Gri perdelerini çekmiş üzerine canım şehrim... Havada keskin bir soğuk... Yağmur yüzünü göstermeyen nazlı bir gelin sanki... Aslında yağsa biraz rahatlayacağız. Yağsa temizlenip kurtulacağız... Ama y...

Gri perdelerini çekmiş üzerine canım şehrim... Havada keskin bir soğuk... Yağmur yüzünü göstermeyen nazlı bir gelin sanki... Aslında yağsa biraz rahatlayacağız. Yağsa temizlenip kurtulacağız... Ama yağmıyor... An be an batıyor, batıyor ve batıyoruz... Etrafımız çamur, pislik ve kördüğüm... Etrafımız kuşatılmış... Herkeste bir bilinmezlik hakim. Yarına güvenimiz kalmamış. Oysa, ‘Beklentiyi en aza indirgemek mutluluk getirir’ der çok bilenler... Bilmezler ki uzun zaman önce beklentilerimizin selası okundu ama mutluluktan hala eser yok... İnsanlar çok acımasız, insanlar çok kurnaz, insanlar çok sabırsız, insanlar çok çıkarcı... İnsanlar çok... Aslında bu çokluk bizi bitiren... Çünkü dolu dolu özneleriz bir küre içine hapsedilen... O dönüyor, savruluyoruz. Savruldukça birbirimize çarpıyor ve parçalanıyoruz. Parçalarımız aynadaki aksimize yansımıyor; içten içe kırılıyoruz... Bir yerden sonra kırılmayı da alışkanlık haline getiriyor, yadsıyoruz. Kırılmanın gayet doğal olduğunu düşünüyoruz. Bilmiyoruz ki günden güne yitip gidiyoruz... Çok basit bir denklemin çözülmezleriyiz biz. Kitabın ta en başında birileri yanlış yapmış ve bizi çözümsüzlük havuzuna hapsetmiş... Havuzun bir yanı delik, oraya denk gelenleri bazen üç ‘Evet’ ile bazen ise sessiz sedasız uğurluyoruz. Olmayacak şeylere isyan edip, ‘Tam zamanı’ denilen yerde susuyoruz. Susmanın erdemini kaybettiğimizi bilmeden, iyi bir şey yaptığımızı sanıyoruz. Yine yanılıyoruz... Peki, bizim sonumuz ne olacak? İşte, bunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Kaybedilmiş bir savaşın ortasında kutlamalarla doğmuş bir nesiliz biz... Ciğerlerimize ilk soluk dolduğunda kendimizi önemli addetmişiz... Kendi yalanımıza kendimiz inanmış, sonrasında ise yaşadığı hayal kırıklarını ‘tesadüf’ sanmış.... Söylüyorum ya, en başından beri çok ama çok yanılmışız... Dünya birden büyüktür, unutmuşuz... Kendi dünyalarımıza dönüp, geleceği kurutmuşuz... Anne çocuğuna ihanet etmiş... Baba ise kayıp kaçaklarda... Yarin sonu yarım kalmış bir masal... İnsan insana kıymış, en çok da kendine... Kıyımı kendine mübah sanmış... Ellerinde kan, ellerinde çamur, dillerini sorma pislik içinde... Hele de kalpleri... Yosun tutmuş, kir tutmuş, pas tutmuş... Umudu hapsetmiş pandoranın kutusuna, o günden bu güne her an yok olmuş... Oysa, bir küçük yağmur değil miydi sadece beklediğimiz... Bizleri ıslatıp temizleyecek... Bir damla... Gökyüzünden dökülen, saf, inci misali... Kurtaracaktı bizi... Yani, kurtarabilirdi belki... Yağsa, esse, gürlese... Çıkardık belki biz de Nuh gibi yarınlara... Alırdık yanımıza üç beş yoldaş... Kalbinde taş olanlar varsın, batsın... Ah bir yağsaydı, keşke... Yağsa da kana kana içseydi kurak toprak suyunu... O zaman belki savurmazdı bize tozunu, çamurunu... Açardı çiçeklerini, biraz turuncu, biraz yeşil, biraz da mavi... Sonra kuşlar kanat çırpardı yeniden gökyüzünde... Ama yağmadı... Oysa denklemde dedim ya en başından hata vardı... Biz bunları insanoğlu yaptı sandık ama her şey havadandı...