Başta ihracatçı sektörler olmak üzere Türk iş dünyası bugünlerde tedirgin bir bekleyiş içerisinde. 20 Aralık günü Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı “Kur Korumalı Mevduat” (KKM) enstrümanının piyasala...

Başta ihracatçı sektörler olmak üzere Türk iş dünyası bugünlerde tedirgin bir bekleyiş içerisinde. 20 Aralık günü Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı “Kur Korumalı Mevduat” (KKM) enstrümanının piyasalarda yarattığı dalgalanma henüz dinmemişken, ihracat kaynaklı döviz gelirlerinin yüzde 25’inin Merkez Bankası’na satılması zorunluluğu iş dünyasındaki tartışmaların odağını oluşturuyor. Uygulamaya göre bir ihracatçı firma, gerçekleştirdiği ihracat işlemi karşılığında elde ettiği dövizin Dolar, Euro ve Sterlin cinsi olanlarının dörtte birini, düzenlendiği tarihteki işlem kuru üzerinden Merkez Bankası’na satmak zorunda. Uygulamada izlenecek yol şöyle olacak: Bankalar nezdinde Merkez Bankası adına Dolar, Euro ve Sterlin hesapları açılacak. Yayınlanan genelge kapsamında satın alınan dövizler saat 17’ye kadar TCMB’ye bildirilerek toplu şekilde bu hesaplara aktarılacak. AMAÇ REZERV TAKVİYESİ Görüşlerine başvurduğumuz ihracatçı firma temsilcileri, yapılan işlemdeki amacın Merkez Bankası’nın korkutucu şekilde eriyen ve yerine nasıl konulacağı belli olmayan döviz rezervlerini takviye etmek olduğunu ifade ediyor. Bir diğer amacın, ihracatçıların döviz girdilerini TL’ye çevirmelerini sağlamak olduğunu vurgulayan firma temsilcileri, ihracatın ithalata bağımlılığı yüzde 70’lere yaklaşmışken hiçbir firmanın böyle bir riske girmeyeceğine dikkati çekiyor. Merkez Bankası’nın böyle bir kararı alırken siyasi otoriteden izin / onay almamasının imkânsız olduğunu biliyoruz. Ancak bu noktada ihracatçılar için farklı bir seçenek de bulunuyor. A firması, yaptığı ihracat karşılığında 100 dolar gelir elde etti ve bunun 25 dolarını Merkez Bankası’na sattı. Bu satış karşılığında elde ettiği TL’yi Türkiye’de iş yaptığı bankalardan ya da serbest piyasadan yeniden dövize çevirmesinin önünde bir engel bulunmuyor. Aksi halde üretimini yapmak için satın aldığı ithal girdilerin ödemelerini yapması mümkün olmayacak. Bu noktada ihracatçıların Merkez Bankası’ndan kur garantisi talep etmeleri haklı bir talep olarak öne çıkıyor. Bu talebe karşılık aldıkları yanıt ise şifahi ve temelsiz bir iyi niyetten ibaret. İhracatçı birlikleri temsilcileri ile bir araya gelen TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu, bundan sonra kurda büyük iniş-çıkışlar beklemediklerini ve TL'nin istikrarlı seyredeceğini belirtiyor. “İhracatçıların endişe etmelerine gerek olmadığını” ifade ediyor. Güldüğünüzü görür gibiyim… KKM NE KADAR ETKİLİ OLDU? Daha göreve geleli bir yıl olmadan üç kez birbirinin tam zıttı politika değişiklikleri yapan Kavcıoğlu’nun sözüne güvenilmesi için elle tutulur bir gerekçe yok. Neden mi? Bakınız neden: Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, 20 Aralık’ta ilk kez kamuoyuna açıklanan Kur Korumalı Mevduat (KKM) kapsamında 90 milyar TL’nin üzerinde hesap açıldığını belirtiyor. Ancak dövizde yaşanan düşüşün perde arkasında Merkez Bankası’ndan doğrudan ya da “arka kapı yönetimi” olarak adlandırılan kamu bankaları kanalıyla yapılan döviz satışının etkili olduğu anlaşılıyor. Merkez Bankası’nın döviz varlık verilerinde 20 Aralık gecesinden itibaren yaşanan düşüşler, basit bir internet kullanıcısının bile rahatlıkla anlayabileceği netlikte… Sahibi olmadığı dövizi satan ve zaten eksi seviyede olan net rezervleri daha da gerileten Merkez Bankası, çıkış noktası olarak ihracatçıların dövizlerine göz dikmiş durumda. DÖVİZ YÜKSELMEYE DEVAM Geçen haftayı 14 TL seviyesinde kapatan dolar kuru ve döviz tevdiat hesaplarındaki rakamlar, KKM enstrümanın söylendiği kadar büyük çözülmeye neden olmadığını da gösteriyor. Uygulamanın ikinci haftasında gerçek kişilerin döviz mevduatı artışa dönerken, TCMB'nin geçen hafta açıkladığı haftalık verilere göre; 21 Aralık’ta devreye giren kur korumalı TL mevduatı ile 24 Aralık haftasında gerçek kişilerin döviz mevduatlarında parite etkisinden arındırılmış olarak 136 milyon dolarlık azalma yaşandı. Buna karşılık 31 Aralık haftasında 351 milyon dolarlık artış yaşanıyor. Toplam döviz mevduatında ise 31 Aralık haftasında parite etkisinden arındırılmış olarak sadece 2 milyar 574 milyon dolarlık gerileme var. Bu gerilemenin tamamı tüzel kişilerin döviz mevduatında yaşanan çözülmeden kaynaklanıyor. Sözün özü, bankalardaki toplam mevduatın yüzde 62’si döviz cinsinden olan Türkiye’de, gerçek anlamda finansal güven ortamı yaratılmadan döviz hesaplarında büyük bir çözülme beklenmesi ham bir hayalden ibaret. Ve sorulması gereken asıl soru, KKM hesaplarındaki riski üstlenen Hazine’nin, kurun yeniden 20 TL’lere yaklaşması ile ortaya çıkacak korkutucu maliyeti nasıl üstleneceği… Ekonomi yönetiminin üzerinde kafa yorması gereken asıl soru bu sanırım.  

NE DÖVİZ NE FAİZ! TÜRK EKONOMİSİ İÇİN EN BÜYÜK RİSK: DEPREM

Geçen hafta ortasında, hava karardıktan sonra yolumun düştüğü Bayraklı-Manavkuyu Mahallesi’nde gördüklerim korku filmi setlerini aratmayacak cinstendi. 30 Ekim 2020’de yaşadığımız 6,9 şiddetindeki deprem, sadece 117 insanımızı hayattan koparmıştı. “Sadece” vurgusunu özellikle yapıyorum. O depremin bir on saniye daha sürmesi durumunda olacakları hayal bile edemezdik. Manavkuyu’da adeta kapkara hayaletler gibi duran ve yıkılmayı bekleyen, her biri 8-10 katlı onlarca apartmanı görünce ne kadar balık hafızalı olduğumuzu görüyor ve üzülüyorsunuz. Tüm Türkiye’nin günlerce dikkat kesildiği İzmir’de “deprem” kelimesini gündemde tutan unsur, evleri yıkılan yurttaşların müteahhitler ile yaşadıkları tartışmalardan ibaret… Oysa deprem sadece çürük çarık binalarda süren hayatlarımızı tehdit etmiyor. NACİ HOCA SÜREKLİ UYARIYOR Türk ekonomisi için tartışmasız bir numaralı tehdit unsurunu oluşturuyor. Deprem konusunda analizlerine gözüm kapalı güvendiğim Prof. Dr. Naci Görür, İstanbul’da 7,2 ilâ 7,6 arası şiddette bir depremi kesinlikle beklediklerini sürekli olarak ifade ediyor. Ama ne gam! Naci hoca, İstanbul’da yapı stokunun büyük ölçüde depreme dirençli olmadığını vurgularken, “Beklenen deprem Marmara Bölgesini ekonomik açıdan devre dışı bırakabilir. Bu da tüm ülkenin krize girmesi demektir.” uyarısında bulunuyor. Gerçekten insanın sırtını ürperten bir senaryo bu. 17 Ağustos 1999 yaşanan Gölcük merkezli depremin yarattığı dehşet hasarı bizzat yerinde gören, deneyimleyen, EGE TV izleyenlerine aktaran bir gazeteci olarak, geçen 22 yılda ancak bir arpa boyu yol aldığımızı söyleyebilirim. İnsan kaybının maddi karşılığı olmasa da, Marmara’da yaşanacak olası büyük bir depremin Türk ekonomisinde yaratacağı hasarın ne olacağı konusunu şimdiden düşünmemiz gerekecek. GSYH’NİN YÜZDE 40’I YOK OLACAK TÜSİAD, TÜRKONFED ve SEDEFED’in iş birliğinde geçen aylarda yayınlanan, ancak kamuoyunda yeterince tartışılmayan rapor bu konuda önemli ipuçları veriyor. Buna göre sanayi ve üretim alanlarının yüzde 60’ı deprem bölgesinde olan İstanbul'da yaşanacak 7,4 büyüklüğümdeki bir depremin vereceği maddi zarar 300 milyar doları bulabilecek. Büyük harflerle yazalım ki daha iyi anlaşılsın: BU RAKAM TÜRKİYE’NİN GAYRI SAFİ YURTİÇİ HASILASI’NIN KABACA YÜZDE 40’ININ SANİYELER İÇİNDE YOK OLMASI DEMEK… Türkiye’nin sanayi üretiminin yüzde 40'ını, vergi gelirlerinin yüzde 46'sını, ihracatının yarısını oluşturan İstanbul’da yaşanacak olası deprem felaketi, Türk ekonomisi üzerinde tartışmasız bir numaralı risk unsurunu oluşturuyor. Rapordaki “en iyimser” tahminlere göre; sadece İstanbul’da yaklaşık 2 milyon insan için acil barınma ihtiyacı doğacak. AYAKLARIMIZIN TAM ALTINDA… Mevcut binaların sadece yüzde 2'sinin yıkılması ve yüzde 17’sinin orta ve ağır hasar görmesi senaryosu üzerinden yapılan senaryoda, 7 bin 500 kişinin ağır, 12 ilâ 15 bin kişinin hafif yaralanacağı, yaklaşık 40 bin kişinin hastanede tedavi ihtiyacı duyacağı anlaşılıyor. Demem o ki… Faiz, döviz, erken seçim ve saire derken, ayaklarımızın tam altında duran ve sadece uykuda olan devin kıpırdaması, güzel ülkemizin bağımsızlığına dahi halel getirecek akıl almaz sonuçlar doğurabilir. Hepimizin her an unutmaması gereken bir sorunumuz bu…  

SON “10 OCAK”’IMIZ OLMASIN…

Bugün 10 Ocak. Çalışan Gazeteciler Günü… Türk basın tarihinin en önemli kazanımlarından olan ve bugün bile daha ötesine geçilememiş 212 sayılı Basın-İş Yasası’nın TBMM’de kabul edildiği 10 Ocak 1961’den itibaren kutlanıyor bu özel gün… 212 sayılı yasanın altında imzası olan merhum Bülent Ecevit’i rahmetle anıyoruz. Bugün “Çalışmayan” ya da “Çalışmayan” gazeteciler için kimin ne söylediğine bakılmasa da, Türk basını, gazeteleri ile televizyonları ile radyoları ile internet siteleri ile tarihinin en zorlu dönemini yaşıyor. Atatürk’ün deyişi ile “milletin müşterek sesi” olması gereken Türk basını; yaşadığı maddi zorluklara ek olarak kağıt maliyetinden enerjiye, baskı maliyetinden personel giderlerine kadar başa çıkılması imkânsız maliyet artışları ile mücadele ediyor. SAYFA SAYILARI AZALIYOR Bayiden aldığınız gazetelerin sayfa sayılarındaki dramatik azalma bunun en bariz göstergesi. Ve 10 Ocak’ı bahane ederek, size yaklaşmakta olan bir tehlikeyi haber vermek istiyorum. Başta yerel gazeteler olmak üzere binlerce insanımıza istihdam sağlayan basın kuruluşları, içinde bulundukları olumsuz finansal koşullar devam ederse, en geç bir yıl içinde kapanmak durumunda kalacak. Bu noktada başta siz okurlarımız olmak üzere, kamu otoritelerinin mali desteği / katkısı hayati önemde. Hele ki gazetelerin bugünkü sayfa maliyetleri ve baskı giderleri ile baş edebilmeleri mümkün değil. Hükümetin, kamu kurumları ve bankalar eliyle doğrudan desteklediği basın kuruluşları belki bir süre daha bu darboğazdan çıkış yolu bulabilecek. Ancak önünde sonunda onlar da bu gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalacaklar. ÇÖZÜM SİZSİNİZ “Pekâlâ çözüm nedir?” diye soracak olursanız, ilk cümlede “Sizsiniz” derim… Evinize her gün en az bir yerel gazete alarak, haber alma özgürlüğünüze hizmet eden basın emekçilerine, matbaa çalışanlarına, gazete bayilerine bir sıcak nefes verebilirsiniz. Ve kuşkusuz ikinci görev meslek örgütlerimizin… Hükümet’e yakın ya da uzak, şu partiyi eleştiriyor ya da destekliyor demeden, herkesin aynı gemide olduğu bilinci ile hareket etmeliler. Türk basınının, hepsi birbirinden kıymetli kuruluşlarını yaşatmak yolunda çözüm üretmeliler. Yarın çok geç olmadan… Binlerce emekçi daha işsizler ordusuna katılmadan… Ve son görev kamu otoritesinin. Dünyanın tüm gelişmiş demokrasilerinde basın kuruluşları, “demokrasilerin en temel yapı taşları” olduğu bilinci ile ciddi destekler alıyor. Siyasal iktidarlar, kendilerine yakın ya da uzak olduklarına bakmaksızın, basın kuruluşlarının yaşamaları için ciddi destekler sağlıyor. 76 yıllık köklü bir deneyimi gerisinde bırakan Türk demokrasisine hizmet eden basınımız, bu âlicenaplığı fazlasıyla hak ediyor. Tüm olumsuzluklara rağmen, 10 Ocak Çalışan Gazetecileri Günü’müz kutlu olsun... HAFTANIN SÖZÜ İyi yaşamak için, kısa bir süre yeterince uzundur… Cicero