Araştırmacı-yazar Tahir Şilkan, edebiyatımızın işçiler konusunda hala yeterli olmadığının altını çizdi. Şilkan, edebiyatımızda yoğun şekilde yer alan Zonguldak’la ilgili olarak da kentin g...

Araştırmacı-yazar Tahir Şilkan, edebiyatımızın işçiler konusunda hala yeterli olmadığının altını çizdi. Şilkan, edebiyatımızda yoğun şekilde yer alan Zonguldak’la ilgili olarak da kentin gerçekliğine işaret etti  Tahir Şilkan, Türk edebiyatında işçiler ve ücretli emek konusunda önemli araştırmaları olan bir yazar. Birlikte planladığımız “Türkiye’de Emek Romanları” konulu görsel çalışmamız salgından dolayı sanatseverlerle buluşamadı. Hal böyleyken biz de konunun araştırmacılar ve meraklı okuyucular için berraklaşması adına bir söyleşi yaptık. Şilkan, 1909 yılında işçileri anlatan ilk öykümüzden korona günlerine işçi-emekçi yazını adına önemli tespitlerde bulunuyor. Türkiye’de ilk romanın yazılışından bugüne kadar işçi sınıfının yeter düzeyde konu edilmediği aşikar. Bunun nedenleri üzerine kafa yoracak olursak, ilk neden olarak neyi ele alırsınız? Romancılık bizde,  Tanzimat’tan sonra başlamış. 150 yıllık bir geçmişi var. İlk romanlarımızda çeviri romancılığının büyük etkisi var. O dönemdeki yazarlarımız Fransızca biliyorlar esas olarak ve Fransız romancılığının taklidi eserler veriyorlar. 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başından itibaren değişiyor bu durum. Halid Ziya Uşaklıgil, çok güçlü bir roman tekniği bilgisi var, İstanbul Darülfünunu’nda İngiliz Dili ve Edebiyatı müderrisliği yapıyor. Aşkı Memnu, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Nesli Ahir gibi günümüzde de okunan başarılı romanlar yazmış. O dönem romancılığımızı temsil eden yazarları Halide Edip Adıvar, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin.  Bu yazarlarımızın romanları, yanlış batılılaşma, Osmanlı Devleti’nin son dönemi, toplum hayatı, savaşın yarattığı acı, yıkım,  Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesi yaşananlar. Romancılığımız için talihsiz ve zor bir dönem. İktidarda, özgürlük, demokrasi gibi kavramlardan korkan bir padişah var ve toplumsal sorunların yazılması “ sansür” nedeniyle neredeyse olanaksız. Romanda değil ama öyküde görüyoruz ilk kez hayatı üreten emekçileri…1909 yılında genç bir Refik Halid çıkıyor ve Hakkı Sükut (Sus Payı) öyküsünde, Bursa’da bir ipekböceği fabrikasında üretimin sonucu olarak zehirli gazları soluyan her ulustan gencecik işçi kızların art arda ölümünü anlatıyor. Birkaç yıl sonra Bursa’da işçi kadınların direniş haberleri duyuluyor. Sorunuza dönecek olursam, öncelikle sanayileşme çok zayıf, İstanbul, Adana, İzmir, Bursa, Selanik gibi şehirlerle sınırlı ve çok cılız. Demiryolu emekçileri var yaygın olarak ve en bilinçli, emekçi kavramına en yakın işçiler de onlar. Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca isimli romanı, ülkemizdeki çıkrıklarla gerçekleşen üretimin, İngiltere’den gelen manifaktür kumaşlar sonrasında durması olgusunu hikaye eder. Zayıf, cılız bir endüstri ve sınıf bilinci olmayan yetersiz işçi- emekçi, onların hikayesini yazacak yazarlarımızın yokluğu… İlk nedenler olarak bunları sıralayabilirim. Roman şüphesiz ki bu coğrafyaya özgü bir anlatı ve yazın biçimi değil. Romanımız teknik ve konu bakımından farklı dillerin edebiyatından etkilenmiştir, tamam. Ancak, 19. yüzyılda Fransa’da “ Germinal “ yazılırken bizde konu itibariyle böyle bir roman yok. Romanımızın işçi meselesi konusunda olsun bu etkiye açık olmamasını nasıl açıklayabiliriz? İlk yanıtımda biraz sizin bu sorunuzdaki gerçekliğe değinmeye çalışmıştım. Osmanlı toplumunun yapısından kaynaklanıyor hiç şüphesiz. Devletin Tanzimat, Meşrutiyet, yenileşme hareketi 2. Abdülhamit döneminde uzun bir akamete uğruyor ve istibdat dönemi olarak nitelenen bu dönemde, edebiyatta belli sözcük ve kavramların kullanılması dahi soruşturmaya konu oluyor. Sansür kurulu izin vermiyor, yasaklıyor. 19. yüzyılın sonunda işçiler ağırlıklı olarak İstanbul’da. Tramvay işçileri, askeri dikimevi işçileri, demiryolu işçileri, genelde hizmet işçileri. İstanbul, Selanik, İzmir liman işçileri. Çok cılız bir endüstri, ayakkabıcılar, deri işçileri var. Madenler henüz işletilmiyor. İngiltere, Fransa gibi ülkelerde, madenlerde 15-16 saat çalışıyor maden işçileri ve çalışma şartları çok ağır. Bizde ne böyle bir romanın maddi koşulları var, ne de, böyle bir bilince ulaşmış bir yazar. İşçi sorunlarının edebiyata yansıması çok sonraları. Yoksa, ilginçtir Maksim Gorki’nin tüm dünyada gençlerde devrimci bir bilinçlenmeye yol açan ‘Ana’ romanı 1908 Devrim koşullarında İstanbul’da yayınlanan bir günlük gazetede tefrika ediliyor.  Ancak, bizde yazılı edebiyat çok zayıf, olan da, konusunu aşk, ince hastalıktan ölen genç aşıklar, vuslat, savaş yoklukları, tabiat, gündelik hayatla sınırlı. İstibdada karşı, özgürlükten söz eden romanlar da yazılıyor, özellikle 1908’den sonra ama emekçileri konu alan, işçi karakterlere yer veren bir roman henüz yok. Sizin “ Emek Romanları” olarak listelediğiniz kitapların coğrafyasında Zonguldak ve Çukurova’nın yoğunluğu dikkat çekiyor. Romancılığımızın bu iki işçi havzasını ele alırken benzerliklerini ya da aynı biçimde altını çizdikleri noktalar neler? Cumhuriyet’in 1950’lere kadar olan bu döneminde; Refik Halid Karay’ın ‘Memleket Hikayeleri’, Sadri Ertem’in ‘Kaybolan Adam’, ‘İndir Bacayı Kaldır Bacayı’, ve Sabahattin Ali’nin öykü kitapları ile yukarıda değindiğim Sadri Ertem’in ‘Çıkrıklar Durunca’ romanından sonra Mahmut Yesari’nin ‘Çulluk’ romanında ilk kez işçilerin hikayesi anlatılır. İkinci Dünya Arifesi dönemde, Cevdet Kudret’in Sınıf Arkadaşları, Havada Bulut Yok, Reşat Enis’in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın romanından sonra bu kez Reşat Enis’in Çukurova’da tarım emekçilerini anlatan Toprak Kokusu romanı yayınlanır. Yaşar Kemal’in Toprak Kokusu’nun 1990’lı yıllardaki yeni baskısına yazdığı önsözde yaptığı belirleme önemlidir. "...Bu kaynaşan, Anadolu'nun yüreğinin attığı yeri, Çukurova'yı ilk o dile getirdi ve ondan sonra gelenlere bir çığır da olsa yolu o çizdi. Roman olarak yetersizliği elbette tartışılır ancak öncü rolü tartışmasızdır…” Zonguldak kömür madenciliğinin merkezi ve ülkemizde kömür madeni çıkarılmasının önemi o yıllarda tartışılmaz gerçekliğimiz. Madende çalışacak işçi bulmak için o yöredeki köylülere “mükellefiyet” adı altında çalışma zorunluluğu getiriliyor. Madencilik, ülkemizde dün olduğu gibi günümüzde de ölümlü iş cinayetlerinin sürdüğü bir iş alanı. Her yıl yüzlerce emekçi yaşamını ve sağlığını yitiriyor. Salgın günlerinde, Büyükşehirlerle birlikte Zonguldak ilinin de sokağa çıkma ve seyahat yasağı kapsamında yer alması olgusunun temelinde sağlığını yitiren işçilerin çokluğu belirleyici etkendir. Orhan Kemal’in muhteşem romanı Bereketli Topraklar Üzerinde de vurguladığı üzere, bereketli Çukurova emek sömürüsünün de en yoğun yaşandığı coğrafya. Tarım ve tarıma dayalı dokuma, iplik sanayinin merkezi olan Çukurova 1970’lere kadar her yıl on binlerce amele, ırgat ve işçinin çalışma yapmak için, umutla gittikleri yer. Ağaların işçi sömürüsü aynı biçimde günümüzde de sürüyor. Bu romanlarda altı çizilen benzer olgu, patronların örgütlü olmasına karşın, işçilerin örgütsüz olmaları gerçeğidir. İşçiler, haklarını savunacak sendikalardan, birlikten yoksundur. Çaresizdir, yaşananları kader olarak kabul etmektedir. Türkiye’nin günümüzde de ekonomik başkenti olan İstanbul, işçi sınıfının da başkenti. Romancılarımız İstanbul’daki “işçi ve ücretli emek “ konularını ne denli ele almıştır? Üzülerek tespit etmek gerekirse, romancılarımızın pek azı işçi ve ücretli emek konusunu romanına konu etmiştir. Gerçekte İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa romancılığında da işçi, emek konusunu temel alan roman sayısı fazla değildir. Ama öykü ve şiirde biraz daha fazla konu olan işçi ve emek romanda yeterince konu olmamıştır. Nazım Hikmet’in ‘Kan Konuşmaz’, Cevdet Kudret’in ‘Karıncayı Tanırsınız’, Reşat Enis’in ‘ Sarı İt’, Hakkı Özkan’ın ‘Grevden Sonra’, Fakir Baykurt’un ‘Kara Ahmet Destanı’, Nejat Elibol’un ‘Direnen Haliç’, Orhan Kemal’in sinema emekçilerinin hayatını anlattığı ‘Yalancı Dünya’ ile  ‘Bir Filiz Vardı’ ve anımsayamadığım birkaç yazar ve roman dışında İstanbul’daki işçi ve emekçilerin yaşamını ve mücadelesini anlatan roman olmadığını söylemem gerekiyor. Siyasi romanlar var pek çok. Bu romanlarda ara sıra işçi sözü geçer elbette ama bu romanları işçi-emekçi romanı olarak nitelemek gerçekçi değil.   SONRAKİ SÖYLEŞİ: Çukurova’dan Ege’ye emek romanları