Dört yıl önce Bilgi Yayınları, hasta olan sanatçıya bir armağan kitap hazırlamaktaydı ve ben de o kitap için yazmıştı...

Dört yıl önce Bilgi Yayınları, hasta olan sanatçıya bir armağan kitap hazırlamaktaydı ve ben de o kitap için yazmıştım bu yazıyı; Muzaffer İzgi henüz yaşıyorken! Dört yıl ne çabuk geçmiş. Zaman dünyanın en hızlı şeyi, belli bir yaşa gelince bunu anlamak hiç de zor değil! Ben bu yazıyı yazdıktan beş ay sonra Muzaffer İzgü’yü sonsuzluğa uğurlamıştık. Hâlâ içimde acıdır; onlarca dostunun yazılarıyla süslenmiş “Muzaffer İzgü ile Gülümsemek” adı verilen bu vefa kitabını göremeden ayrıldı aramızdan büyük gülmece ustası. Bıraktığı yerden devam ediyoruz. Bu yazıda Muzaffer İzgü’yü ‘çocuk’ dünyasının içinde arayacağım. Onun hayatında beni çok etkileyen ve ne olursa olsun yüzünden çekip alamadıkları, milyonlara yaptıkları gibi taş parçası gibi bir ifadeyi getirip Muzaffer İzgü’nün yüzüne neden yapıştıramadıklarından, ondaki sonsuz çocuğu neden büyütemediklerinden söz edeceğim. Dilim döndüğü, aklım erdiğince... Bir kere, ilkokul birinci sınıfta, “komşu teyzeye” kargacık burgacık harflerle yazdığı, her aklıma geldiğinde gözümde bulutların peydahlandığı o muhteşem mektup anısı var örneğin... İnsan sevmeyenin asla anlayamayacağı, o yaşta bu ne ince bir duyarlılıktır diye günlerce düşündüğüm, o kalbi çiçekli çocukluk anısı... Ne zaman aklıma gelse bir ağlama gelir, sarıverir yüzümü. Şimdiki gibi...Yazmaya çok küçük yaşta başladım. Evimiz gecekonduydu. Komşumuz Münevver Teyze, sokaktan her geçişinde postacıya, bana mektup var mı diye sorardı. Postacı Amca her seferinde yok derdi. Annem, ‘Kimsesi yok ki Münevver’in, kimden gelsin mektubu!’ deyince yazmayı öğrenir öğrenmez ona bir mektup yazmaya karar verdim. İlkokul birinci sınıfın Şubat ayında okuma yazmayı öğrendim. Kâğıda kaleme sarıldım ve yazmaya başladım: ‘Münevver Hanım, bahar geldi, papatyalar açtı, kediler miyavlıyor, köpekler havlıyor, kuşlar ötüyor, eşekler anırıyor ve hepsi ellerinden öpüyor.’ Cebimden altı kuruş pul parası verdim ve mektubumu Münevver Teyze’ye gönderdim. Mektubu aldıktan üç ay sonra vefat eden Münevver Teyze’nin koynundan çıkan o mektup benim ilk yazımdı.” Sonra artık birçok kişinin bildiği bir ‘duvar gazetesi’ anısı vardır Muzaffer Ağabeyin... Onun deyişiyle “gazeteye çıkan ilk yazısı”... Ne çocukça, ne samimi ve ne harikadır o anı... Bilmeyenler için minik bir hatırlatma olsun. Muzaffer İzgü, ilk üç yılı, Adana İnönü, dördüncü sınıfı Gazipaşa ve bu okulun depremden zarar görmesiyle beşinci sınıfı İstiklâl İlkokulu’nda okur. İşte tam da bu günlerde eline kalemi geçiren Muzaffer Ağabey, ha bire yazmaktadır. Ancak ‘keşfedemez’ ilk üç yıl onu okutan öğretmenleri. Dördüncü sınıf öğretmeni Yusuf Gülen, çocuk Muzaffer İzgü’ye göre, ‘edebiyattan anlayan’ adamdır.... Biz sevdalı gibi okurduk, sevdalıydık da. Okumak düş kurduruyordu. Yoksul evinde o düşler öyle güzeldi ki! Ben çıkar giderdim o evden düşlerin ardı sıra. Evde otururken o düşleri görürdüm, yatarken o düşleri görürdüm... Yazmaya dördüncü sınıfta karar verdim. Yusuf Gülen adlı bir öğretmenim vardı. İlk üç sınıfı başka başka öğretmenler okuttu. O öğretmenlerim beni hiç anlamamış. İkinci sınıftan beri yazıyordum ben hâlbuki. Ama Yusuf Gülen benim yazılarımın elinden tuttu. Onları okudu, değerlendirdi. ‘Daha iyisini yazabilirsin Muzaffer!’ dedi. Yusuf Gülen Öğretmen bir gün bir kompozisyon yazmamızı istedi. Konu da vermedi, ne istersek... ‘Yaprak’ adlı yazıyı yazdım ben de. Öğretmenim bir sevdi bu yazıyı, sınıfta okuttu, alkışlattı. Yazımı duvar gazetesine koydu. Öğretmenden izin aldım, sınıfa girmedim. Orada duruyorum, duvar gazetesine bakıyorum, altındaki imza ‘Muzaffer İzgü.’ Baktım kimse okumuyor, müdürün elinden tuttum indirdim, yazımı okuttum. Sonra öğretmenler odasına gittim, öğretmenleri de çağırdım. ‘Bakın, bunu ben yazdım!’ dedim. En son eve gittim. Babacım da Adana sokaklarında ıspanak satıyor; seyyar arabasının üzerinde ıspanak yaprakları. ‘Baba, benim gazetede yazım çıktı.’ dedim. ‘Hangi gazete oğlum?’ diye sordu. ‘Duvar gazetesi baba!’ dedim. Babam durdu, anladı. Koşa koşa okula gittik. Babacım yazıyı okudu, güldü. Böyle bir buğuluyuz babamla. Sağ gözünde de iki damla yaş, hiç unutmuyorum, ‘Sen yazar mı olacaksın Muzaffer?’ dedi. Ben orada babama, ‘Evet!’ dedim. Babama verdiğim sözü tuttum.” Muzaffer Ağabeyin babası Ahmet İzgü, askerlik yaptığım dönemde (1993-1994), Milli Güvenlik dersleri de verdiğim Adana Kız Lisesi’nde hizmetlidir. Yüreğir ilçesinde, Taşköprü’nün kıyıcığında eski bir lisedir Adana Kız Lisesi... Şimdi hâlâ okul mudur bilmem? Babası, yazar için hem eğlencedir hem de ileride yazacağı öyküleri için verimli bir kaynak... Çocukluğu yoksulluk içinde geçer İzgü’nün. Okurken çalışmak zorundadır. Karpuz hamallığı, pamuk toplayıcılığı, bulaşıkçılık, garsonluk, trenlerde gezgin satıcılık, sinemalarda gazoz satıcılığı yapar. Tam da bu günlerde, bir arkadaşı vardır Muzaffer İzgü’nün: Nedim... Kendi deyişiyle, ‘henüz kışın ortasında, Şubat ayında evde odun, kömür bittiği için’, soğuk ve yağmurlu havalarda Nedimlere gidip derslerini yaparmış. Geceleri hadi yine kolay, yatağa girip yatıyoruz ya gündüzleri, onlar ne olacak? Günün birinde, hayatının yönünü belirleyecek bir şey olur; Nedim, ablasının nişanlanacağını, bu yüzden o gün Muzaffer İzgü’nün evlerine gelemeyeceğini söyler. Ne var ki Nedim, ne yapacağını bilemeyen arkadaşının böylece ortada kalmasını da istemediğinden olacak, ona bir de aklı verir: “Sana bir yer söyleyeceğim, oraya git. Orada nar gibi kocaman bir soba yanıyor.” İzgü, kitaplarla, Nedimlere gidemediği o gün, sıcak olduğu için gittiği Adana Halkevi Kütüphanesi’nde tanışır... İyi ki de tanışır.Hiç unutmuyorum, kapıdan içeri sırılsıklam girdim. Müdürü Zihni Amca geldi, ceketimi çıkardı, sandalyeye geçirdi, onu da sobanın önüne koydu. ‘Yavrum, bu burada ısınsın, sen de ne istersen yap.’ dedi. Orada oturdum, ısındım, dersimi yaptım. Sonra baktım, çocuklar kitap alıyorlar. Onlardan birine sordum, ‘Parayla mı!’ diye. ‘Yok, ödünç veriyorlar’ dedi. Çoğu yazar ilk okuduğu kitabı hatırlamaz. Benimki Define Adası’ydı. O güne kadar kitap nedir bildiğim yok benim. İkinci sınıftayım o zaman, sekiz yaşındayım. İnanır mısınız, o günden sonra benim yuvam oldu orası. İkinci sınıfla beşinci sınıf arasında en az 350-400 kitap okudum ben orada. Sonunda okuyacak kitap bitti. (...) Beni en çok etkileyen Jules Verne olmuştu. O günlerde çocuklar için yazan Türk yazar pek yoktu. Birkaç dergi vardı. Onlardan da aklımda kalan pek bir şey olmadı...” Aslında o dönem köy çocuklarının tek umudu olan Köy Enstitüsü’ne gitmek istemektedir Muzaffer Ağabey... Bunun için yakında olan köylerin birinin muhtarından bir belge alır. Babasına durumu anlatır ve belgeyi gösterip der ki, “Baba, ben öğretmen oluyorum! Canımı kurtardım.” Baba Ahmet İzgü şaşırır. Fakat onlar köyde yaşamamaktadırlar. Gerçi köyden gelmişlerdir, bir köyde nüfus kütükleri vardır ama şimdi kenttedirler. Adana’nın merkezinde oturmaktadırlar, yakınlarında okullar da vardır üstelik. Baba Ahmet İzgü, köy muhtarından alınan belgeyi yırtar ve oğluna sert ama erdemli bir dille kızar: “Sen bir köy çocuğunun hakkını nasıl yersin?” İkinci Dünya Savaşı yıllarında, köyden kente göçmüş, nerede iş bulursa çalışan, yoksulluktan kıvranan böyle bir baba için ne desek ki şimdi? Yoksulluk ne fena... Önce duygulara saldırır yoksulluk denen canavar; insanı kabalaştırır, dikkatini dağıtır ve eninde sonunda çürütür ona karşı direnilmediğinde... Muzaffer Ağabey, bunu savacak kadar inatçı biridir. Bir hayat tutkunu; soğukkanlı ve gülümsemesinin en büyük direniş kaynağı olduğunun bilincinde bir koca dağ... Melvin Jones Dostluk Ödülü’nü* aldığı törende, doğumunu anlatırken kullandığı gülünç dil ya da yoksulluk sınavı verdiği çocukluğunu anlatırken bir gazeteciye ‘hayali pirzola’ hikâyesini anlattığında gülümsüyordu belki ama ben bu anlattıklarını okurken gülümsemediğimi çok iyi hatırlıyorum. Muzaffer Ağabey mi çok güçlü, ben mi çok duygusalım, bilemedim şimdi? Yoksa o benim çocukluğumu da anlattığı için mi böyle düşünüyorum acaba?29 Ekim 1933’te Cumhuriyet Bayramı töreni Atatürk Parkı’nda yapılıyor. Töreni izleyen annem, akşam da Saat Kulesi civarında fener alayının olacağını öğreniyor. Bana hamile, doğurdu doğuracak ama çaresi yok fener alayını görecek. Babam diyor ki ‘Bak karnın burnunda oraya gidip başımıza iş açma.’ Annem dinlemiyor tabii ve bir komşu kadınla birlikte törene gidiyorlar. Mahşeri kalabalığın arasına karışıyorlar. Yağ Camii civarından bando gözüküyor, tam o sırada da annemin sancılar başlıyor. Komşu kadın sağına bakıyor yoğun kalabalık, soluna bakıyor yoğun kalabalık, sancısı tutan annemi dışarı çıkaracak bir yer yok. Akıllılık ediyor, annemi bandonun arkasına takıp onunla birlikte eve doğru yürümeye başlıyorlar. Bando tabii ki marş çalıyor, tam da onuncu yıl… Mızıka takımı, ‘Çıktık açık alınla...’ dedikçe, ben de annemin karnından çıkmak için bağırıp duruyormuşum. Yani ben, Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünde, mızıka takımı ile birlikte doğuyorum. Var mı bundan daha büyük mutluluk?” Muzaffer Ağabey, yoksul babasından almış olmalı gülerek direnme yeteneğini? Nefis bir yöntem bence... Umutlu ve yenilmez kılar insanı. Kendi deyişiyle söyleyecek olursak; “İnsanın yoksullukla alay etmesi, kendini o yoksulluktan bir an kurtarmasıdır.” Bir gün babası eve gelir, fileleri boştur çoğu zaman olduğu gibi... Evde ekmek yok, hiçbir şey yok. Ama birden başlar konuşmaya: “Ya mangalı daha yakmamışsınız, oğlum hadi yelpaze yap, yarım ekmeği yar, kaç tane pirzola koyayım oğlum...” Her zaman gerçekçi olan anne Havva Hanım, masaya yumruğunu vurup konuyu kapatıncaya kadar bu oyun sürer. Muzaffer Ağabey, yıllar sonra bu anısını anlatırken sözün ucuna şunu da eklemeyi unutmaz: “Babamdan düş, annemden zekâ aldım.” Evlerinde çoğu zaman ekmek olmadığından söz eder Muzaffer İzgü birçok söyleşisinde ya da yazılarında... Bu konuda içimizi sızlatan bir de anısı vardır. Babası Ahmet Bey’in hastalandığı bir zaman, fırından borçla ekmek aldıklarından ve ekmek götürmenin nasıl bir mutluluk olduğundan ve bunun çocuk dünyasındaki algısını anlatır o hüzünlü sesiyle...Fırından borca ekmek alırdık. Babam hastalanıp borçlar kabarınca fırıncı Ramazan Amca bana iş verdi. Hamur tartacaksın, gece üç buçukta gel dedi. Günde yüzlerce ekmek çıkarırdım. Sabah olduğunda dört ekmek benim hakkımdı. Dört ekmek de önceki borçlarımızı silerdi. Eve ‘ekmek götürme’nin mutluluğunu yaşardım. Bunun gibi çok işte çalıştım. Elimde mısır kovası Adana sokaklarında mısır satardım. Sloganım bile vardı ‘Darı var darı, hamama girdi kocakarı, dişleri sarı sarı, var mı benden alacak bir darı.’ Bunu Zıkkımın Kökü’nde de yazdım.” Hazır, söz ‘Zıkkımın Kökü’nden açılmışken, o dünyalar güzeli ve Türk Edebiyatı’nın yüz akı romanın başına gelenlerden de söz etmeden geçmeyelim. Bu roman, Muzaffer İzgü’nün Adana’da, gecekondu mahallesinde geçen çocukluğunu ve yaşadığı dönemdeki işsizlik, sevdalanmak ya da diğer toplumsal ilişkileri / çelişkileri apaçık ve gerek güldürü, gerekse dramatik inceliklerle bezeyip anlattığı kendi çocukluk ve ilk gençlik hikâyesidir. Cumhuriyet dönemi sonrası Adana’nın, aslında Anadolu’nun fukaralığını bir çocuğun gözünden anlatır. 2013 yılında, bu kitap 26. baskısını yapmışken ve 1992 yılında filme çekilmişken, aniden karanlık adamlar sahneye çıkar ve kitap sansüre takılır. Gerekçe, Muzaffer Ağabeyin yazdığı öykülerden daha gülünçtür. Bursa’nın Osmangazi ilçesinde bulunan Ziya Gökalp İlkokulu Türkçe öğretmeni Saadet Kermen Hanım, 7. sınıf öğrencilerine bu kitabı önerir ve bu kitap üzerinden bir ölçme-değerlendirme yapacağını söyler. ‘Bir velinin şikâyeti üzerine kitabı incelemeye alan Osmangazi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Kaymakamlık oluruyla bir komisyon oluşturur. Ve bu komisyon, “Ergenlik çağındaki çocuğa uygun olmadığı” gerekçesiyle kitabı yasaklar. “Bahsi geçen okul öğrencisinin sınıf düzeyi dikkate alındığında, ergenlik döneminin ve cinsel gelişimin ön plana çıktığı bu dönemde, her bireyin hazır bulunuşluk ve algılama düzeyi farklılık yarattığından 7. sınıf seviyesine uygun farklı bir kitap önerilmesinin daha yararlı olacağı kanısına varılmıştır.” Bu karar, 4 Ocak 2013 tarihli bir yazıyla, 7 Ocak 2013 tarihinde ödev veren öğretmen Saadet Kermen’e tebliğ edilir. Birçok insan gibi, bizler de bu saçmalığın gelecekteki karanlık günlerin provası olduğunu tüm çevremize anlatmaya çalışsak da o günlerde; Gülsüm Cengiz’in basına verdiği demeç hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır: “Bence o ‘kitap değerlendirme komisyonu’ üyeleri, kitabın metninden çok Muzaffer İzgü’nün yapıtlarıyla ortaya koyduğu; yaşamdan, bilimden, halktan, emekçiden yana, yaşadığımız toplumdaki çelişki ve çarpıklıkları ortaya koyan aydın yazar tutumunu yasaklamışlardır... Yaşamları boyunca kaç kitap okuduklarını ve edebiyatla ilişkilerini sorgulayabileceğimiz il ve ilçelerdeki bu kurul üyeleri, bu cüreti kimden alıyor acaba? Suskun kalmayacağız; ülkemiz çocuklarının iyi edebiyatı okuma hakkı yerine; ölmeyi, öldürmeyi kutsayan, ayrımcı, hamasî kitaplara mahkûm edilmesine seyirci kalmayacağız.” Muzaffer Ağabey, elbette ki çok sinirlenir bu duruma ve bunun üstüne bakın nasıl bir açıklama yapar:Zıkkımın Kökü, 1992 yılında, Memduh Ün tarafından filme alındı. Çok sayıda ödül aldı. Aldığı ödüllere bakın. Kültür Bakanlığı Ödülü, Adana Altın Koza’da 5 ödül, Hindistan’da Altın Fil, Tokyo’da Asya’nın en iyileri, İspanya’da en iyi yönetmen, Paris’te gençlik sinema ödülü. Ve bu filmi Kültür Bakanlığı’yla birlikte yaptı Mine Film. Yani bu filmi öğrencilerimize göstermek istersek, Kültür Bakanlığı’ndan getirteceğiz. Ve şimdi çocuklara sakıncalı bulundu (...) Ben çocuklara düş kurdurmayı seviyorum. Düş kuran insan düşünüyor demektir. Düşünen insanın beyni çalışıyor demektir. Beyni çalışan insan soru sormaya başlar. Soru sordu mu, o kişi artık bireydir; sürünün koyunu değil. Ama onlar soran, sorgulayan insan istemiyor. Başını eğsin, ‘evet’ desin, hiçbir şeyi sormasın. Sorgulamadan nasıl yaşanır? Bir çocuk nasıl bilgi sahibi olur? Benim kitaplarım çocukları duygu yönünden eğitiyor. Okuldaki derslerle nasıl duygulanır bir çocuk? Matematikte beş kere beş yirmi beş eder, Seyhan ve Ceyhan nehri Akdeniz’e dökülür; bir çocuk bundan duygulanır mı? Olur mu? Bu dersler duyguyu aktarmaz ama gerekli mi çok gerekli! Bir çocuk bunları öğrenmeli ama duyguyu nereden alacak? Kitaplardan. Okul kitaplarında bulamazsınız o duyguyu. Çocuk duyguyu güzel sanatlardan alır, resimden, müzikten, edebiyattan. Güzel bir müzik dinler duygulanır, bir resim çizer duygulanır, bir kitap okur duygulanır. Duygu yönünden bir çocuğa en yakın olan edebiyattır. Bir süre önce televizyonda gördüm, bir çocuk kediyi kuyruğundan sallayarak attı. Eğer o genç beş kitap okumuş olsaydı, bunu yapmazdı (...) Ben, halkımın sanatçısıyım.Umutsuzluğa kapılmak yerine, herkesin yapabileceği şeyler var. Hiç umutsuz değilim, geçecek bunlar. İnsanımız bunun üzerine inatla gidecektir. Herkese düşen görevler var. Öğretmenlerimize, öğrencilerimize güveniyorum. Zaten güvenmezsem yaşayamam.” Sadece ‘Zıkkımın Kökü’ değil ki, TDK Ödülü kazanmış ‘Donumdaki Para’da yasaklanmamış mıydı Kenan Evren döneminde? Hem de 12 yıl... Muzaffer İzgü, o soğukkanlı tutumuyla ne demişti, hatırlayalım: “Nereye kadar yasaklayacaksınız? Muzaffer İzgü yazmaktan mı vazgeçecek?... Havanda su dövüyorlar, sanatı yasaklayamazsınız.” 154 kitabının 98’i çocuklar içindir Muzaffer ağabeyin... Bu, Türkiye tarihinde görülmüş şey değildir. Ancak bu olağanüstü yükseklikte bile Muzaffer Ağabey; o soylu duruşundan ödün vermez, sövmez, fildişi kulelerine sığınıp halkından uzak maval okuyanlar gibi, yıllar içinde eline geçirdiği başarı oyuncaklarıyla aklını uyuşturmaz. Ne yapar peki? Yazmaya başladığı günlerdeki toplumsal duyarlılığını hiç kaybetmeden, çocuklardan yana olma halini sürdürür.Okuyan bir toplum çocukla başlamalı. Çocuk okuru olmayan bir toplumun asla yetişkin okuru da olmaz... İnsanlar kitap okudukça birey olur. Ben topluma diyorum ki ‘Lütfen kitap okuyun. Televizyon dizilerinden, internetten biraz uzak durun.’ Zaman öyle bir kavramdır ki zamanı komşudan isteyemezsiniz, bakkal da satmaz, turşu gibi kuramazsın da. Zaman gitti mi gitti. Onun için zamanımızı iyi kullanalım. Oturun kitap okuyun ve düş kurun.” Bu zavallı ve yetersiz yazıda ömrünce yazmış bir kalem ustası ne kadar anlatılabilir ki? Ya da düzelteyim, benim buna gücüm yeter mi? O Muzaffer İzgü’dür; bir kavga adamı, bir halk adamı, 83 yaşında, taa çocukluğunda eline geçirdiği en sevgili oyuncağını, kalemini bir an bile elinden bırakmamış, kalbinde çiçek, başında bulut olan bir çocuk... Ne zaman sorsalar, ‘bir daha dünyaya gelsem, yine öğretmen olmak isterim’ diyen biri... O gücünü çocuklardan alan bir akarsudur. Bu, iddiası olmayan yazıda, daha çok onun çocukluğu ve çocuk bakışındaki anılardan söz etmeye çabaladım, bilmem ki yapabildim mi bunu? Yazımı Muzaffer Ağabeyin çok sevdiğim bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Gülmecenin asıl görevi olaya parmak basmaktır ve basılan parmak iyi bir yere basılmalıdır. Çünkü gülen insan iyi düşünür.” (* Melvin Jones Ödülü, 1973’te oluşturulan bir program olup adını Uluslararası Lions Kulüpleri’nin kurucusu Melvin Jones’tan almıştır. Kurum ya da herhangi bir kulübe verilen bir ödül değildir. Bireysel ve insani hizmet ettiğine inanılan kişilere verilen bu dostluk ödülü, vakfın en yüksek onur derecesidir ve cömertlik, şefkat ve başkalarına değer verme gibi insani özellikleri temsil eder.)