İzmir’in hızla artan nüfusuna karşılık, aynı hızda artmayan su kaynakları adeta alarm veriyor. İçinde bulunduğumuz durum “Haydi şekerim, bu kış da yağmurlu geçti, yazın rahatız” demekle geçiştirilece...

İzmir’in hızla artan nüfusuna karşılık, aynı hızda artmayan su kaynakları adeta alarm veriyor. İçinde bulunduğumuz durum “Haydi şekerim, bu kış da yağmurlu geçti, yazın rahatız” demekle geçiştirilecek gibi değil. Bu sütunlarda, Efemçukuru Altın Madeni nedeniyle yapımına izin verilmeyen Çamlı Barajı ile ilgili gelişmeleri sıklıkla aktarıyoruz. Yarımada’da yaşayan ve yüz binlerce insanın içme suyu ihtiyacını karşılaması hedeflenen baraj için harekete geçilmesi, altın madeninin ruhsatının sonlanmasına bağlı. Bugüne kadar yüz milyonlarca lira harcanan, 110 kilometre isale hattı yapılan Gördes Barajı ise tam bir garabet örneği olarak karşımızda duruyor. Sayın Cumhurbaşkanı lafı ne zaman İzmir’e getirse, örnek olarak ortaya sunduğu ve “İzmir’in 50 yıllık su sorununu çözdük” cümlesiyle tanımladığı Gördes, plansızlığın kamu kaynaklarını nasıl heba ettiğinin canlı örneği… DİBİ DELİK BARAJ Bu sene yaşanan bereketli yağmurlara rağmen doluluk oranı yüzde 10’u bile bulmayan Gördes’in basit ve anlaşılır bir sorunu var: Dibi delik! Yılda ortalama 300 milyon metreküp su tüketen İzmir’e, Gördes Barajı’ndan verilebilen su miktarı yıllık ortalama 13 milyon metreküp seviyesinde. 2015-2018 yılları arasında İzmir’e tek damla su veremeyen Gördes, bu yoksul milletin 270 milyon TL’sini adeta yutmuş durumda. Buna barajdan İzmir’e kadar uzanan isale hattı ve arıtma tesisi yatırımlarını da eklediğinizde maliyet 350 milyon TL’yi aşıyor. DSİ ile İZSU Genel Müdürlüğü arasında, 2006 yılında imzalanan protokol kapsamında her yıl 59 milyon metreküp su verilmesinin hedeflendiği Gördes, plansızlık abidesi gibi duruyor. Verebildiği su miktarı, vermesi gerekenin beşte biri bile değil. Pekâlâ kim bu işin sorumlusu? Egede Son Söz haber sitesine konuşan DSİ 2. Bölge eski Müdür Yardımcısı Jeoloji Yüksek Mühendisi Hasan Baykal, yerini bizzat kendisinin belirlediği barajda bir mühendislik katliamı yaşandığını ifade ediyor. SİYASET DEVREYE GİRİNCE Planlanan önlemler alınmadığı için barajdaki kaçağın giderilmesinin mümkün olmadığını belirten Baykal, baraj gövdesinin sağ yamacındaki alanda yapılan jeolojik etütlerde özel bir betonla kaplanması gereken alanların “maliyet ve süre gerekçe gösterilerek” mevcut haliyle bırakıldığı için saniyede 2 bin litre kaçak olduğunu belirtiyor. Barajın planlandığı gibi devreye girmesi halinde saniyede 5 bin litre su alınabileceğini, bunun yarısının İzmir’e diğer yarısının ise Akhisar Ovası’nın sulanmasında kullanılabileceğine dikkati çekiyor. “Yaşananlar benim için asla sürpriz olmadı.” diyor. Benzer bir durum İstanbul’un su ihtiyacı için yapılan Melen Barajı projesinde yaşanıyor. “Aman bir an önce bitsin, havamızı atalım” mantığı öne çıkınca, yapılan mühendislik hataları nedeniyle baraj gövdesinde derin çatlaklar oluşuyor. Ve devlet, barajın yapım maliyetine yakın düzeyde bir onarım maliyetini üstlenmek zorunda kalıyor. İş DSİ mühendislerine bırakılsa, bu köklü Cumhuriyet kurumunun böylesine hataları yapmasına imkân yok. Ama araya siyasetçilerin vurdumduymazlıkları, bilime ve akıla karşı çıkışları girince, bu yoksul milletin yüz milyonları havalara savruluyor. Şimdi vatandaş olarak sormak hakkımız değil mi… Kim bu hataların sorumlusu? Yargı neden yakasına yapışmıyor? Vergilerimizi çarçur edenlere, ortadaki zarar neden rücu edilmiyor?  

TÜRK MİLLİ EĞİTİMİNDE “YERLİ VE MİLLİ” BİR ÖRNEK KÖY ENSTİTÜLERİ

Köy Enstitüleri, bugün adeta tarumar olmuş, son 20 senede 7 kez sistem değişikliğine uğramış, adeta kayıp kuşak yetiştiren Türk millî eğitim sisteminin örnek alacağı tek referans kaynağı idi. Hani son yıllarda olur olmaz dilimize doladığımız “yerli ve milli” metaforu var ya… İşte Köy Enstitüleri tam da yerli ve milli bir eğitim modeliydi. Unutulmaz Milli Eğitim Bakanlarımızdan Hasan Âli Yücel'in önderliğinde 81 yıl önce kurulan Köy Enstitüleri, yerelden kalkınmayı odağına alan, “iş içinde eğitim, eğitim içinde iş” modeliydi. Çıkış noktası ise son derece gerçekçi ve mantıklıydı. 1940’lı yılların başında nüfusunun yüzde 90’ına yakını köylerde yaşayan Türkiye’nin 50 bin köyü için sadece 17 bin öğretmen vardı. Kentleşmenin henüz çok yavaş seyrettiği o devirde bu durum, eğitim alanında devasa bir kara delik oluşturmaktaydı. AŞK İLE ÇALIŞIYORLAR Atatürk’ün Saffet Arıkan’a açtığı Köy Enstitüleri fikrini uygulamaya koyan İsmail Hakkı Tonguç, ilk eğitmenlerini Kayseri’de askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan gençler arasından seçti. 1944’te eğitmenlerin sayısı tam 7 bini bulmuştu. Köy Enstitüleri girişimi 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı Kanun’la düzenlendi. Cumhurbaşkanı İnönü, 2 Mayıs 1942’de Samsun’da, “Bu teşkilata büyük ümitlerle bağlıyız. Yapıcı, çare bulucu ve çalışkan bir ruh bu enstitülerin hayatına hâkim olmuştur. Öğretmenler ve enstitü müdürleri Türk köyünün geleceğini sağlam temellere dayandırmak için aşk ile çalışıyorlar. İktidarlı, fedakâr ve vatansever köy öğretmenleri yetiştirmek, enstitülerin mukaddes vazifesi olmuştur. Onlara düşen bu vazife, her vatansever için heves edilecek, imrenilecek bir vazifedir,” diyerek girişimi nasıl benimsediğini göstermişti. ELLERİMİZLE YOK ETTİK Ne var ki Köy Enstitüleri, kendi hataları yanında dıştan gelen baskılarla da zamanla yıprandı. Recep Peker’in 5 Ağustos 1946’da, “Enstitüleri daha milli hale getireceğiz,” sözünü hükümet programına alması da sonun başlangıcı oldu. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Türkiye’nin bugün hâlâ en çok okunan yazarlarının, edebiyatçılarının, sanatçılarının, düşünürlerinin Köy Enstitüsü mezunu olması tesadüf olabilir mi? İsmet İnönü, 1966 yılında, geride bıraktığı hayatı boyunca hatırlanacak en önemli eserlerinin Köy Enstitüleri ve çok partili hayata geçiş olduğunu söyleyecekti. Bu büyük eğitim hamlesini kendi ellerimizle yok etmese idik acaba bugün nasıl bir Anadolu ile karşı karşıya olurduk. Hepimizi düşündürmesi gereken bir soru çengeli bu…  

TAKVİYE GIDA REKLAMLARI ŞİRAZESİNDEN ÇIKMADI MI?

Farkında mısınız bilmiyorum ama TV’lerde son bir yılda takviye gıda reklamlarında dikkat çekici bir artış gözlemliyoruz. TV’lerde boy gösteren hekimlerin de etkisi ile envai çeşit vitamin, gıda takviyesi, ek gıda ürünleri her akşam defalarca evlerimize sokuluyor. Çalışan nüfusunun yüzde 43’ü asgari ücretle geçinen halkımızın, oldukça pahalı olan bu ürünlere ne oranda ilgi gösteriyor, emin değilim. Sağlık sektörü bir “piyasa”, insanımız da “müşteri” olduğuna göre, karşılıklı bir al-ver egzersizinden söz etmemiz mümkün. Son bir yılda tüm hayatımızı etkileyen pandemi döneminde, sağlıklı gıdaya erişimin önemi daha iyi anlaşılınca, takviye gıda sektöründe de adeta patlama yaşanıyor. Peki ya güvenilirlik? Diyetisyen ya da beslenme uzmanı ünvanıyla karşımıza çıkanlar, bu ürünlerin tanıtımlarında baş rolü oynuyor. Kişiye özel olması gereken ve mutlaka hekim gözetiminde verilmesi gereken pek çok ürün, adeta kuruyemiş gibi satılıyor. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere ilgili tüm kamu otoritelerinin bu konuyu disipline etmesinde fayda yok mu sizce? Milyarlarca liralık büyüklüğe ulaşan ve doğrudan insan sağlığı ile ilgili bir sektör, kıymeti kendinden menkul beslenme uzmanlarının ya da şarkıcı-türkücü tayfasının pazarlamasına muhtaç kalmamalı.  

SOSYAL MEDYADA BİR FENOMEN: SAADET PARTİSİ

Türkiye’de basının içine düştüğü içler acısı durumun panzehiri sosyal medya oluyor. Kişiler, kurumlar, kamu otoriteleri; beyan edecekleri görüşleri ilk olarak sosyal medya hesaplarından paylaşıyor. Bu noktada gözüme çarpan ilginçlik, insanımızın sosyal medyayı haber kaynağı olarak görmesi… Haber kaynağı, şayet kurumların kendi sosyal medya hesapları ise elbette sorun yok. Ancak hepimizin bildiği gerçek şu: Deli saçması yalanlar büyük bir hızla kitlelere ulaşabiliyor. Bu yalanlar etkileşim gösterdiği kişilerin yüzde birini ikna etse bile durum facia. SAADET’İN BAŞARISI Biz de işimiz gereği bazı siyasetçiler ve siyasi partilerin sosyal medya hesaplarını izliyoruz. Gerek partilerin gerekse o partiye gönül veren yurttaşlarımızın nabzını doğrudan tutmamıza imkân sağlayan paylaşımlarda, Saadet Partisi epeydir dikkatimi çekiyor. Kurgulanan mesajlar, okumayı ve anlamayı kolaylaştıran tasarımlar, özellikle ekonomide infografi olarak verilen bilgiler, büyük keyif veren ve zekâ saçan esprili videolar… Gerçekten de çok hoş. Saadet Partisi, seçimlerde yüzde 2-3 oranında oy almasına karşın, özellikle siyasi ittifaklarda anahtar parti rolü olmayı sürdürüyor. Aynı siyasi gelenekten gelen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da Saadet’in üzerine oynaması, partinin ağabeyi konumunda olan Oğuzhan Asiltürk’ü evinde ziyaret etmesi, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçeceğini ilk olarak bu ev ziyaretinde kulaklara fısıldatması bu açıdan şaşırtıcı değil. Saadet Partisi’nin sosyal medya hesaplarında söylenenler, kırıp dökmeden ve hakaret etmeden de siyaset eleştirisinin yapılacağının kanıtı gibi. Ve bu alanda sağlanan başarı, siyasi partiler için ne kadar hayati önem taşıdığını anlamamıza yetiyor. İYİ NİYETLİ BİR ÖNERİ Partilerin sosyal medyada kaydettiği başarının, Türk demokrasisinin siyasal gelişimine çok önemli katkısı olacağını biliyoruz. Bu açıdan Saadet Partililere kuru bir tebriği esirgememek gerek. Ve dostça bir öneri. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet çizgisinin fikir önderi rahmetli Necmettin Erbakan hoca, 2011 yılında aramızdan ayrılana kadar aktif siyasetin içinde yer almıştı. Katıldığı TV programlarında mevcut iktidarın politikalarına sert eleştirilerde bulunurken, o günlerin geleceği olan bugünlere ilişkin çok önemli analizlerde bulunmuştu. O açıklamaları yeniden ülke gündemine getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle de kendilerine “muhafazakâr” diyen, ama sadece “kâr”ı “muhafaza” edenlerin Erbakan hocadan öğrenecekleri çok şey var…

HAFTANIN SÖZÜ

Sahtekarlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir. George Orwell