İstanbul, dünyada iki kıtaya yayılmış, imparatorluklara başkentlik etmiş kadim bir şehir. Çocukluğumun geçtiği İstanbul’un nüfusu, 1980’li yılların başında 4 milyondu. O yıllarda da Türkiye’nin en ka...

İstanbul, dünyada iki kıtaya yayılmış, imparatorluklara başkentlik etmiş kadim bir şehir. Çocukluğumun geçtiği İstanbul’un nüfusu, 1980’li yılların başında 4 milyondu. O yıllarda da Türkiye’nin en kalabalık şehriydi. Bugün gibi anımsarım, ilkokul öğretmenimiz Aykal hanım, konuyu derslerinde sürekli dile getirir, nüfus artışının bir gün bu şehri yaşanmaz hale getireceğini söylerdi. Aradan 40 yıl geçti. Ekrem İmamoğlu’nun sosyal medya hesaplarında yaptığı paylaşımlarda kullanılan “16 milyon için çalışıyoruz” sloganını ne zaman duysam, çocukluk günlerimi anımsıyorum. İşin kötüsü, 40 yılda nüfusu 4 kat değil, daha fazla artan bir şehir İstanbul.

NEREYE KADAR ARTACAK?

Sormak istediğim soru basit aslında: Her ziyaretimde ilkokul öğretmenimin öngörülerini haklı çıkaran bu şehrin nüfusu hakkında bir üst sınırımız var mı? Ya da olacak mı? Günlük giriş çıkışlar ve kayıtsız göçmenlerle birlikte düşünüldüğünde nüfusu 20 milyonun üzerinde bir şehirden söz ediyoruz. İSKİ’nin günlük su tüketimi rakamları da bu durumu teyid ediyor. Tek karış toprağın kalmadığı, beton denizine dönen, olası büyük bir depremde yüzbinlerce insanın saniyeler içinde öleceği, hayatta kalanlara bir yudum suyun bile ulaştırılamayacağı bir şehir. 1999 yılı ve öncesinde inşa edilen bina sayısının 818 bin olduğu, 7,5 ve üzeri şiddetteki olası bir depremde bu binaların en az 500 binin ağır hasar alacağı ya da yıkılacağının bilindiği, bu binalarda yaşayan insan sayısının yaklaşık 6 milyon olduğu bir şehir. Gece yarısı bile bir yerden başka bir yere giderken trafikte sıkışıklığın yaşandığı, insanların en değerli varlıkları olan zamanlarını yollarda tükettikleri bir şehir.

ÇÖZÜM GÖÇÜ SINIRLANDIRMAKTA

Ve böyle bir depremin vereceği zararla, Türk ekonomisinin diz çökmesine sebep olacak bir şehir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kentin hemen her noktasında metro inşaatları görülse de araç sayısındaki ve nüfustaki çılgınca artışa mevcut altyapının yetişmesi olanaksız. Okurlarımın “pekâlâ ya çözüm” dediklerini işitir gibiyim. Çözüm İstanbul’a ve belki diğer büyükşehirlere göçün sınırlandırılmasından geçiyor. Devletin, yerel yönetimle el ele vererek bu büyük sorunu ve riski azaltması gerekiyor. Dünyanın bilinen metropollerindeki nüfus yıllardır değişmiyor ya da çok küçük oranlarla artıyor. Hatta nüfusu azalan dünya metropolleri de var. 2030 yılında, 2040 yılında, 2050 yılında İstanbul’un nüfusu hangi seviyede olacak? Bu sorunun yanıtını biliyor muyuz? Altyapı, su, enerji, yol, tünel, köprü, çöp gibi günlük yaşamı etkileyen sorunların yanı sıra; deprem gibi tüm ülkeyi ve ekonomisini ilgilendiren soruna hangi çözümleri üreteceğiz? Meseleyi bina yıkıp yapmakla değil, bina sayısını azaltmakla çözeceğimizin farkında değil miyiz?

YÜZÖLÇÜMÜ SADECE %0,7

Düşünebiliyor musunuz… Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinden fazlasının yaşadığı İstanbul’un, ülkenin yüzölçümünden aldığı pay sadece %0.7. Nüfusu, yüzölçümünden yirmi kattan fazla olan bu şehrin kördüğüm olmaması mümkün değil. Yarattığı büyük ekonomik gücün, hızla Türkiye geneline paylaştırılması, İstanbul dışına göçü teşvik edecek mekanizmaların geliştirilmesi gerekiyor. Ülke nüfusunun beşte birinin yaşadığı bu şehir, Türk ekonomisinin yarattığı değerin yarısını üretiyor. İstanbul Ticaret Odası verilerine göre Türkiye genelinde toplanan vergilerin yüzde 48,2’si, dış ticaretin yüzde 48,7’si bu şehirde gerçekleşiyor. Yabancı sermayeli şirketlerin yüzde 62’si İstanbul’da. Dolayısıyla “İstanbul’u nasıl kurtaracağız?” sorusunun yanıtını ararken, önce, “İstanbul’u neden bu hale getirdik?” sorusunun sorulması ve ilk iş olarak kent merkezine araç giriş çıkışlarını sınırlandıracak mekanizmayı bir an önce hayata geçirmek gerekiyor. Tıpkı Londra’da 20 yıldır başarıyla uygulanan sistem gibi. 8.8 kilometre çapında, 19 kilometre uzunluğundaki Londra Merkez Ring Bölgesi’ne hafta içi sabah 7’den akşam 6’ya, hafta sonu öğlen 12’den akşam 6’ya kadar araçla girebilmek için günlük 15 sterlin (yaklaşık 350 lira) ödemek gerekiyor. Bu bedelin ödenmemesi durumunda, aracın büyüklüğüne göre 65 ile 200 sterlin arasında ceza yazılıyor. Hem kent trafiği azalıyor ve toplu ulaşım teşvik ediliyor hem de hava kirliliğine çözüm bulunmuş oluyor.

CUMHURİYET VİZYONU

İstanbul’un için kalıcı ve yapısal çözümü uzaklarda aramaya ise gerek yok. Cumhuriyetimizin kuruluşunda, Türk sanayisini ülke sathına yayma stratejisi büyük bir başarıya ulaşmış, 1923-1938 yıllarını kapsayan ilk 15 yılda ülkedeki sanayi nüfusu iki katına çıkarken, İstanbul’un nüfusu nerdeyse sabit kalmıştı. Aynı şekilde 1960’lı yıllarda – özellikle Süleyman Demirel’in ilk Başbakanlık dönemi olan 1965-1971 arasında- dev sanayi kuruluşların temelleri atılırken, İstanbul’un nüfusu dengede tutulabilmişti. 1980’li yıllar ve Özal yönetimleri ile birlikte hızlanan göç, imar afları, sanayinin Marmara’ya odaklanması; bu olağanüstü şehre adeta cinnet yaşattı. 14 Mayıs seçimlerinde iktidara kim gelirse gelsin, ülkeye yeni bir hikâye yazdırmak istiyorsa, Anadolu’nun orta yerindeki bir köyden koca bir başkent yaratan Cumhuriyet vizyonuna sarılmak zorunda.

KILIÇDAROĞLU’NUN EZBER BOZAN ÇIKIŞINA ALKIŞ…

Türkiye’de toplumun bir bölümü (ne mutlu ki küçük bir bölümü) oy verdiği insanların dinini, mezhebini, varsa mensubu bulunduğu tarikat ya da cemaati belirleyici bir faktör olarak görüyor. 2023 dünyasında saçma, akıl dışı, bilim dışı ve hepsinden önemlisi ayıp bir davranış şekli bu. Ama maalesef gerçek. Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun arife günü paylaştığı sosyal medya mesajında Alevi olduğunu açıklık ve samimiyetle belirtmesi, bu videonun rekor denebilecek bir seviyede izlenip paylaşılması, Türkiye’deki değişimin ayak seslerini oluşturuyor.

18 YAŞIMA KADAR BİLMİYORDUM

Kılıçdaroğlu’nun Alevi inancına sahip olması, Türkiye’de hemen herkesin bildiği ve Sayın Cumhurbaşkanı tarafından seçim meydanlarında örtülü şekilde siyasete meze edilen bir durumdu. Ancak bu istismar, Kılıçdaroğlu’nun açıklaması ile bundan sonra tarihe gömülebilir. Neden mi? Kendimden örnek vereyim… Bu sütunlarda pek çok kez dile getirdiğim, ilk kez okuyan dostların beni şaşırtacak kadar ilgisini çeken bir gerçeğim var. Ben 2 Temmuz 1993 günü yaşanan Sivas Katliamı’na kadar Sünni olduğunu bilmeyen birisi idim. O lanetli günde, Sivas’ın bir otelinde mahsur kalan 35 aydının diri diri yakılarak katledilmesi sonrasında, Aleviliğin bir inanç mezhebi olduğunu öğrenmiştim. Oysa, siyasete son derece meraklı, tartışmayı seven, eli kalem tutan ve 18 yaşına gelmiş bir gençtim.

BENİM İÇİN İSLAMİYET…

Ancak o güne kadar ailem ve yakın çevrem, İslam inancının en temel unsurlarının temiz ahlaktan; kimsenin malına, canına, ırzına el uzatmamaktan; devletin malına (beyt-ul mal) göz dikmemekten; anaya, babaya, büyüklere saygıdan; çok çalışmaktan geçtiğini belirtmişlerdi. Bir kişiyi ahlakına, çalışkanlığına, karakterine, namusuna, dürüstlüğüne göre değil; mezhebine ve yaşam tarzına göre değerlendirmek hem ayıp sayılırdı hem de İslam inancına aykırıydı. Böyle öğrenmiştik biz Müslümanlığı. Okul ve mahalle arkadaşlarımızın, komşularımızın dinini, mezhebini, inancını hiç bilmezdik. Bunları konuşmak bir yana, merak etmek bile ayıp sayılırdı. Sonraki yıllarda çevremde yıllardır tanıdığım yakın arkadaşlarımın Alevi inancına sahip olduğunu öğrendim. Alevilikle ilgili kitaplar okudum. Siyasi tarih okumalarımda; mezhepsel (budunsal) farklılıkları kaşımanın nelere mal olabileceğini Maraş, Çorum ve Sivas gibi katliam girişimleri ile görüldüğüne tanık oldum. Ezcümle, Kemal Kılıçdaroğlu’na oy vermeyi ya da vermemeyi düşünen insanlar; onun eğitimine, liyakatine, dürüstlüğüne, vaatlerine, kadrosuna, söylemlerine bakarak karar vermeliler.

O YASA HEMEN ÇIKARILMALI

Alevi imiş, Sünni imiş, bir dine ya da mezhebe mensupmuş ya da değilmiş… Buna bakmamalılar. Şayet bunlar belirleyici olsaydı, bugün siyasal İslam öğretisinin baş tacı ettiği, buna karşılık muhafazakâr yaşam tarzının yanından bile geçmeyen; geçmemek bir yana çapkınlıkta akıl sınırlarını zorlayan Adnan Menderes, bu memlekette on sene Başbakanlık yapamazdı. Bu nedenlerle Sayın Kılıçdaroğlu’nu, ezberleri bozan ve tabuları yıkan bu açıklaması nedeniyle yürekten kutluyorum. Ve Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde -bana göre en önemli vaadi olan- “Sorulamayacak Sorular Kanunu”nu bir an çıkarmasını diliyorum. Artık bu ülkede kimse kimsenin inancını, dinini, mezhebini, etnik kökenini, siyasal görüşünü soramasın ve sorgulayamasın. Bu soruların bir geri kalmışlık göstergesi olduğu, bu yasa sonrasında daha iyi anlaşılsın…

ASIRLIK TÜRKBANK, YOK PAHASINA MI SATILDI?

Türkiye’nin en büyük ulusal bankalarında yöneticilik yapan bir dostum ile telefonda laflıyoruz. Lafı eğip bükmeden konuşmasına alışkın olduğum dostum, yekten söze giriyor: “Yazılarında ekonomiye ilişkin analizler var ama kısa süre gerçekleşen bir ihale ile ilgili tek kelime yazmadın. Yoksa sen de mi…” Şaşırıyorum, neyi ıskaladığımı düşünmeye başlıyorum… Fazla düşünmeme fırsat vermeden ipucunu veriyor: Türkbank… Türk bankacılık sektörünün unutulmaz markaları arasında yer alan, 1990’lı yıllardaki satışı mafya rezaletlerine konu olan bir bankaydı Türkbank.

İHALE TMSF’DEN…

İzmirliler’in İkinci Kordon’daki tarihi binası ile anımsadığı Türk Ticaret Bankası’nın yüzde 98,4 oranındaki hissesi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF), yani devlete ait idi. TMSF'nin Türk Ticaret Bankası için çıktığı ihalede en yüksek teklifi 455 milyon TL ile İhracatı Geliştirme A.Ş. verdi. Bu şirkette Türkiye İhracatçılar Meclisi, İhracatçılar Birlikleri, Türk Eximbank ile birlikte 20 kamu ve özel bankasının ortaklığı bulunuyor. İhalenin sonucu BDDK ve Rekabet Kurumu onaylarından sonra TMSF Fon Kurul tarafından belirlenecek. 1913'te kurulan bankanın yönetimi finansal kriz sürecinde mali bünyesinin zayıflaması nedeni ile 6 Kasım 1997 tarihinde TMSF’ye devrolmuş, 2001 yılında da bankacılık faaliyetleri sona ermişti. Kariyerine Türkbank’ta başlayan, bankanın faaliyetlerine son vermesi nedeniyle farklı kurumlarda çalışmaya başlayan dostum, pek çoğumuzun atladığı bazı önemli ayrıntıları paylaşıyor benimle:

VARLIK DEĞERİ 1.5 MİLYAR TL

“Türkbank için verilen 455 milyon TL tek kelime ile gülünç bir rakamdır. Bankanın an itibarıyla sahip olduğu gayrimenkullerin değeri bile bu bedelin çok üzerindedir. İkinci Kordon’daki tarihi binasına benzer pek çok tapulu gayrimenkulü var. 1913 yılında Adapazarı’nda 13 iş insanının İslam Ticaret Bankası adıyla kurduğu bankanın, aynı şehirde uzun yıllar Genel Müdürlük olarak kullandığı bina gibi pek çok gayrimenkülü bulunuyor. İstanbul’da da pek çok taşınmaz varlığı var. Bunun yanı sıra TMSF’nin tasarrufunda nemalandırılan nakit varlığı en az 250 milyon TL düzeyinde olması gerekiyor. Ancak bunlardan çok daha değerli olan varlığı ise bankacılık lisansıdır. Bugün Türkiye’de banka sahibi olmak ya da sıfırdan bir ticari banka kurmak neredeyse imkansız. Ancak satın alma ya da ortaklık yoluyla bu sektörde yer alabilirsiniz. Bu durumda lisansı ile birlikte varlık değeri 1,5 milyar TL’nin üzerinde olan Türk Ticaret Bankası’nı 455 milyon TL gibi -22 milyon dolar- gülünç bir rakama satmak akıl alır gibi değil.” Türkbank’ta çalışmış ve dinamiklerine hakim bir bankacının söyledikleri bu şekilde. Türkiye’nin en saygın kurumları arasında yer alan Türkiye İhracatçılar Meclisi’nden (TİM) bu iddialara yönelik cevap gelirse, sütunlarımın açık olduğunun bilinmesini isterim.

HAFTANIN SÖZÜ

İnsan kaybetmekten korktuğunun değerini bilir; elindekinin değil. Gülseren Buğdaycıoğlu