Yenilenebilir ve temiz enerji kaynakları, Türkiye’nin yüzde 75’e varan enerjide dışa bağımlılığına ket vuracak en önemli seçeneğimiz… Bu enerji kaynaklarından yeterince yararlandığımızı söylememiz ise...

Yenilenebilir ve temiz enerji kaynakları, Türkiye’nin yüzde 75’e varan enerjide dışa bağımlılığına ket vuracak en önemli seçeneğimiz… Bu enerji kaynaklarından yeterince yararlandığımızı söylememiz ise mümkün değil. Son on beş yıldır bu alanda alkışlanası bir mesafe kaydetsek de, hâlâ potansiyelimizin çok çok altında yenilenebilir enerji kurulu gücüne sahibiz. Şu rakamlara bakar mısınız? Türkiye’nin 2020 yılı sonu itibarıyla 95 bin 890 megavata (MW) ulaşan elektrik enerjisi kurulu gücü içinde rüzgâr enerjisi 9 bin 305 MW, güneş enerjisi 7 bin 500 MW, jeotermal enerji bin 600 MW, biyokütle enerjisi ise bin 115 MW’lık paya sahip. Toplam 19 bin 520 MW’a ulaşan yenilenebilir ve temiz enerji türlerinin payı, kabaca yüzde 20’ye karşılık geliyor. Okurlarımın aklına şöyle bir soru takılabilir: “Sonsuz bir enerji kaynağı olan güneş enerjisinde Türkiye’nin potansiyel kurulu gücü ne kadardır?” POTANSİYELİMİZ BİLİNMİYOR Sizi şaşırtmak istemem ama bu sorunun yanıtı an itibarıyla verilemiyor… Daha doğrusu bilinmiyor. Birkaç üniversitede yapılan doktora tezi çalışmalarında da net bir rakama ulaşılmış değil. Güneş enerjisi ile ilgili bazı sivil toplum örgütleri, potansiyelin 500 bin MW –yani mevcut tüm kurulu gücümüzün beş katından fazla- olduğunu ifade ediyor… Dünyada yenilenebilir enerjiyi en iyi kullanan ülkelerin başında gelen Almanya ise bu alanda adeta rekorları altüst ediyor. Ülkedeki elektrik tüketiminde yenilenebilir enerjinin payı geçen yıl ilk kez yüzde 50 seviyesini geçti. Ülkenin güneş enerjisine dayalı toplam kurulu gücü ise geçen sene ilk kez 50 bin MW sınırını aştı. Almanya; Çin ve ABD’den sonra bu alanda üçüncü sırada geliyor. Yılda bin 600 saat güneşlenme süresi ile Türkiye’den yüzde 60 daha az güneş alan Almanya’nın, güneş enerjisinden 50 bin megavat, yani bizden 7 kat fazla enerji üretmesi hepimizi düşündürmeli. İSTİKLALİMİZ VE İSTİKBALİMİZ Ve güzel bir dergi söyleşisinin düşündürdükleri… Ord. Prof. Dr. Niyazi Serdar Sarıçiftçi, ülkemizin gururu olan bilim insanları arasında yer alıyor. Geçen yıl Selçuk Yaşar Ödülü’nün sahibi olan Sarıçiftçi, 1996 yılından bugüne akademik çalışmalarını Avusturya’da sürdürüyor. Linz kentindeki Johannes Kepler Üniversitesi Fizikokimya Enstitüsü Başkanı da olan Prof. Sarıçiftçi, Türkiye’nin geleceğinin güneş enerjisinde olduğunu belirtiyor, hem bizlere hem de siyasetçilere dikkat çekici uyarılarda bulunuyor… Gazeteci meslektaşım, sevgili dostum Seda Gök ile Ege Genç İş İnsanları Derneği’nin (EGİAD) yayın organı EGİAD Yarın için bir söyleşi yapan Niyazi Serdar Sarıçiftçi, hayati önemde açıklamalar yaparak, “Türkiye’nin istiklali ve istikbali güneş enerjisinde ama bunun farkında değil.” diyor… Niyazi hocanın en önemli uyarısı kamu otoritelerine geliyor. Çok da haklı bir uyarı bu… Adeta para yutma makinası gibi çalışan, kendi saltanatından feragat etmezken, neredeyse nefes alıp verişimizden vergi kesmeye başlayan kamu otoritelerine şu önerilerde bulunuyor: VERGİ VE İZİNDEN MUAFİYET “Güneş enerjisi ile iştigal eden tüm şirketleri, güneşten elde edilen elektriği almayı satmayı tümüyle her türlü vergiden ve izinden muaf tutsunlar. Bakın o zaman Türkiye'de güneş enerjisi teknolojileri ve üretimi nasıl gelişiyor. Su yoluna akar, halkımız kendine yararlı metodu benimser. Yeter ki devlet köstek olmasın, serbest bıraksın. Başka bir destek istemez.” Güneş enerjisi konusundaki yatırımların pahalı olduğu yönündeki değerlendirmelerin doğru olmadığına vurgu yapan Sarıçiftçi, “Günümüzde güneş enerjisi santralleri elektrik üretimi tesislerinden kesinlikle daha pahalı değil. Ayrıca güneşten gelen enerji için bir fatura da ödemeyeceğiz. Türkiye’nin istiklali ve istikbali güneş enerjisindedir. Ancak bunun farkında bile değiliz.” diyor. Güneşten enerji elde edecek sistemlerin dünyada yayılması için, yatırım ve üretim maliyetlerinin düşürülmesi büyük önem taşıyor. Sarıçiftçi, bu amaçla organik plastikten elde edilen güneş pillerini (organik fotovoltaik hücreler) icat edip geliştirmiş. Savaşların faturasının sivil halklar tarafından ödendiğini, buna karşılık petrol ticaretinde kârın birkaç şirketin cebine aktığına dikkati çeken Sarıçiftçi, şu ilginç karşılaştırmayı yapıyor: “Bu korkunç insafsızlığın önüne ancak güneş enerjisi ile çıkabilirsiniz. Eğer 3 trilyon dolar güneş enerjisine yatırılmış olsaydı Irak, Suriye, Türkiye ve hatta tüm Orta Doğu'nun enerjisini üretebilecek güneş santralleri kurabilirdik. Savaş daima birilerinin daha çok işine geliyor. Bu kişiler üç kuruş daha fazla kâr etmek için bir milyon Iraklı sivili katletmeyi göze alıyorlar. Ne yazık, ne korkunç bir vahşet.” DÜNYA SU GÜNÜ’NDE “DENİZ SUYU” ÖNERİSİ Bugün aynı zamanda Dünya Su Günü… Dünyanın en fazla su tüketen ülkeleri sıralamasında dokuzuncu sırada yer alıyoruz. Kişi başına kullanılabilir su miktarımız göz önünde bulundurulduğunda, “su stresi” çeken bir ülke olarak kabul ediliyoruz. Projeksiyonlara göre, bugün 1.519 metreküp olan kişi başına düşen su miktarımız, 2030 yılında 100 milyonluk nüfusla 1100 m3'e düşecek ve “su fakiri” ülke olacağız. “BİZE LANET OKUYACAKLAR” Ord. Prof. Dr. Niyazi Serdar Sarıçiftçi, bugünün dünyasında en verimli yatırımın deniz suyunu arıtarak kullanma suyu elde eden tesisler olduğuna dikkat çekiyor. Bu tesisler için gerekli enerjinin güneşten sağlanmasında İsrail’in mükemmel bir örnek olduğunu sözlerine ekleyen Sarıçiftçi, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Türkiye’nin büyük nüfusu sahillerde yaşadığı için bu da gayet mümkün. Büyükşehir belediyeleri ve bakanlıklar iş birliği halinde acilen bu yatırımları yapmalılar. Çok yakın bir gelecekte bu korkunç kuraklık ciddi su kesilmelerine ve tarımsal susuzluğa sebep olacak. Bunun geleceğine hâlâ inanmayan ve küresel ısınmanın varlığını görmezden gelen kişiler ve politikacılar bu felaketlerin sorumlusu olacaklardır. Gelecek nesiller bizim kuşağa ve bu cahil kişilere lanet okuyacaklar.” Sarıçiftçi’nin düşüncelerini, bugün İzmir’de buluşacak CHP’li büyükşehir ve il belediye başkanlarının dikkatine sunuyorum. naci-agbal-gorevden-alindi

NACİ AĞBAL OPERASYONU ERKEN SEÇİM HABERCİSİ

8 Kasım 2020’de bir gece yarısı kararnamesi ile göreve gelen Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal, 20 Mart 2021 günü yine bir gece yarısı kararnamesi ile görevden alındı. Geçmişte maliye müsteşarlığı, maliye bakanlığı, cumhurbaşkanlığı strateji ve bütçe başkanlığı gibi kritik görevlerde bulunan Ağbal’ın dört buçuk aylık görev süresi içinde gösterge faiz oranları yaklaşık yüzde 9 artırıldı. Ağbal, MB’nin dış iletişim politikasına getirdiği ciddi değişim ile kısa sürede iç ve dış piyasalarda güven duygusunu yaratmayı başardı. Sıcak para girişlerinin de başlaması ile TL’de yüzde 10’un üzerinde değer artışı yaşandı. Ancak bir sorun vardı. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” mottosuyla özetlenen meşhur iktisat teorisi, Ağbal ve ekibinin yaptıkları ile çelişiyordu. Türkiye dünyanın en yüksek faizini veren ülkeler arasında yer almasına rağmen, ekonomideki yapısal sorunların çözümü için sadece faiz artışı etkili olamazdı. Olmadı da… Sonuç? Son iki yılda dört merkez bankası başkanı değiştiren Türkiye’nin, ne olduğu tam anlaşılmayan ekonomi modeline olan güven yerle bir oldu. merkez-bankasinin-yeni-baskani-kavcioglundan-ilk-aciklama YENİ BAŞKANA İLK MESAJ Yeni MB Başkanı Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu’na, “Faize elini sürersen, akıbetin senden öncekiler gibi olur” mesajı gayet açık şekilde verildi. Ve döndük tekrar başa… Şimdi aynı ezber bir kez daha tekrarlanacak. Yeni Merkez Bankası Başkanı faizleri hızla düşürecek, çok önemli bir Cumhuriyet kurumu olan MB’ye güvenin azalması ile sistemden para çıkışı hızlanacak, döviz kurları fırlayacak, yerli yatırımcılar yine dolar ve euroya saldıracak, bu durum üretim maliyetlerini artıracak, zamlar ardı ardına gelecek, enflasyon kontrolden çıkacak… Enflasyonla mücadele bir başka bahara kalırken, ekonomide öncelik büyümeye verilecek… Defalarca yaşanmış ve defalarca duvara toslamış bu ezberi yeniden hortlatmanın ancak ve ancak tek bir sebebi olabilir. Bildiniz, erken seçim… Pandemi etkisi ile üretim ilişkileri ciddi yara alırken, durumları zorlaşan işletmeleri Naci Ağbal’ın “sıkı para politikasından ödün yok” yaklaşımı ile ayakta tutmanın mümkün olmadığını düşünüyor Hükümet… ERKEN SEÇİM OLMAZ (MI?) Ve olası bir seçimde iktidarın kaybedilmesi riskine karşı “önden yüklemeli” önlem alınıyor. İstanbul Sözleşmesi’nin aynı gece yarısı kararnamesi ile yırtılıp atılması ise hem AKP’nin muhafazakâr tabanını hem de Milli Görüş kökenli potansiyel seçmeni saflara çekme çabasından başka bir şey değil. Bence yaşananların farklı bir mantığı yok, olmaz da… Bazı okurlarımın, “Cumhur İttifakı ortakları, ‘Erken seçim yok, herkes hazırlığını 2023’e göre yapsın’ dediler, geri adım atamazlar” dediklerini işitir gibiyim. Uzağa gitmeyin. 2018 seçimlerinden birkaç ay öncesinde de aynı iddialı cümleler kurulmuş, sonrasında “her seçimde olduğu gibi” yine yaz ortasında seçim sandığı önümüze koyulmuştu. Olmaz olmaz demeyin. Bu iş Sayın Devlet Bahçeli’nin bir tivitine bakar… Ve son bir not: Gece yarısı kararnamesi ile görevden alınan – bir başka deyişle işten kovulan- Sayın Ağbal’ın, veda mesajında Sayın Cumhurbaşkanı’na “Görevden alması nedeniyle şükranlarını arz etmesi” ise adeta beyin yakan kara mizah örneği oluşturuyor…  

ŞEHİT AİLELERİNE ACI HABERİ VERENLER NELER HİSSEDİYOR?

4 Mart 2021 günü Tatvan’dan gelen haberle yanmıştı yüreklerimiz. Cougar tipi helikopterin düşmesi ile aralarında 8’nci Kolordu Komutanı Osman Erbaş’ın da bulunduğu 11 askerimiz şehit olmuş, yurdun dört bir köşesine şehit ateşi sıçramıştı. Ocaklarına ateş düşen aileler, hayatlarında hiç yaşamadıkları, nesiller boyunca da unutamayacakları bir acı yaşadılar. O ailelere şehadet haberini vermeye giden komutanların yaşadıkları tarifsiz duygulardan etkilenmemek elde değil. Bir komutan, şehadet haberi verirken yaşananları nasıl da etkileyici anlatmış: “Siz oğlu şehit olan aileye acı haberi vermeye gittiniz mi hiç? Hayır mı? Dinleyin o halde: Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bir emir düşer önünüze. Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür. “Yarabbim” dersin, “Dağa çıksam, üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem...” Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkaya, düşersin yola. Vatandaş da öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç, arkada bir ambulans ile geliyorsa bir eve ateşin düştüğünü... Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin. İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar... Varırsın köye... Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, “Aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun... Bütün köy donmuştur adeta... Herkes büyülenmiş gibi izler seni. Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı. Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün. Ayakların geri geri gider. Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar. Bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Sonra atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa... Öyle bir vurur ki yere, zelzele oluyor sanırsın. Konu komşu yığılır, bin feryat bin figana karışır, dersin ki kıyamet budur… Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar, “Yaralı değil mi komutan?” der… Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin... Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın... Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile... Baba... Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar... Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya gark olmuş bir gururla, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun şehit babasıyım ben” dediğini duyarsın... Kimi içine akıtır gözyaşlarını, kimi de donar kalır... Kimi günlerce konuşamaz, kimi dua eder, kimi beddua.. Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar. Ne şapka kalır başınızda, ne rütbe omuzlarınızda, söker atar... Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar. Gerçekle yüzleşme günüdür. Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye tören mören hak getire. Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar, ne protokol kalır ne düzen. Kimi “Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum” der, görmek istemez naaşını… Kimi de illâ “Göreceğim” der. Gösteremezsin ki… Ya yüzü yoktur ya bacağı. Yanımızdaki bir üsteğmen ya da yüzbaşı elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur. “Kanı yerde kalmayacak” diyerek bitirir konuşmayı... Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar duymaz bile bunu, duysa da inanmaz. Sonuç olarak; orada bir mezar, bir bayrak, bir ana, bir de baba kalır...”   HAFTANIN SÖZÜ Müzisyen olmak için nasıl şair ruhlu olmak gerekiyorsa, büyük müzik eserlerini de şiirsiz, aşksız dinlemek ve anlamak mümkün değildir. Honore De Balzac