Çevremiz hızla yapılaşıyor. Büyükşehirlerde olduğu gibi, sahil kasabalarında da sürekli olarak inşai faaliyetler devam ediyor. Ülkemiz coğrafyasında nüfus popülasyonun deniz kıyısı, sahil, sayfiye kes...

Çevremiz hızla yapılaşıyor. Büyükşehirlerde olduğu gibi, sahil kasabalarında da sürekli olarak inşai faaliyetler devam ediyor. Ülkemiz coğrafyasında nüfus popülasyonun deniz kıyısı, sahil, sayfiye kesimlere baskısı giderek tırmanmış durumda. Sahil kasabaları, metropollerden uzak ilçelerin en büyük sıkıntısı, sürekli olarak yazlık konut yapılaşması baskısına maruz bırakılması. Kuzeyden güneye, Ege’den Akdeniz’e en ücra koylara kadar siteler, yazlık konut yapılaşması devam ediyor. Bu baskı, kıyı yasası ile herkesin ortak kullanım alanı olan coğrafyada dahi kısıtlamaları beraberinde getiriyor. Bununla beraber, bazen kıyıda yer alan orman bölgelerine, doğal veya arkeolojik anlamda sit tanımı ile koruma altına alınmış bölgelere bile tecavüz edildiğini, aksine yönde alınmış birçok koruma yasası, düzenleme ve kanuna karşı yapılaşıldığını görebiliyoruz. Özellikle varlıklı kesimin rağbet ettiği yüksek maliyetli emlak konut piyasasına hitap eden villa ve rezidanslar bu baskıyı artıyor. Sermaye ve gücünün etkisi ile yasal mevzuatı delme kabiliyetleri çok daha yüksek. Ülkemizde son yıllarda çevreci akımların birçok doğa karşıtı iş veya işletmeye tavır sergilediğini görebiliyoruz. Ne yazık ki, mesele konut yapımı ise, aynı duyarlı tepkiden bahsetmek söz konusu olmuyor. Sürekli olarak daha fazla site, villa, toplu konut üreten sayfiye bölgelerinde, ekilebilir dikilebilir araziler çoktan bu uğurda feda edildi bile. Oysa SİT dereceleri dışında, tarım arazileri koruma kanunu, zeytinlikleri koruma hakkında düzenleme, yeraltı su rezerv koruma alanları gibi çok sayıda engeli bile kolaylıkla görmezden gelebiliyorlar. 2018 de yürürlüğe konulan İmar Barışı düzenlemesi de bu tip istismarlar sayesinde amacının çok uzağında kullanıldı. İmar, inşaat ve rant kıskacına düşmenin, çevremizi tamamıyla değiştirdiğini, doğamızı yok ettiğiniz göremiyoruz. Güzel, bozulmamış bir doğal alan gördüğümüzde, akla gelen ilk dürtü orada gayrimenkul sahibi olmak oluyor. Varlık sahibi, ekonomik gücü olan kesim için bu dürtüye erişmek çok daha kolay. İlginç olan, “paramız varsa, alırız, yaparız “mantığıdır. Saydığımız birçok kanun, aslında tamamen bu algıyı yıkmak için tesis edilmiştir. Yine de, önemli olan tek gerçeğin varlıklının elindeki güç olduğunu düşünmeye ve yalnızca bunu umursamaya devam ediyorlar. Sermayenin ele geçirdiği coğrafya gün ve gün kabuk değiştiriyor. Tarlalardan, bahçelerden oluşan ovalar, yerini sitelere bırakmaya devam ediyor. En lüks konutta oturanların, domates yetişecek bahçe kalmadığını bugün için umursadığını sanmıyorum. Ancak yakın bir gelecekte, iklim değişikliği ve kuraklık gibi risklerle birlikte, öncelikli sorun, kaç tane gayrimenkulün olduğu değil, bahçende sağlıklı kaç farklı ürün yetiştirebildiğin olacaktır. Sadece, orada da bir yatırımımız da olsun diye alınmış villalar, seneden seneye birkaç günlüğüne kullanılan rezidanslar, gayrimenkul, emlak zenginliğinin, doğa fakirliği olduğunu, biran evvel anlamamız gerekiyor. İçinde yaşamayacağımız çiftlikler, mülkler sahibi olmak sevdamızdan vaz geçmemiz gerekiyor. Doğal alanlar, koruma bölgeleri, SİT’ler, tarım arazilerinde yüzme havuzlu villa üretiminden vazgeçmemiz, bu yöndeki gayretin önüne geçmemiz gerektiği açıktır. Domatese, patatese, kavuna harcanacak suyu, lüks konutların bahçelerinde kullanma sevdamızdan vaz geçmek zorundayız. Koruma yönünde yapılmış düzenlemelere sıkı sıkıya tutunmaz, yaşadığımız bölgeleri koruyamazsak, doğamızın yok edilmesini hep birlikte seyretmiş olacağız. Ve bu çirkin rant oyunun geri dönüşü olmayacak!