İnsan, düşünen, üreten, geliştiren ve nihayetinde tüketen bir varlıktır. İlk insandan bu yana her çağda bu kronoloji...

İnsan, düşünen, üreten, geliştiren ve nihayetinde tüketen bir varlıktır. İlk insandan bu yana her çağda bu kronolojik döngü kendini yenilemekte, güncellemekte ve yine insana hizmet etmek için durmaksızın gelişmektedir. İlk çağlarda yaşayan insanla günümüz insanına baktığımızda, her şeyin başlangıçtaki o üç temel ihtiyaç üzerine inşa edildiğini görürüz. Barınma, beslenme ve çoğalma. Ancak nüfus çoğaldıkça, insan dünya coğrafyasındaki hacmini gitgide arttırdıkça, ilk başta basit gibi görünen bu ihtiyaçlar daha fazla önem kazanmış, onları korumak, sahip çıkmak ve nihayetinde üzerinde kayıtsız şartsız bir egemenlik kurmak gerekmiştir. Söz konusu egemenlik, güçlünün zayıf üzerindeki hâkimiyetiyle ortadan kalktığı için bunun ancak kişiden ve kişilerden oluşan idareden başka bir kavram tarafınca sağlanabileceği ortak akılla kabul edilmiş; bu bakış açısı ile günümüz hukukunun temelleri atılmaya başlanmıştır. Zira hukuk gerek kişiye, gerekse içinde yaşadığı topluma, hangi haklara sahip olduğu ve bunlar ihlal edilip, hiçe sayıldığında, hakkını nerede ve nasıl arayacağı, bunları yeniden nasıl tesis ettireceği yönünde garantörlük eden her şeyden daha üst bir kavramdır. Geçmişten günümüze kadar var olmuş tüm toplumların yazılı ve yazısız hukuk sistemleri olduğu, bu sistemlerin doğruyu ve olması gerekeni (ideali) yakalamak adına çabaladığını görürüz. Bu çabalar birbirinden örf, adet, gelenek, görenek, etik, ahlak, din gibi olgularla farklılıklar gösterse de hepsi aynı amaca hizmet etmek için oluşturulmuştur. Ancak bu sorunları çözmek açısından yetersiz kalmıştır. Bugün bile 20.yy’da hala hukuk sistemlerinde çıkmazlar yaşanmakta, bilhassa gelişmekte olan ülkeler kendi iç hukuk sistemlerinde yaşanan sorunlar nedeniyle, kendilerinden daha üstün olduğu kabul edilen gelişmiş ülkelerin hukuk sistemleriyle sorunlara çare aramak zorunda kalmaktadır. Bugün mahkemelere taşınan tüm çıkmazların, kişinin tabiri caizse haddini bilmemek, başkasına ait olana göz dikmek, kendisine yasayla çizilen sınırın dışına çıkmak, başkasının hakkına tecavüz etmek, saygılı ve hakkaniyetli davranmamak, kendine yakın bulduğunu kayırıp, diğerini görmezden gelmek gibi insanın karakteristik özellikleriyle özdeşleştiğini görüyoruz. Günlük yaşantımızda çevremizde bu çıkmazlara zemin hazırlayan insanlara ve icatlara sürekli maruz kalıyoruz. Buna bir kaç örnek verecek olursak; herkesin kullanımına açık kamuya tahsis edilmiş, yol, sokak, kaldırım gibi alanların işletmelerce işgal edilmesini, yasak olan yere araç park edilmesini, olur olmadık saatlerde yüksek sesle müzik dinlenmesini, ortak yaşam alanlarında durumun gereğine uygun hareket etmemeği söyleyebiliriz. Her insan özgürdür. Özgürlük ise hukukça yasaklanmamış olan ve serbest olandır. Ancak bu özgürlük sınırsız, sonsuz ve koşulsuz değildir. Bireyin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter. Sanıyorum ki, hayatımıza ve hayatımız içinde yaptıklarımıza bu bakış açısıyla yaklaşabilirsek, hem kendimiz için hem de toplum için daha barışçıl daha insani daha huzurlu bir ortam sağlanmış olur. Sorun sadece yanlışları tespit etmek, yanlış yapanı cezalandırmakla değil; soruna sebebiyet veren diğer parametreleri ortadan kaldırmakla mümkün olur. Bunun içinde bireyin iyi eğitimli olması, dogmatik yaklaşımlardan çok etik açıdan kendini geliştirmesine, empati ve sağduyu sahibi olmasına, yalnız kendisinin veya parçası olduğu toplumun değil, dünyadaki barış ve huzur ortamının ancak hukukun uygulandığı ölçüde gerçekleştiğine inanması gerekir.