İzmir soğuk son günlerde... Önce uzun bir süre ağladı, sonra içine kapandı... Gri, hüzünlü bir hava kapladı şehrimi... İnsanlar mutsuz, insanlar umutsuz, insanlar öfkeli ve hiç olmadığı kadar tepkili....

İzmir soğuk son günlerde... Önce uzun bir süre ağladı, sonra içine kapandı... Gri, hüzünlü bir hava kapladı şehrimi... İnsanlar mutsuz, insanlar umutsuz, insanlar öfkeli ve hiç olmadığı kadar tepkili... Neden bilmem, yoksa bu hava mı böyle yaptı bizi? Tahammül sınırlarımız canbazın yürüdüğü ip gibi gergin... Zaten bizler de canbaz misali habire o ipin üzerindeyiz. Anlayacağınız üzere yeteneksiziz, sürekli düşüyor, tahammülümüzü yitiriyoruz. Mutluluğu bulamıyoruz. Aramızda kalsın, artık onu çok da aramıyoruz... Uzun süre önce bir film izlemiştim... İnsanlar içine kapanmış, hayal dünyalarında yaşıyorlardı. Hayatları gerçekten çok zordu, sahte yüzlerle sadece vakitlerini geçiriyorlardı. Aslında, ölmek için zaman dolduruyorlardı. ‘Ne acı’ diye düşünmüştüm kendi kendime, oldukça da üzülmüştüm. Şimdi etrafıma bakıyorum: O filmin içinde değiliz, değil mi? Aslında biz çok neşeliyiz... Doğduğumuzda tamam ilk önce ağlarız ama sonra hep gülücükler saçarız etrafımıza... Dünyanın en çok sevilen şeyi bizim gülümsememizdir. Unuttuk, hatırlamamız gerek... Aslında çoğu şeyi unuttuğumuzdan başımıza geliyor bütün felaketler... İlk önce mutluluğun formülünü unuttuk, sonra arkası geldi zaten. Elektrikleri kesik evde yere konan sininin başında kahkahalarla eşlik ettiğimiz sofraları unuttuk. Annemizin cep harçlıklarını biriktirerek aldığı o çok istediğimiz kazağı... En ihtiyacımız olduğu anda yerde bulduğumuz o 5 lirayı unuttuk biz. Mayıs ayının ilk haftasında yediğimiz o sakızlı dondurmayı... Birinci sınıfta öğretmemizin yakamıza taktığı kurdeleyi, kızaran elmalarımızı ve yanaklarımızı unuttuk. Sonra... O ilk aşkımızı unuttuk. Düğün gününden bir gün önce çektiğimiz karın ağrısını unuttuk. Çocuğumuzun ilk ultrason fotoğrafını. İlk maaşımızla aldığımız yarım kiloluk baklavanın tadını unuttuk. Babamızın gözündeki gururu, sırtımızdaki elini. Unuttukça da kendi içimize kapandık. Soranları da ‘Acıyı, derdi sırtlandık’ diye yanıtladık. Utanmadan bir de söylendik, ‘Hep bize mi uğruyor bu acılar!’ Sizce de mutsuzluğu biraz abartmadık mı? Bize verilen formülü çok çabuk unutmadık mı? Oysa mutluluk içimizde, tam da kalbimizdeydi... Şimdi bizi sahiden terk mi etti? Mümkün değil... Biz sadece gözlerimizi kapattık dünyaya. Tıpkı o izlediğim filmdeki gibi... Sahte gerçeklere tutunduk uzun süre. Evet, hayat zor. Evet, hayat çekilmez. Evet, yaşamak her geçen gün biraz daha acı ama... Acılara tutunmayalım mı? En zor anımda diyorum ki, ‘Bugünler bitecek. Bir şekilde nefes almayı sürdüreceksin. Acıya bal ekleyip yine kaşık kaşık yiyeceksin ama bir daha da bu karanlığa düşmeyeceksin.’ Hep haklı çıkıyorum, biliyor musunuz? Biri biterken yenisi gelse de ben o acıyı yenip geçiyorum. Çünkü derinlerde bir yerlerde unutmadım, o sini başındaki kahkalarımı, annemin emeklerini, öğretmenimin yüzünü... Unutmadım, ilmek ilmek işleyip başararak elde ettiklerimin tadını. Unutmadım, sevincimi, üzüntümü, heyecanımı... Meraklandım, bir sonraki gün başıma gelecek mucizeler için. Ve zorluğu görünce yılmadım, savaştım. Bakma sen bana, ben de senin gibi canbazdım. Ancak düştüğüm yerden her seferinde kalktım. Sen de kalk, yalnız bırakma bizi... Kapanma içine, göster o çiçek kokulu gülüşünü de güneş açsın. Sen, bu dünyada iyi ki varsın!