“Tiyatro, yetiş imdadıma! / Suskunum, çöz dilimi, unuttum, hatırlat bana Uyuyorum, uyandır beni / Karanlıkta kayboldum, bir ışık yak, yol göster bana”

“Tiyatro, yetiş imdadıma! / Suskunum, çöz dilimi, unuttum, hatırlat bana Uyuyorum, uyandır beni / Karanlıkta kayboldum, bir ışık yak, yol göster bana” 27 Mart... Tiyatro Bayramı... Dünyadaki her türlü barbarlığa karşın, insanca bir umudun adı olan bu güzeller güzeli gün hepimize kutlu olsun. Canavarları insanlaştıran, hayâl göremeyenlerin korktukları için bunu yapamadıklarını hatırlatan, kendini tükenmiş ve umutsuz hissedenlerin mermerleşmiş yüzüne, çocukluğun o tatlı coşkusunu üfleyen dünya tiyatro günü kutlu olsun. Bundan 68 sene önce, 1954’de, Fransa’da, Aman-Julien Maistre adında bir Fransız tiyatro tutkulusu; oyuncu, komedyen son derece etkileyici sonuçlar vereceğini bilmeden, bir festival yapmak için kolları sıvar. Bu festivali diğerlerinden ayıran en büyük özellik, festivalin kapsamıdır. Julien’in önayak olduğu bu festivale, dünyanın birçok yerinden tiyatro toplulukları davet edilir ve gelenler kendi dillerinde ve tiyatro kültürlerince katkı koyarlar. Ardı ardına iki yıl daha yapılan bu festival o kadar ilgi görür ki; 1957 yılında Fransız Hükümeti’nin resmi olarak sahiplendiği bir festival halini alır. Adı da; "Theatre Des Nations" (Uluslar Tiyatrosu) olarak anılmaya başlar. 1957 yılı ilkbaharında, -Mart ayından Temmuz'a dek- Paris'te Sarah Bernhardt Tiyatrosu’nda birbiri ardından 16 topluluk, 9 değişik dilde birbirinden başarılı oyunlar sergilerler. (Meraklısına Not; Julien, Sarah Bernhardt Tiyatrosu’nun yönetmenlerinden biridir aynı zamanda... 24 Temmuz 1903 günü doğan sanatçı, 15 Ocak 2001 günü aramızdan ayrılmıştır.) Bu tarihten başlayarak festivale katılan yabancı toplulukların sayıları giderek artar. Gerek toplulukların, gerekse sergilenen oyunların sayısı da, kalitesi de artmaya başlar. Festival umulanın çok üstünde bir etki bırakarak, evrensel bir kapsama ulaşır. Klasik ve modern oyunlardan, opera ve bale gösterilerine; dans ve deneysel çalışmalardan, Uzakdoğunun “Pekin Operası”, “Kore Operası”, Japon “No, “Bunraku” ve "Kabuki” dansçılarının, egzotik olarak nitelendirilen gösterilerine dek yaygınlaşarak, geniş ve zengin bir “Evrensel Tiyatro Festivali” durumuna gelir. Seyirciler için bir şölendir karşılarındaki gösteriler... Kendi dramatik geleneklerinin en seçkin örneklerini sergileyen, uzmanlaşmış toplulukları izleme olanağı her zaman ele geçer bir fırsat mıdır? Örneğin Shakespeare'i İngiltere'den gelen Old Vicden; Çehov'u Rusya'dan gelen Moskova Sanat Tiyatrosu’ndan; Brecht'i Doğu Almanya'dan gelen Berliner Ensembledan; Goldoni ve Pirandello'yu İtalyanlardan; O. Neill'i Amerikalılar’dan izleyebilme olanağı... Heyecan verici ve müthiş değil mi sizce de? Julien’in başlattığı ama dünyaya mâl olmuş festivalin başka bir ilginç yönü de, bir ülkenin tiyatro geleneğinin ürünü sayılan herhangi bir yapıtın bir başka ülke oyuncusu tarafından nasıl yorumlanabileceğinin de izlenebilir olmasıdır. Birbirinden farklı sahneleme ve oyunculuk anlayışlarını sergileyen bu denli değişik topluluğun kısa bir süre içinde yaptıkları gösteriler, sanatçılara birbirlerini tanıma, izleme ve değerlendirme olanaklarını sağladığı, tiyatronun evrensel birleştirici gücünü gösterdiği gibi, tüm insanlığı dostluk ve barış anlayışı içinde biraraya getirebilme niteliğini de somut bir biçimde ortaya koyar. Dünyanın hemen her köşesinden tiyatroseverleri ve tiyatro çalışanlarını bir araya getirmeyi başaran “Theatre Des Nations” yalnızca yılın belli bir döneminde oyunlar sergileyen bir festival olarak kalmakla yetinmez. Yılda on bir kez çıkan bir de yayın organı oluşturur. Başlangıçta: “Randesvous Des Theatres Du Monde” (Dünya Tiyatrolarının Randevusu) başlığını taşıyan bu yayın günümüzde, “Theatre: Drame, Musıque, Danse” (Tiyatro: Dram, Müzik, Dans) adıyla tanınır. Bu dergi, tiyatro alanının seçkin kişilerine tiyatronun çeşitli konularında konferanslar hazırlatıp; bunları Fransa'dan ve dünyanın pek çok yöresinde üyesi bulunan binlerce okuruna ulaştırmakla uğraşır. İlginç ve yeni konularda tartışmalar açıp, kongreler düzenler; buralarda varılan sonuçları özel sayılar halinde, dünyadaki tüm tiyatro insanları için yayınlar. Bütün bunların yanında “Uluslararası Tiyatro Teknisyenleri Birliği” ve “Tiyatro Eleştirmenleri Birliği” adı altında iki de önemli uluslararası örgütü oluşturmayı başaran bu kuruluş, her yıl artan sayıda oyuncu, topluluk ve seyirciyi biraraya getirmeyi amaçlayan gelişim çizgisinde çalışmalarını sürdürür. 1947 yılı Haziran ayı içinde Paris'te, ünlü İngiliz oyun yazarı ve eleştirmeni J.B. Priestley başkanlığında yapılan bir toplantı sonunda Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO’ya bağlı yeni bir kuruluş doğar; “International Theatre Institute”(ITI), “Uluslararası Tiyatro Enstitüsü” adı verilen bu kurum tiyatro sanatçıları, tiyatro bilimcileri arasında uluslararası düzeyde fikir alışverişine ve çeşitli araştırmalarda işbirliğine yardımcı olmak amacıyla 1948 yılı Haziranında Paris'deki merkeze bağlı 48 ülkede yerleşik ulusal temsilcilikler biçiminde örgütlenmesini tamamlar. “World Theatre” (Dünya Tiyatrosu) adıyla iki aylık sayılar halinde yayınlanan bir de yayın organı oluşturur ITI. Bu uluslararası örgüt, iki yılda bir kendisine üye ülkelerden birinin başkentinde dünya çapında bir kongre düzenler. Bu kongrelerin yanı sıra oyunculuk eğitimi, tiyatro mimarisi gibi özgün konularda konferanslar ve buluşmalar düzenler. Dünya Tiyatro Günü'nün oluşumunda işte bu iki girişimin payı vardır. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü, 1962 yılından başlayarak kuruluş amaç ve ilkeleri doğrultusunda, topluluğa üye ülkelerde kutlanmak üzere bir tiyatro günü saptanmasını kararlaştırır. “2500 yıllık bilinen geçmişi boyunca tüm insanların ortak bir anlatım aracı durumuna gelmiş; dünya uluslarının birbirlerine yaklaşmalarında, birbirlerini anlamalarında değerli bir yer tutan tiyatro sanatının çağımızda, çağımız için yaşamak isteğini bir kez daha anlatmak; bu yaşamın vazgeçilmez unsurlarından biri olduğunu hatırlatmak; eğitici ve yükseltici görevini belirtmek; kültür gelişmesindeki değerli yerini unutturmamak amacıyla “ düzenlenecek bu gün için, bu amaçları uluslararası düzeyde 1954'den beri gerçekleştirmeye çalışan “Uluslar Tiyatrosu”nun açılış tarihi uygun görülür; yani, “27 Mart”... “Tiyatro, yetiş imdadıma! Körüm, bütün ışıkları biraraya topla. / Nefretle kuşatıldım, sevginin gücünü ver bana. Çirkinliğin boyunduruğu altındayım, yorgun kalbime güzelliğin girmesini sağla” 27 27 Mart Dünya Tiyatro Günü, ilk kez 1961 yılında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (International Theatre Institute) tarafından kutlanmaya başlanır. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü, kutlama çerçevesinde dünya çapında başarı kazanmış bir oyuncu, yönetmen ya da yazarın kaleme aldığı uluslararası bir bildirinin yayınlanmasına karar verir. İlk 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi, 1962’de, Fransız şair, oyun yazarı ve yönetmen Jean Cocteau tarafından kaleme alınır. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün 1977’de yapılan kongresinde Türkiye Merkezi’nin, uluslararası bildirinin yanı sıra ülkelerin kendi özgün bildirilerinin de yazılması önerisi kabul görür. Türkiye Ulusal Tiyatro Bildirisi ilk defa 1978 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından yazılır. Her zaman dönemine tanıklık ve öncülük eden tiyatro, o yıl da, çözmek küstahlığına düşmeden, sadece tarihin akışına, umuda, kardeşliğe ve evrensel saygıya dair sorular açarak görevini yerine getirir. Özetle şunları söyler Muhsin Ertuğrul, ülkemizde yazılan ve yazarı tarafından okunan ilk 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’nde; “Bugün 27 Mart 1978, Dünya Tiyatro Günü. Bu kez önünüzde konuşmak görevi ve onuru bana verildi. Tiyatroya hizmet yolunda çok yaşamış bir emekçi olarak izninizle söz alıyorum. Derler ki, tiyatro üçüz doğmuş bir sanat koludur: Yazar, oyuncu ve seyirci. Bunlar birbirinden ayrılırsa ortada tiyatro kalmaz. Oysa ben diyorum ki, günün en önemli sorunlarını kâğıda aktaran yazar da, onları sahnede dile getiren sanatçı da sizin aranızdan çıkmıştır. Onun için biz bir bütünüz. Teker teker düşüncelerimiz ayrı olabilir, ama dertlerimiz birdir. Bugün Dünya Tiyatro Günü’dür, şu dakikada yüzlerce sahnede her ulusun kendi dramı oynanıyor. İzninizle biz de yurdumuzda oynanan oyuna bir göz atalım. Ben perdeyi açıyorum. Sahne, Türkiye haritası yüzeyine yayılmış yaslı ana babalar, bir ağızdan, yitirdikleri gencecik yavrularının tabut kervanına ağıt yakmaktadır. Perdeyi hemen bu acıklı görünüme kapatıyor ve sizlere soruyorum: Gençler gençleri neden öldürüyor? Kardeş kardeşi neden öldürüyor? (...) Bunun çözümünü düşünmek siz sayın seyircilerimize düşüyor. Siz ve bizler ki öldürenle kurbanını aramızda yetiştirdik, vuranla vurulanı bağrımızda besledik, ikisinden biri ya kardeşimiz, ya akrabamız, ya komşumuz, ya tanışımızın arkadaşı. Şimdi bu sahnede soruyorum sizlere: Kardeşi kardeşe kim kırdırıyor? Hangi katı yürekli, hangi cana kıyıcı, hangi bencil çıkarıyor perde arkasından bu suçsuz yavruları, sinsi sinsi, kukla gibi kullanıyor? (...) Büyük kurtarıcı Atatürk, “yurtta, dünyada barış” diye temel bir ilke atmıştır. Nerede yurttaki barış? Bu temeli yıkanların art niyetlerini düşünüp bulmak siz sayın seyircilere düşüyor. Çünkü tiyatro, sahnede sorunları yalnız sergilemekle yetiniyor. Bu sorunları düşünerek çözmek seyircinin sağduyusuna bırakılmıştır. Sahnenin başlıca çabası seyircileri sağlam düşünmeye zorlamaktır.(...) Tatlı saatler geçirmeye geldiğiniz tiyatroda acı gerçeklerle sizleri tedirgin ettik, bağışlanmak diler, saygılar sunarım.” Günümüze baktığımızda Muhsin Ertuğrul’un, “Kardeşi kardeşe kim kırdırıyor? Hangi katı yürekli, hangi cana kıyıcı, hangi bencil çıkarıyor perde arkasından bu suçsuz yavruları, sinsi sinsi, kukla gibi kullanıyor?” dediği şeylerin hâlâ ülkemizde çok ciddi kanamalara yol açtığını görüyoruz. Dilek ve taleplerin değişmesini geçtik, belki de daha kötü durumdayız. Cehaletin; çirkin giysisi ve teknoloji makyajıyla, çocukların coşkusunu küfre dönüştürdüğünü, saldırgan, bencil ve utanmaz bir kuşağa çevirdiğini, kanlı gözyaşlarımızla izleyip, ağzımızı açtığımızdaysa, türlü tehdit ve korkutmalarla susturulduğumuza tanık olmanın utancı içindeyiz. Eğitim adına yap-boz tahtasına çevirdiğimiz çocuk algısının hüznü bir yandan bastıradursun, teknolojik ilerlemeye eşlik etmek adına, milyonluk telefonları olan ama bir tane tutkulu dostu olmayan bir kütlenin sokaklarda dolaşıp, cehaletinden utanmadığı hazin bir çağdan geçiyoruz. En büyük görevi, insancıl değerleri bize hatırlatmak olan sanatı gereksiz bir lüks olarak ilan eden zihniyetler elinde içimizde yarısı kopmuş bir yılanın ne ölmesi, ne onmasının sancısı... Tarihin böyle vahşi bir dönemine tanıklık etmek ne acı... Zor günlerden geçiyoruz, zor... Acaba diyorum her okuduğumda, acaba şu Allahın belası tiyatro insanları zamanın ötesini nasıl bu kadar net görebilmişler? Shakespeare, 66. Sone diye bilinen şiirinde bakın neler yazmış? Büyük usta sanki bugünleri anlatmış şiirinde; “Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni / Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez / Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini / Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz /Değil mi ki ayaklar altında insan onuru / O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış / Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru / Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş / Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın / Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene / Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın / Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e / Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama / Seni yalnız komak var, o koyuyor adama” Öyle bir zamandayız ki; birçok kişi sadece kendini düşünüyor, bazıları Voltaire’in de dediği gibi yatacak yeri ve yiyecek ekmeği bulduğuna şükrettiğinden “hiç” düşünmüyor, geri kalanlarsa düşünenleri karalıyor... Düşünceleri ortadan kaldırmaya güçleri yetmeyenler, düşünenleri hacamat ediyor bir yolla... Körün köre yol gösterdiği bir zamanda, hepimiz çukura düşmemek için çabalıyoruz. Acilen sanatımıza sahip çıkmalıyız bence külliyen birbirimize düşman olmadan... Çünkü sanat sakinleştirir, çünkü sanat kalbimizdeki köşeleri yumuşatır ve aşka davet eder. Tiyatroya inananlar olarak öfkeliyiz bugünlerde; çünkü aslanların köpeklere boğdurulduğu, cahil zamanlardayız... Kasap vitrininde ayağından asılmış olarak, dışarıda akıp giden hayata bakan ve özgürlük içinde olduğunu sanan, derisi yüzülmüş sersem öküzlerin büyük hüznü, kasabının bıçağını yaladığını çok geç fark etmiş olmasıdır genellikle... Tam da öküzlerin özgür olduğuna inandırıldığı büyük bir kıyımın ortasındayız. Ağzımız burnumuz kan içinde... Dünyanın her yerinde savaş tamtamlarının sesleri duyulurken, benim gibi kurtuluşu sanatta arayan insanlara deli gözüyle bakanların sayısı gün be gün artıyor. Asla başaramayacağımız, romantik bir cesaret içinde olduğumuzu söylüyorlar yüzümüze... Oysa ki şunu hep atlıyor böyle diyenler; korkaklar için hiçbir şey mümkün değildir... Cesareti olmayanın ümidi de olmaz ki... Biraraya gelince, başı karanlık bulutlarca sarılan dağların o küstah başları önümüzde eğilecektir, biz buna elimizi yüreğimizin üstüne koyarak inanıyoruz. Tarih bizi haklı çıkaran binlerce örnekle doludur. Ve bizi yenilmiş sayan bin babası olan yalancı zafer kurmayları bilmeli ki; inanmış bir kalbe ulaştırmak için yıllarımızı verdiğimiz her bir çocuğun küçücük elleri, imece adında kurduğumuz halayda her daim sıcak kalacaktır. Ardımızdan gelen çocuklarımızın en değerli hazineleri olan kalplerinde hakedilmiş bir inançla yaşamak, ölmemenin tek yoludur bize... Biliyor ve dünyalar kadar inanıyoruz ki; bugünün üç otuz çıkarlarına değişilen tutkuları yerine koymak bir ömür alabilir. Tutkularımız, ruhumuzdaki gemilerin yelkenlerini şişiren rüzgârlardır çünkü. Bu rüzgârlar bazen iyi yönetemediğimiz gemilerimizi batırabilir ama rüzgâr yoksa... hiç bir gemiyi yürütemezsiniz. Tolstoy ne demişti; “Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.” Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan kapıyı boyuna itiyor ama çekmek aklına gelmiyorsa ya da buna cesareti yoksa... kendi odasında hapisliği kabul etmiş demektir. Özgürlükten kaçan kadar aşağılık bir yaratık yoktur dünyada. Yaşamak özgürlüktür ve anamızın ak sütü gibi bizimdir. Boş inançlar, cılız akılların dinleridir. Dolu dolu yaşanmış bir gün, yarının yaşanmamış iki gününe bedeldir bize göre. Sorumluluğunun bilincinde ve hayatı değiştirmek üzere sahneye çıkan her tiyatro tutkulusu bu ülküye inanır. Biz inanmış tiyatro annenin çocukları, bazı algı kaynaklarımızı farklı işletiriz. Örneğin aklımızla görür, kalbimizle duyarız. Bir zamanlar çocuklar nereden geldiklerini sorarlardı. Günümüzdeyse nereye gideceklerini... Ne acı... Ama daha da acı bir şey varsa; bu acıya ortak olduğu halde, kendisini erdemli ve soylu sayıp, “ne yapabilirim ki ben tek başıma?” diyen ve başkalarına laf edenlerdir. Dudağımızın kenarında bir ince, bir hüzünlü gülümseme oluyor o tip insanlara baktıkça... Çünkü biliyoruz ki, insan başkalarını aldatma provasını önce kendisiyle yapar... Oysaki tiyatro en çok çocuklardan yanadır. Özgür, soru soran, bedel ödeyen ve inanmış çocuklar yaratmak için o kutsal terini sel yapmıştır. “Hazır ol cenge / eğer ister isen sulh-u salâh” diyen Namık Kemal’i de bilir tiyatroyu bir yaşam kolaylaştırıcısı olarak yaşayan bir çocuk, elleri kelepçeli olanın alkış yapamayacağını da... Her şey incelikten kırılır, biz tiyatro adamları kabalıktan... Adını bile bilmediğimiz bir çocuğun önünde uzayıp giden sonsuz karanlığa bir huzme de olsa aydınlık düşürebilirse eylemimiz, ne mutlu bize... Bize şu ya da bu nedenle diş gösterenleri biraz da olsa hoşgörüye davet ediyoruz. Herkes bilir, onlar niye bilmesin ki; tüm baskılar, başkaldırının tohumlarıdır. Dikkat, hayatın özü... Bize kızarak harcadığınız zamanı, sevdiklerinizi öperek geçirin diyoruz biz... Çünkü biz, siz su içen zebraların telaşından uzak, rahat rahat sarılın sevdiklerinize diye sahneye çıkıyoruz. Bizim kalbimiz kafamızın içinde atmaktadır ve adımız kadar iyi biliyoruz ki; bir çocuğun kalbini bilerek kırdığımızda, alnımızı günde beş kere değil, beş bin kere secdeye vursak günahımızdan arınamayacağımızı... ve bir çoğunun küçümsediği, küçük kara karıncayı gece gözüyle görenler olmadıkça da, sanatın sarıp sarmaladığı örtüyü haketmediğimize inanırız... Tiyatro en çok çocuklarındır. Bizler, uygar olmayı ne nüfus çokluğunda, ne binaların büyüklüğünde ne de o toplumdaki zengin insanların himmetinde ararız. Bize göre uygarlık, o ülkenin ya da toplumun yetiştirdiği insanların niteliklerinde aranmalıdır. Yani çocuklarda... Çözümden yana, umudunu kaybetmeyen, üretimin ve imecenin ilerlemenin gücü için tek kaynak olduğuna inanan, analitik zekâ işletmeyi beceren özgür çocuklar yetiştirmek, bizim için su içmek kadar yaşamsaldır. Bu yıllarda yenilmiş olsak bile, elbet biliyor ve inanıyoruz ki; biz kazanacağız. Yaşasın 27 Mart, yaşasın tiyatro tutkumuz!