Karlar düşer… Düşer, düşer ağlarım… Hep ismini… Hep ismini anarım… Ah be güzel İzmirim… Güzelliğin dillere destan olmuş, yüzyıllardır herkesin kıskandığı bir kentsin… Havan güzel, denizin güzel, g...

Karlar düşer… Düşer, düşer ağlarım… Hep ismini… Hep ismini anarım… Ah be güzel İzmirim… Güzelliğin dillere destan olmuş, yüzyıllardır herkesin kıskandığı bir kentsin… Havan güzel, denizin güzel, güneşin ayrı güzel… Yazın güzel, baharın güzel… Peki ya kışın? Biz İzmirliler’in en çok yakındığı şeydir kışın zorluğu… ‘Yahu İzmir’desiniz; ne kadar soğuk olabilir ki…’ diyenlerin ağzına acı biber sürmek sizin de içinizden gelmiyor mu hemşerim? Yok, Ankara’ya gidip de soğuk görelimmiş… Yok, biz simide gevrek dediğimiz gibi mis gibi havaya da soğuk diyormuşuz… Bak sen! Gelsene bir bakayım bu yana… İliklerimize, kemiklerimize, hücrelerimize kadar donduk ki ne donduk! Yıllar önce Ankara’dan bir arkadaşımı misafir olarak ağırlamıştım. Yaşadıklarını bugün gibi hatırlarım. Daha önce “İzmir’de montsuz bile gezilir” diyen hanımı bir hafta ısıtacağız diye canımız çıkmıştı. Sonra ‘Dondum anam’ diye diye memleketine geri kaçmıştı… “İzmir soğuğunun adamın iliğini dondurmasının iki temel nedeni vardır: Birincisi, güzel kentimizde, özellikle de yüksek kesimlerde, sürekli, hafif de olsa, bir esinti mevcuttur. Bu da vücudun kaybettiği ısı miktarını artırır. İkinci olarak da havadaki yüksek nem oranıdır. Bu da havanın ısı kaldırma kapasitesini artırarak yine kaybedilen ısı miktarını artırır. Bu ikisinin birleşimi olarak, İzmir'de insan çok hızlı ve derinlemesine ısı kaybeder. Üstüne, hava aşırı, dondurucu soğuk olmadığı için vücudun aşırı soğuğa karşı savunma mekanizmalarının bir kısmı devreye girmez. Amiyane tabirle soğuk adamın içine işler.” Ah ah… Yaşayan bilir, yaşayan… Bir de şöyle bir durum var: Madem soğuk yaşıyoruz biraz rengini göster, değil mi… Bir kar yağdır, olmadı hafif serpiştir… Ya dolu yağdırırsın beynimizi çatlatırsın ya da kuru ayazda bırakıp kemiklerimizi titremekten kırarsın… Oysa ki bizler de istemez miydik, her yıl beyaz gelinlikler giymeyi… Dışarıya çıkıp ailemizle güzel güzel fotoğraflar çekmeyi… Kardan adamın burnuna havuç takmayı… Hayatımda bir kere kardan adam yaptım, o da çok küçüktüm hayal meyal hatırlıyorum… Nereden esmiş de gelmişse o gün şöyle bir ila iki saat karımsı bir şey yağmıştı… Karımsı diyorum çünkü diğer illerdekini görüyoruz canım, bizimki öyle değildi. Böyle az biraz, serpip geçmişti… Oturup çelik tepsinin içine küçük bir kardan adam yapmıştık… Burnuna havuç takıyorduk ama ağır tabi, düşüyordu… Anılar işte… Hasret kaldık cancağızım… Bu yıl insan yüzü görmeye, temiz havayı rahat rahat içimize çekmeye, arkadaşlarla oturup kahve içmeye ve yine bir avuç beyaz örtüye hasret kaldık… Bakalım, kış devam ediyor… Hayalimiz küçük bir kar tanesi… Kim bilir…