Aslında eve gidiyordum. Yolumun üzerinde selam verdiğim esnaf, emekçi kardeşlerden birinin çay ısrarını kıramadım, oturdum. Çaylar çayları kovaladı. İkimiz de sigara içmiyorduk ama sanki tütün tabakas...

Aslında eve gidiyordum. Yolumun üzerinde selam verdiğim esnaf, emekçi kardeşlerden birinin çay ısrarını kıramadım, oturdum. Çaylar çayları kovaladı. İkimiz de sigara içmiyorduk ama sanki tütün tabakası açılmış da sohbete doyamıyorduk. Sohbetin bir yerinde belediye başkanlarının herkesin belediye başkanı olduğunu ve herkese eşit hizmet sunma gayreti içinde olması gerektiğini konuşuyorduk. Tabii, vatandaş da hangi siyasi partiye oy vermiş olursa olsun, bir kamu kurumu olan belediyeleri göreve davet etmeli hatta hizmet istemeliydi. Sohbetin tam da burasında iki mahalle bekçisi geldi. Hayır, kimlik filan sormak için değil; beni misafir eden emekçi arkadaşa selam vermek için. İlgilerini çekmiş olacak ki, meseleye kendi cephelerinden daldılar. Mahalle bekçileri, özellikle son bir yıldır yer yer yetkileri yer yer toplumsal olaylara müdahaleleriyle gündeme geliyor. Önce yetkileri tartışıldı; kimlik sorma yetkileri var denildi. Mahkeme, olmadığına hükmetti. Ardından bu durum yasalaştı: Bekçiler artık tartışmasız kimlik sorabiliyor. Yalnız mesele bu kadarla bitmiyor. Her konuda olduğu gibi bekçilerin arttırılması, yetkileri konusu da kutuplaşmış siyasi ortamın malzemesi oldu. Doğrusu, siyasetin tepesindekiler bu konuya çok girmediler; ama iktidara yakın olmayan insanlar bunu konu etti. Köşe yazarları durumu eleştiren yazılar yazdı. ‘İNSAN UNSURU’ Gecenin bir saati sohbetimize dahil olan bekçiler, tam da bu tartışmaların “insan unsuru” daha doğrusu aradaki “hedef unsuru” oldukları için dertliydiler. Yaşları 27’den büyük olmayan iki mahalle bekçisinden biri yeni evliydi. Diğer arkadaşının da ailevi dertleri vardı. Yaklaşık 100 bin kişinin oturduğu bir görev alanında sadece ikisi bakıyordu. Bunların üstüne sokakta kimlik sordukları insanların, “Sana kimlik göstermem, polis gelsin” gibi sözlerinin dışında onları “işini yapan emekçiler” olarak değil de bir siyasete angaje kişiler olarak görmesi onların üzüyordu. “Yahu, ağabey” diyordu birisi, “Sen az önce ne güzel söyledin. Bir devlet görevlisi herkese hizmet etmek zorunda. Bize verilen eğitimde, insanların malını, canını, ırzını korumamız gerektiği söylendi. Ben mahallede gezerken kimin hangi partiye oy verdiğini ne bileceğim ve beni ne ilgilendirir? Ben işimi yaparım. Ama bize yapılan muameleyi görsen, ki bunu maalesef hizmet ettiğimiz insanlar yapıyor, vallahi acırsın. Biz de insanız be, abi!” Diğer mahalle bekçisi de benzer şeyler söyledi. Eğitimleri konu ediliyormuş. “Abi, diyorlar ki ‘Lise mezunu adam bekçi oluyor benden fazla maaş alıyor. Bir kere içimizde üniversite mezunları ve okuyanları da var. Kaldı ki, ben kimsenin maaşı az ya da fazla olsun demiyorum ki. Bizim aldığımız maaş ve bitirdiğimiz okul neden muhabbet konusu olur, anlayamıyorum. Bu gerçekten de ayıp.” O da bu minvalde dert yandıktan sonra, “Abi, madem ki gazetecisin, Allah aşkına bizim için de bir şeyler yazın. Önüne gelen bizi konuşuyor; ama bizim sesimizi duyan yok” dediler. Uzunca süren sohbeti tamamladıktan sonra, bekçilerle konuştuklarımız bir süre daha zihnimde dolandı durdu. Siyasi karar alıcılar veya iktidar elbette bazı icraatlar yapacak. Bunların kimisi doğru kimisi yanlış ve eksik olacak. Ancak, toplum olarak bizler bir meseleyi konuşurken, bir insan topluluğundan söz ettiğimizi, onların da bizler gibi dertleri olduğunu unutuyoruz. Siyasi konumlanışımız neyse onu konuşuyoruz. “Devlet bize iş vermiş, biz de sadece işimizi yapıyoruz. Biz de insanız be, abi!” diyen bekçilere karşı değil sadece, karşımıza alıp konuşmadığımız; ama sosyal medyada ve köşelerimizde çok rahat eleştirdiğimiz her kesime karşı biraz daha küçük harflerle konuşabiliriz.