Yazar-yönetmen Mesut Kara’nın Mülksüz ve Çıplak kitabı Klaros Yayınları’ndan çıktı. Kara’nın hüzünlü bir senfoniyi andıran yazılarını ve duygularını konuştuk Mesut Kara’nın adını ilk defa üniversit...

Yazar-yönetmen Mesut Kara’nın Mülksüz ve Çıplak kitabı Klaros Yayınları’ndan çıktı. Kara’nın hüzünlü bir senfoniyi andıran yazılarını ve duygularını konuştuk Mesut Kara’nın adını ilk defa üniversite yıllarımda duydum. Tiyatromuzun dev ismi Erkan Yücel’le ilgili belgesel çekmiş olmasına şaşırmıştım. Erkan Yücel’i hatırlayana var mıydı? Belgeselden 6 yıl sonra İzmir’de tanıdım, Mesut Kara’yı sözünü ettiğim belgeseli birlikte izlemiştik. O gün bugündür de görüşürüz. Geçtiğimiz günlerde 2016 yılında yayımlanan “Mülksüz ve Çıplak” kitabı genişletilmiş haliyle yeniden basıldı. İlk baskıda söyleşme imkanı bulamamıştım. Mesut Kara’yla kitabını ve insanın içine kapandığı bir çağda ne yapılması gerektiğini konuştuk. Kara, “Umudu üzmeyelim” diyor. - Yıllar önce bir söyleşide mülksüz ve çıplak olduğunuzu söylemiştiniz. Bu kavramların sizin için ne ifade ettiğini anlatır mısınız? -En geniş anlamıyla reddederek yaşamak. Bedel ödemeyi, mülksüz ve çıplak kalmayı göze alarak insanı, insanlığı kirleten her şeyi reddetmek. Mülkiyet ve örtünüklük, kendini gizleme çabası, maskeli hayatlar insanlığı kirleten, eksilten ögelerin başında yer alıyor. “Mülkiyet hırsızlıktır” diyen insanlar da oldu biliyorsunuz. Mülkiyet sorunu insanlık tarihi boyunca hep konuşuldu tartışıldı. Felsefi ve ideolojik ayrışmaların temelinde yer aldı. Mülkiyetin temelinde de sahip olma güdüsü var. Bu güdü insanlar arasında birçok konuda tartışmalara, ayrışmalara, rekabet, şiddet, yok etme isteği gibi kötücül istek ve duyguların oluşmasına yol açıyor. ‘Bütün kötülüklerin, kirlenmişliklerin anası’ olarak görebileceğimiz mülkiyet uzak durulması, reddedilmesi gereken bir durum olarak çıkıyor karşımıza. Aklımın ermeye başladığı, daha güzel bir dünya düşü kurmaya başladığım ortaokul yıllarımdan bu yana insanları değil insanlığı sevmek, önemsemek, bunun için hayata güzellikler katmak, insanı, insanlığı kirleten her şeyden uzak durmak, reddetmek gerektiğini düşündüm. Bedeli çok ağır olsa da sistemin içine almak için sunduğu olanakları reddederek yaşamayı seçtim. Birçok kötülüğün, hayatın daha da kirlenmesinin, kötülüklerin çoğalmasının reddetmemekten kaynaklandığını düşünüyorum Reddederek yaşamak zordur, bedeli ağırdır; herkes göze alamaz kendi olmayı da reddetmeyi de. 80’lerin başından bu yana herkes “maskeli balo”dan söz ediyor, diğerlerini suçluyor öyle olduklarını söyleyerek. Oysa hiçbirimiz masum değiliz. Herkes, giyinik, örtülü ve maskeli yaşıyor. Çoğu zaman bir başıma bırakılmayı, bedel ödemeyi göze alarak reddederek yaşamayı seçtim. Olabildiğince kendim olarak, açık ve sahici, ‘Mülksüz ve çıplak.’ İhanetlerle dolu bir geçmişin içinden geliyoruz. Hayatı anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığım ilk gençlik yıllarımda dev gibi düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler ve düşlediğimiz başka bir dünya için kök salacak çınarlar büyütüyorduk içimizde. Henüz yarattığımız aşklar asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu üzerimize. En yakınımızdan ihanetler görmemiştik; düşlerimizin, umutlarımızın üzerinden tank paletleri geçmemişti. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı. ‘Mülksüz ve Çıplak’ olmak kötülüğü ve kirliliği reddetmeyi, her koşulda arınmayı, yüzleşmeyi, hesaplaşmayı, kendim kalabilmek için çaba harcamayı seçmek demek. - Kitabınızda yalnızlaşan insan olgusu üzerinde epey duruyorsunuz. İster iletişimin aletlerinin kolaylığı ister zamanın ruhu… İçine kapanan insan için bir kurtuluş yok mu? - 90’lı yıllarda bir arkadaşım “psikopati çağı”na giriyoruz demişti. Kısa bir süre sonra o çağın içinde bulduk kendimizi. Önce vicdanımızı yitirdik, empati hassasiyetimiz yok oldu; başkalarının acısı, sıkıntısı bizi ilgilendirmemeye başladı. İnsanlar arasında geçmişte var olan birçok güzel değer gibi, dayanışma da yok oldu. Bu aynı zamanda yalnızlaşma, kimsesizleşme çağıydı. Yalnızlık bir seçim, kimsesizlikse sistemin dayatmasıydı diyebiliriz. Yüzyıllar boyunca yalnızlık bir tercih olarak hep vardı, tartışıldı, konuşuldu. İçsel bir durum olarak psikolojinin, felsefenin konusu oldu. Yalnızlık tercih edilebilen ya da psikolojik, felsefi, dini tezlere, inanışlara göre yaşamak zorunda olduğumuz bir durumdu; kötü olansa kimsesizlikti. Sistem ve artık içinde yaşadığımız yeniçağ bize kimsesizliği dayatıyordu. Özellikle her türden iletişim aracının yaygınlaşması, kullanımının kolaylığı, ucuzluğu, bilgisayarın, akıllı telefonların, internetin her eve girmesi, her yaştan bireye ulaşması, bu kötücül çağın kök salmasını, hepimizi etkisi altına almasını kolaylaştırdı. 80’lerin başında tüm dünyada başlayan dönüşüm, sonrasında oluşan yenidünya düzeni ve geçmişin olumlu değerlerini yok etmek için kullanılan yeni “yükselen değerler”, bu amaca hizmet etti. Türkiye’de de bu çağın yolu kanlı 12 Eylül darbesi ve sonrasında gelen darbe destekli, yeni küresel güçlerin temsilcisi Özal iktidarıyla açıldı, sonra gelen iktidarlarla sürdürüldü. Geçmişin değerlerini ve gelecek düşünü yitiren insan önce kendine, içine çekildi. Sonra eve, dahası odasına kapandı. Artık sokaktan, hayattan çekilip kapandığı odasında başkalarıyla bağlantı kurabilmek, dünyadan haber alabilmek için internet, küçücük bir telefon ya da bilgisayar yetiyordu. Cenazesini oradan yolculayıp taziyesini oradan iletebiliyor, arkadaşlarının doğum günlerini oradan kutlayıp, oradan sevgili ediniyor, görüşmeyi oradan sürdürebiliyordu. İnsan gittikçe insana, insanlığa ait olanlara, kendine yabancılaştı. Mehmet Eroğlu ‘Issızlığın Ortasında’ kitabında “İnsanın gideceği, varacağı bir yer kalmamışken içine dönmesi kadar doğal ne olabilir.” demişti. Çok zaman önce ben de sosyal paylaşım ağlarında paylaştığım bir mesajımda şöyle yazmışım: “Birçok insan para pul, mal mülk biriktirirken ilgilenmedim. 'güzelliklere bakmaktan geliyorum' dedim. Yüz çevirdim. Dünya malı dünyada kalıyordu nasılsa. Güzellik biriktireyim, sevgi çoğaltayım dedim bir kenarda, kendi dünyamda.” Geldik bugünlere. Hiç mi umut yok. Bir süredir dünyada toplumsal muhalefet, yeniden hareketlenmiş, sokağa çıkıyor, başkaldırıyor, isyanlara öncülük ediyor. Umut olmazsa hayat olmaz. Umudu yitirmemek bir arkadaşımın deyimiyle umudu üzmemek gerekiyor. - Kitapta, “Oysa hep erteliyordu yedeğinde sığınacağı yardım isteyeceği bir dost gibi dolaşan intiharını. Yapacağı işleri, söyleyeceği sözleri vardı daha. Yeni yolculuklara hazırlanmalıydı; ‘Rastgele’ diye söylendi kendi kendine. Rastgele...” diyorsunuz. İddialı olduğunuz cümlelerde dahi hüzünlüsünüz. Bunun nedenini anlatır mısınız? - Seçtiğim yaşam biçimim ve koşullar hep erteleyerek yaşamama yol açtı. Erteliyordum çünkü ailem varsıl değildi, ben de hep yoksulluk koşullarında yaşadım. Kiramı ödemek karnımı doyurmak için çalışmak zorundaydım. Çalışmak zorundayken, zamanını yollarda, işte geçiriyorken yapmak istediğim asli işlerime zaman ayırmam zordu. Erken yaşlarda sezgisel olarak ya da okuduğum kitaplar sayesinde hayatı anlamaya, anlamlandırmaya çalıştım. Sorgulamaya, dersler çıkarmaya çalıştığım hayatın içinde her dönemimde uçsuz bucaksız içsel yolculuklara çıktım. Bu yolculuklarda deliliğin, ‘delirmenin’ sınırlarında dolaştım. Sorular, sorgulamalar, hesaplaşmalar ve özeleştiride kendime çok acımasızdım. Bu yolculuklarda yolum kimi zaman o yıllarda bir itiraz ve başkaldırı olarak gördüğüm, kendi iradem dışında geldiğim bu dünyadan, bu adaletsiz ve acımasız hayattan kendi seçimimle, irademle gitme yolu dediğim intihara çıktı. Fakat her defasında “madem bu dünya anlamsız ve yaşanılamayacak bir yer öyleyse ne yapmak gerekir, intihar mı etmeli?” sorusana sezgisel olarak ya da okuduğum kitaplardan öğrendiklerimle; “hayır, madem bu dünya anlamsız, öyleyse ona anlam katabilecek, kendim gibi onu da iyiye, güzele doğru dönüştürecek bir şeyler yapmalı” yanıtını verdim. Bunun için yaşamayı, anlamlı ve güzel şeyler, yapmayı, hayata karşı söyleyeceğim sözleri söylemeyi seçtim. Bunları yapabilmek için sanat, sinema ve edebiyat sığınacağım en önemli alanlardı. Yazmak, hayatı belgelemek, sinema, tiyatro, hayatın birikimlerinin, değerlerinin izini sürmek çok önemliydi benim için. Seçtiğim, sığındığım yazmayı, hayatı belgelemeyi, videolar, filmler çekmeyi sürdürüyorum. Bugüne dek ertelediğim, yapamadığım birçok şeyi gecikerek de olsa ileri yaşlarımda yapabildim, yapmayı sürdürüyorum. Bir süredir, ‘zamanım az, yapacak işim çok’ diyorum. Yazmak istediğim çok yazı, kitap, proje, çekmek istediğim filmler var. Bu nedenle işlerim rast gitsin diye ‘rasgele’ diyorum. Hüzün meselesine gelince, hüzün hep var hayatımızda. Yakın geçmişte yitirdiğimiz yazar Altay Martı, bir yazısında “Yalnızca aptalların kendini mutlu sandığı bir çağda yaşıyoruz.” demişti. Ben de bu hayatta mutluluk diye bir şeyin olmadığını, yaşadıklarımızın anlık hazlar olduğunu, o anlara ya da anların toplamına mutluluk dediğimizi söyleyenlerdenim. Düşünsenize doğduğumuz an, ölüm yolculuğumuzun da başladığı, sonrasındaki her anın bizi ölüme yaklaştırdığı an. Bu gerçeklikle, bunu bilerek sürdürüyoruz yaşamayı. Sanırım öleceğini bile bile yaşayan tek canlı biziz. Bunu bilmek bile başlı başına hüzün verici. Benim hüzünlü olmamın nedenleri arsında yaşamayı bunları biliyor olarak sürdürüyor olmamın yanı sıra, ‘bir seçim olarak yaşadığım yalnızlığımı’ besleyen uyumsuzluğumla, insan toplulukları arasında, her türlü kirlilikle, kötülüklerle birlikte yaşamak zorunda olmak da var. Ayrıca seçtiğim, yaşam biçimim, yaşadığım içsel yolculuklarım, sorgulamalar, yüzleşmeler, hesaplaşmalar çok can yakıcı ve hüzün vericiydi. Zaman ve yaşım ilerledikçe, geçen yıllarla birlikte anılarıma, geçmişe dair birçok şeyin yok olduğunu görmek de, tanıdığım, sevdiğim, örnek aldığım birçok insanın artık yaşamadığı gerçeği de hüzün verici. - Kameranın arkasında durmanın yanı sıra bilgisayar başında mesai yapan bir yazı işçisi olarak da tanıdım, sizi. Bu yazı işçiliğinin hayatınıza kattığı maddi- manevi kazancı merak ediyorum. Bu soru için cüretimi hoşgörün lütfen… - Bugüne dek çok sayıda dergide, yerel-ulusal gazetede yazılarım yayınlandı, yalnızca iki dergiden düzenli telif ödendi. Yazı emekçileri olarak telif ödenmesine pek alışkın değiliz. Bazı gazete ve dergiler için zaten çoğumuz para düşünmeden, desteklemek için gönüllü olarak yazıyoruz. Kimi zaman yayının sürmesi için olanağımız varsa biz parasal katkı sunmaya çalışıyoruz. Popüler olmuş, kitapları çok satan biri, ünlü bir gazeteci, tanınan bir televizyon yüzü değilseniz ya da lobileriniz yoksa zaten yazarak, kitap yayınlayarak yaşamak, geçinmek pek olanaklı değil. Açıkçası ben de yazarak parasal bir kazancım olamayacağını biliyordum, böyle bir beklenti içinde de olmadım. Kiramı ödemek, karnımı doyurmak için başka işler, örneğin grafikerlik yaptım yıllarca. Bu durumun bedeli de yazma serüvenimi, sürecimi ertelemek zorunda kalmak oldu. ‘Mülksüz ve Çıplak’ yaşamayı seçtiğim, buna uygun yaşadığım için dünya malında, parada pulda gözüm olmadı, yazarken parasal beklenti içinde olmadım. Kiramı ödeyebilecek, karnımı doyuracak kadar gelirimin olması bana hep yetti. Manevi kazançlarıma gelince, sinema ve Yeşilçam araştırmacısı-tarihçisi olarak çalışmaya, üretmeye başladığımda Nijat Özön, Giovanni Scognamillo, Burçak Evren, Agâh Özgüç gibi öncüllerim, örnek aldığım saygı duyduğum ustalar vardı. Giovanni Scognamillo hep yanımda oldu, yardımcı oldu, el verdi. Yol boyu çelme takmak, isteyenlere, kötülük yapanlara, yok sayma çabalarına rağmen çalışmalarımla, kitaplarımla, birikimimle önemsediğim birçok insan, çevre ve kurum tarafından adını saydığım öncülüm olan isimlerle anılıyor olmak, onların mirasçısı, sürdürücüsü, takipçisi olarak görülüyor, anılıyor olmak en büyük kazancımdı. Hangi parasal kazanç, bu manevi kazançtan daha büyük ve değerli olabilir ki? Manevi kazançlar, kazanılmış dostluklar hep daha önemli oldu benim için. - Madam Anahit’i anlattığınız yazıda bir Beyoğlu tarifiniz var. “Beyoğlu, dün de bugün de özelliğini farklı kültürleri, inançları hoşgörü içinde bir arada barındırmasından alır” diyorsunuz. Oysa sizin de çok sevdiğiniz bir film kahramanı olan Haşmet İbriktaroğlu “İçinde yaşayan; ama kaybolan bir İstanbul’dan söz eder. Ne dersiniz, kimliği olan semtlerimiz gerçekten yaşıyorlar mı? - Artık ne yazık ki ne Beyoğlu o eski Beyoğlu, ne İstanbul, o eski İstanbul, ne de doğup büyüdüğüm, hayatımın önemli bir dönemini geçirdiğim Kartal o eski Kartal. Ne de söz ettiğiniz o kimliği olan semtler o eski semtler; daha da acısı ne de oralarda yaşayan insanlar o eski insanlar, yaşanan ilişkiler o eski ilişkiler. O eski İstanbul da, Beyoğlu da, hayatımızda izi olan, güzel anılar biriktirdiğimiz semtler de, insanlar da yok artık. Yaşanmışlıklar paraya, rantsal dönüşümlere feda edildi, geri dönüşü olmayan biçimde yok edildi. Kaybolan güzellikler olarak içimizde, anılarımızda yaşıyorlar. Ölü sevici bir toplum olarak şimdi yok edenler de dâhil gözyaşı dökerek akbabalık yapıyor, timsah gözyaşları içinde yok edilenlere övgüler düzüyoruz. Üstelik bunu da “nostalji edebiyatıyla” “nostalji modaları” yaratarak ranta çevirebiliyoruz. Özelliğini farklı kültürleri, inançları hoşgörü içinde bir arada barındırmasından alan Beyoğlu gibi, hayatın tüm renkleri, farklılıklarımızla bir arada yaşama kültürü yok edilmeye çalışıldı 40 yıldır ve birçok alanda başarıldı da. Sonuç olarak Mülksüz ve Çıplak için bir yalnızlık senfonisi ya da reddederek yaşamayı seçmiş bir insanın manifestosu, kendini tüm çıplaklığıyla ifade etme çabası diyebilirim.