Kadının özgürleşme arzusu erkek egemen iktidara ve erkek egemen kültüre karşı bir isyandır aslında… İşte bu isyanı bastırabilmek için kadına şiddet uygular erkek. Şiddet elbette her zaman vardı. İnsa...

Kadının özgürleşme arzusu erkek egemen iktidara ve erkek egemen kültüre karşı bir isyandır aslında… İşte bu isyanı bastırabilmek için kadına şiddet uygular erkek. Şiddet elbette her zaman vardı. İnsanın doğasında var saldırganlık. Vicdan, sağduyu, eğitim, aile, din, hukuk, gelenek, toplumsal ‘iyi’ rolü bu güdüyü çoğu zaman bastırsa da bazen yetersiz kalabiliyor. Doğru; şiddet endişe verici boyutlara ulaştı. Küreselleşmeye bağlı olarak iletişim araçlarının yaygınlaşması da bu olguyu daha görünür hale getirdi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, sadece haziran ayında Türkiye’de 27 kadın cinayeti işlendiğini, 23 kadının da şüpheli şekilde yaşamını yitirdiğini açıkladı. Daha iki gün önce sürüngenin biri ana kuzusu Pınar Gültekin’i kopardı hayattan. Söylenecek çok söz var. Kınayalım, lanetleyelim, yürüyelim, cezalandıralım tamam da, ne hukuk bu işi çözebilir ne de sosyal paylaşım sitelerinde yakılan ağıtlar… Bu sorun, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemek gibi aslında… Yanlışı baştan yaparsak asla doğruyu bulamayız. Yapılan çalışmalar şiddetin genetik olmadığını söylüyor. Şiddet geni yok yani. Ne var? Öğrenme var… Şiddetin bir hak arama yöntemi olarak kullanıldığı toplumda iletişim becerileri zayıf ve düşük benlik saygısına sahip insanların gösterdiği tavır ortada. Başka bir ifadeyle aşağılık kompleksi kendini ispatlama çabasına dönüyor. Bu ispatlama şekli ne yazık ki şiddete dönüşüyor. Nedeni çok… Psikolojik sorunlar olabilir, narsist kişilik bozukluğu olabilir ancak şu bir gerçek ki; şiddet öğreniliyor… Annesine uygulanan şiddeti normalleştirip kendi maruz kaldığı zaman ses çıkarmayan kadının tavrı bir öğrenmedir. ‘Sırtından sıpayı, karnından sopayı eksik etmeyeceksin’, ‘Kızını dövmeyen dizini döver’ gibi atasözleri ve deyimler aracılığı ile olağanlaştırılmış şiddet kadını ötekileştirdiği gibi aslında bir öğrenmedir… Bir örnek; Anadolu’da büyümüş bir adam. Yemek, temizlik gibi ev işleri annesine emanet. Babasına hizmet eden anne, onun kafasındaki kadın modeli… Adam geliyor Anadolu’dan şehre, bir kızla tanışıyor. Ama kız öyle değil. Şu çelişkiyi taşıyor: Neden bu kız annem gibi değil! Annemin babama verdiği hizmeti bu kız bana vermeyecek. Bu çıkarım ne yazık ki öfkeye dönüşebiliyor… Aile, çevresel faktörler tamam da şiddet-medya ilişkisine ne demeli? Günde ortalama üç buçuk saat televizyon, 3000 de reklam mesajı izliyoruz. Örneğin reklamlarda 22 çeşit kadın bedeni sergileniyor. Fiziksel güzellik unsuru olarak kadın, cinsel aksiyon içerisindeki kadın, tüketimle birlikte sunulan kadın, maskülen kadın, aptallaştırılmış kadın bedeni ilk aklıma gelenler… Benzer modeller dizilerde de var. Asistanlık, hemşirelik, öğretmenlik gibi klişeler ya da dedikodu ve entrikanın sadece kadına atfedildiği modeller… Bunlar bir bakıma ayrımcılığı da körükleyen unsurlar. Bu kadar çok mesaj arasında zihnimizin oluşturduğu anlamlar sonucunda ne yazık ki şöyle bir tablo ortaya çıkabiliyor: O çok iyi hatırladığımız ‘Şule Çet’ davasında olduğu gibi sanığın babası, Şule Çet’in babasına dönüp “Sen de kızına sahip çıksaydın!” diyebiliyor. Ya da şunu rahatlıkla söyleyebiliyor; “Ne işi vardı kızının gecenin o saatinde dışarıda?” Bu yapay serzenişler başta vurguladığım kadının özgürleşme isyanına tepkinin dışavurumu aslında… Tavsiyem anne ve babalara… Öfkesini kontrol edemeyen evlat sahibi olmak istemiyorsanız lütfen onları her istediği yerine getirilen, anında elde edebilme beklentisi ile büyüyen çocuklar olarak yetiştirmeyin. Yanlış ebeveynler yanlış çocuklar yetiştirir. Bu da nesilden nesile geçer…