1 kilo kıyma alacağız kasaptan. En azından 500 TL’lik banknotlarda Atatürk’ün halimize ağlayan yüz ifadesini koyun. “Atatürk’ün ağlarken hiç fotoğrafı yok” dersiniz, sahte videoları hazırlayan gençlerimiz bir “deep fake” yapıversinler… Yeni 500 TL’lerimizin kesiverelim kurdelesini şimdiden, hayırlı uğurlu olsun. Ya Allllahhh bismillah! +++++++++ HAFTANIN SÖZÜ Başkalarındaki çirkinliğin, içinizdeki güzelliği öldürmesine izin vermeyin. T.S. Eliot Serkan Aksüyek E-posta: [email protected]