Vatan şairimiz Nazım Hikmet, yakın dostu ressam Abidin Dino’ya “Mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” diye sormuş ama cevabını alamamıştı. Bu soru, günlük hayatımızda imkânsızı istemenin zorluğ...

Vatan şairimiz Nazım Hikmet, yakın dostu ressam Abidin Dino’ya “Mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” diye sormuş ama cevabını alamamıştı. Bu soru, günlük hayatımızda imkânsızı istemenin zorluğunu anlatmak için dilimize pelesenk olmuştur. Abidin Dino bir ressam değil de maliyeci olsa idi, ülkesindeki mevzuat mezarlığının resmini çizebilir miydi acaba? Bu göreve ben talibim bugün… Meslekte geçirdiğim sürede, iletişim disiplinlerinin hemen her aşamasında bulunma şansını elde ettim. Sayısız konunun yasal mevzuatta nereye oturduğunu anlamak için kafa yordum, bana anlatılanlarla yetinmemeyi öğrendim. En azından iyi bir Resmî Gazete okuru olduğumu söyleyebilirim. İşimiz ekonomi muhabirliği olunca; biraz yasa, biraz yönetmelik biraz da dava dosyası okuma yeteneğine sahip olmamız gerekti elbette. Bu tecrübenin üzerine şunları gönül rahatlığı ve iddialı olarak söyleyebilirim: Türkiye Cumhuriyeti’nde gerek merkezi idarede gerekse yerel yönetimlerde; bir işi yapmak için de yaptırmamak için de dayanacağınız bir mevzuat maddesi mutlaka vardır. “HAYIR” DİYEN VE “EVET” DİYEN Ve yine Türkiye Cumhuriyeti’nde yararlı bir işe “hayır” diyen bir bürokratın başının derde girdiğini hiç görmedim. Ama “evet” diyen cesur yürekli bürokratların her türlü riskin altında iş yapmaya çalıştığına pek çok kez tanık oldum. Yetkisi olanın sorumluluğunun olmaması, sorumluluğu olanın ise yetkisiz olduğu çarpık bir idare sistemimiz vardır bizim… Kuşkusuz hiçbir başarı cezasız bırakılmaz. Bir kanun Resmî Gazete’de yayınlanır, çoğu kez metinde atıf yapılan pek çok farklı yasa ve yönetmelik / tebliğ olduğu için kafanız allak bullak olur. “Aman ne kadar da sade ve anlaşılır yazılmış” dediğiniz bir kanun, yayınlanan yönetmelik ile içinden karman çorman bir hâl alabilir. Konunun ilgilisi olan bilgisizliğin dibindedir, bilgisi olan ise ilgisizdir… Aynı konu için farklı kurumlara sorumluluk dağıtan pek çok kanuna rastlamanız yüksek ihtimaldir. Bu nedenledir ki Türk idaresi “mevzuat mezarlığı” benzetmesini bi’hakkın elde etmiştir. Türkiye Kalite Derneği’nin bu sene 29’uncu kez düzenlediği Kalite Kongresi’nde konuşan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nu dinlerken düşündüm bunları. Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında yer alan Massachusetts Institute of Technology (MIT) Öğretim Üyesi olan Prof. Acemoğlu’nun verdiği rakamlar gerçekten çok çarpıcı. ADRESE TESLİM KANUN MU? “Türkiye Cumhuriyeti’nde bir yılda yayınlanan kanun ve yönetmelik sayısı ne kadardır?” diye bir soru sorsam eminim kafanız karışır, cevap vermekte duraksarsınız. Yardımcı olayım… Ülkemizde her yıl ortalama 4000 kanun ve kararname yayınlanıyor. Bu rakamın 2000’li yıllara kadar 500’ün altında olduğunu da hatırlatmak isterim size… Özellikle 2007 senesinden sonra yayınlanan kanun ve kararname sayısında dikkat çeken bir artış yaşanıyor. Acemoğlu’na göre Dünya Bankası bu mevzuatın pek çoğunu keyfi görüyor. Kararnameler normal demokratik süreçten geçerek değil, yukarıdan gelen emirlerle yapılıyor. Hatta şirketler, arsalar, ihaleler bazında kanunlar kararnameler yayınlanıyor. Bu durumun ekonomiye de çok olumsuz etkisi var. Türkiye’ye doğrudan yatırım ya da portföy yatırımı olarak gelmek isteyen yabancı sermayeli şirketlerin kafası karışıyor. Sade, anlaşılır, tutarlı ve uygulanabilir bir hukuk sistemi; pek çok teşvikten daha etkili sonuç veriyor. Albert Einstein’in tespiti ile “Eğer bir şeyi en yalın ya da basit şekilde açıklayamıyorsak, yeterince iyi bilmiyoruz” anlamı çıkıyor. 2001 krizinin yıkıcı etkisinin azalmasıyla Türkiye’ye gelen yabancı yatırım hızla artmış, bu dönemde şirketlere ve devlete uzun süreli borçlar verilebilmişti. Ancak 2008’den itibaren bu durumun tersine döndüğü, sermaye akımlarının kısa vadeli ve manipülatif olduğu görülüyor. Yani mevzuatımızı ne kadar karmaşık hâle getirirsek, küresel dünyadan o kadar uzaklaşıyoruz. Ve eğitim… Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun tespitleri çok can yakıcı ama dikkatle dinlemeye değer… “GENÇ NÜFUS AVANTAJ” PALAVRASI Bu sütunlarda sayısız kez yazdığımı hatırlıyorum. Sağ olsunlar, siyasetçilerimizin dillerinden düşmeyen “Türkiye’nin en büyük avantajı genç nüfusudur” cümlesinin, kendi kendimizi aldatmaktan gayrı işe yaramayan bir laf salatası olduğuna inanırım. Şayet siz, o genç nüfusunuza dünyada geçerli bir eğitim veremiyor, asgari ölçüde bile refah seviyesi sunamıyor, gelecek ümidi aşılayamıyorsanız; o gençleriniz sizin toplumsal düzeninizin altına konulan bir saatli bombaya dönüşebilir. Acemoğlu, Türkiye’deki genç nüfusun eğitimsizliğine dikkati çekerken, bu konuda Suudi Arabistan, Kolombiya ve Arjantin’in bile gerisinde olduğumuza vurgu yapıyor. Gençlerin yüzde 50’si lise eğitimine bile sahip değil. Daha da kötüsü Türkiye matematikte ve bilimde ortalamanın çok altında. Ve bu durum 2015’ten itibaren hızlı bir kötüleşmeye işaret ediyor… 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranımız ise yüzde 25,9 seviyesinde. Elbette çok iyi eğitimler alan, ülkemizin iş hayatına müthiş katkılar sağlayacak gençlerimiz var. Sayıları ise azımsanmayacak kadar fazla. Ancak hepimizi çok iyi biliyoruz ki, bu gençlerimizin hiçbiri ülkesinde çalışmak, yaşamak, düzen kurmak istemiyor. Kendi ülkeleri onlara bir gelecek vizyonu sunamadığı için, geleceklerini yurt dışında aramak için adeta birbirlerini eziyorlar. Ezcümle, Türkiye’nin hemen her işleyişine takoz olan mevzuatlarımız sadeleşmedikçe, uygulanabilir ve inandırıcı olmadıkça; işimizin kolay olmadığı görülüyor. MEVZUAT GARABETİNDEN OKURLARA ÇARPICI BİR ÖRNEK… Türkiye’de özellikle de kamu kurumlarının uymak zorunda oldukları mevzuat çarpıklığına, doğrudan muhatabından dinlediğim ve hiçbir yerde okuyamayacağınız somut bir örnek vermek istiyorum: Bir kamu şirketinin genel müdürünün önüne, satınalma birimi yöneticisi tarafından bir dosya konur. Dosyanın başlığı “Amili Mütehassıs Satınalma”dır. Genel müdür sorar: -Bu ne demek arkadaşlar? -Efendim, fabrikamızdaki kompresörün gövdesi çatlıyor, bunu acil olarak yenilememiz gerekiyor. Bu parçayı orijinal üreticisinden ithal ederek, yani amili mütehassıs yoluyla ihalesiz olarak alabiliyoruz. Alınması gereken parçanın maliyeti 35 milyon TL. Bizim çarpık kamu yönetimi düzeninde, bir malı amili mütehassıs olarak alırsanız, ithal ederseniz, memleketin kıt olan dövizini yabancı şirketlerden parça almak için kullanırsanız kimse bir şey sormuyor, ihale de gerekmiyor. Genel müdür sorar: -Pekâlâ bu ürünü yerli yaptıramaz mıyız? -Efendim olabilir ama başımız belaya girer. -Neden girsin yahu? -Çünkü ürünü yerli temin etmemiz halinde ihaleye çıkmamız gerekiyor. İhalesiz yaparsak bize “Niye bu firmadan aldınız, ortak mısınız?” diye hesap sorarlar. İthal edersek başımız hiç ağrımaz. Ayrıca bu işi ihaleye çıkarsak en az 6 ay sürer. İhale şartnameleri, teknik dokümanlar, itirazlar… Ayrıca en ucuz teklifi veren firmaya nasıl güveneceğiz? Bu çok üst düzey bir iş. Genel müdür, Amili Mütehassıs Onay Belgesi’ni arkadaşlarımın huzurunda cart cart cart yırtıp çöp tenekesine atıyor. Ve ekliyor: -İki tane uzman mühendisimizi İstanbul’a yollayın. Bütün sanayileri dolaşıp üretici bulsunlar, ihale mihale yok. Satınalma ekibinin “Çok önemli, yerli firmaya yaptıramayız, aman ha güvenemeyiz” dedikleri parça, iki ay içinde 5 milyon TL’ye yaptırılır, montajı yapılır, şıkır şıkır çalışır…  

İZMİR EMNİYETİ’NİN NEDEN SESSİZ KALDIĞI ANLAŞILDI

Dikkatli okurlarımız anımsayacaktır. Son altı aydır bu sütunlarda defalarca sorduğumuz ama nedense cevap alamadığımız bir soru vardı. Bazı okurlarımızın “Kabak tadı verdin” uyarılarına rağmen yazmaya devam etmiştik. Kısa bir hatırlatma yapalım mı? Geçtiğimiz Ramazan ayında İzmir’deki üç caminin hoparlöründen çalınan Çav Bella şarkısı hepimizde haklı bir infial yaşatmıştı. İzmir’in siyasi tercihlerine karşı alerjik kafaların da hemen doğrulduklarına, mal bulmuş mağribi gibi bu rezaletten ekmek çıkarmaya çalıştıklarına da tanık olmuştuk. İçişleri Bakanı Sn. Süleyman Soylu’nun, “Kim yaptıysa bulacağız, an meselesi… Bulduğumuzda o ezanı kendilerine dinleteceğiz” açıklaması ile biraz olsun rahatlamıştık. MAHKEMEYE VERİLEN CEVAP Biz de bu meseleyi fikrî takip dosyamızın bir numarasına yerleştirmiştik. İzmirliler’in bilgi sahibi olmasına aracılık etmek adına İzmir Emniyet Müdürü Sn. Hüseyin Aşkın’a ve Vali Sn. Yavuz Selim Köşger’e defalarca sormuştuk… Soruşturmada gelinen son noktanın ne olduğunu, İzmir’i ve İzmir halkını lekelemeye teşebbüs eden bu faillerin yakalanması için bugüne kadar neler yapıldığını, kimlerin sorgulandığını merak etmiştik. Tek kelime cevap gelmedi. İ Ama mesele anlaşıldı. Bu rezaleti “sosyal medya hesaplarında paylaştığı ve halkı infiale sürüklediği” gerekçesiyle yargılanan CHP’li Banu Özdemir’in dava dosyasına giren bilgi notu ile konu aydınlandı. Savcılık makamının cevap yazısı istemi üzerine İzmir Emniyet Müdürlüğü’nün “Herhangi bir şüpheli ya da failin tespit edilemediği” yönündeki resmi yazısı dava dosyasına girmiş oldu… Ve… “Hepimizin ne yaptığını an be an izleyen devletimizin güvenlik birimleri, nasıl oldu da altı aydır bu soysuzların yakasına yapışamadı?” soru çengeli anlamsızca havada kaldı.  

DEPREMDEN KAÇARKEN DOĞA KATLİAMINA TUTULMAYALIM

Yunanistan’ın Sisam adası açıklarında meydana gelen 6,9’luk depremin üzerinden tam bir ay geçti. Bayraklı ilçesinde büyük yıkıma ve hasara neden olan depremde mağdur olan vatandaşların yeni evlerine kavuşmaları için önlerinde iki seçenek olacak. Ya yerinde dönüşüm yoluyla, evlerinin yıkıldığı yerlere yeni binalar yapılacak ya da kamu yönetiminin rezerv konut alanı olarak belirlediği arazide yapılacak konutlarda oturmak zorunda kalacaklar. Bu noktada Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’nin (TMMOB) raporunda dile getirilen büyük riske dikkat çekmekte yarar var. Bilimi ve mühendisliği dışlayan kafaların, ülkemizi nasıl süreli duvara toslattıklarını hatırladıkça, bilimin sesine daha fazla kulak kabartmamız gerekiyor. // ÇOK ÖNEMLİ UYARILAR Yapımı devam eden Şehir Hastanesi’nin yanında belirlenen 1750 hektarlık alan, oldukça sorunlu bir arazi yapısına sahip. Aktif durumdaki Bornova fay zonu üzerinde bulunan arazi, 1995 yılında 58 vatandaşın sele kapılarak hayatını kaybettiği Laka Deresi'nin havzasında yar alıyor. Arazinin 375 hektarlık bölgesi, çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından adeta ilmek ilmek ağaçlandırılan orman alanında yer alıyor. Arazide İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkıları ve Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü’nce yürütülen çalışmalarla, binlerce kilometre teraslama, yüzlerce metrekare kuru duvar eşik, harçlı duvar ve tersip bendi gibi erozyon kontrolü düzenlemeleri gerçekleştirildi. Dikilen yüz binlerce fidan sayesinde yüzeysel akış kontrol altına alındı ve yeni sel felaketlerinin önüne geçildi. TMMOB raporunda “Bu alandaki erozyon kontrolü çalışmalarının sel önleyici fonksiyonu görmezden gelinerek izin verilecek yapılaşma ile bir felaketin yaralarını sarmaya çalışılırken bir başka felakete zemin hazırlanacaktır.” deniliyor. Karar verici noktada olanların bu uyarılara mutlaka kulak kabartması gerekiyor. Yoksa depremden kaçarken, sel felaketine tutulmamız hiç de ihtimal dışı görünmüyor.  

FUTBOLUN DÂHİ ÇOCUĞU! SENİ HİÇ UNUTMAYACAĞIZ…

Benim gibi çocukluğunu 80’li yıllarda yaşayanların hafızalarında Maradona’nın asla unutulmayacak yeri vardı. Adeta Tanrı’nın futbol için yarattığı bir adamdı Diego Armando Maradona… Sadece onu seyretmek için dakikalar öncesinde televizyon başına kurulan milyarlarca insan, adeta bir futbol resitaline tanık olurdu. Bizden bir önceki kuşağın futbol ilahı “Siyah İnci” Pele idi… Maradona sonrasında dünya üzerinde müthiş yetenekli çok futbolcu yeşil sahalardan gelip geçmişti. Bu isimlerden bir çırpıda aklımıza geliverenler arasında Ronaldo, Messi, Ronaldinho, Zidane, Cruyff, Matthaus, Gullit, Baggio, İbrahimoviç gibi Koemann efsaneler var kuşkusuz. Ancak Maradona’yı tüm bu isimlerden farklı kılan, sadece saha içindeki futbol dehası değil, saha dışındaki söylemleri, açık sözlülüğü, haksızlıklara ve yoksulluğa haklı isyanıydı. ANTİEMPERYALİST DURUŞ İtalya’nın en yoksul kentlerinden biri olan Napoli’de kaydettiği akıl almaz başarısının başlangıç noktasında da yine “düzene karşı isyan” vardı. Napoli’de yaşayan ve ölüm döşeğindeki hasta bir çocuk için yardım maçı organize etmek istemesi, teklifin FIFA tarafından kabul edilmemesine isyan ederek çocuğun evinin karşısında maç düzenlemesi, dünya futbol tarihinin unutulmazları arasında yer almıştı. Maçı binlerce insan izlemiş ve çocuğun tedavisi için gereken para bir çırpıda toplanmıştı. Antiemperyalist duruşu ile yakın dost olduğu Küba Devrimi’nin efsane lideri Castro ile aynı gün hayata veda etmesi de kaderin garip bir cilvesiydi. Tertemiz kalbi ile içinde yaşadığı dünyanın çarpık düzenine haykırdığı isyan o kadar haklıydı ki, uyuşturucu alışkanlığı ve dalgalı özel hayatı bile göze batmaz olmuştu. Ve futbolun dahi çocuğu, geçen hafta 60 yaşında hayata veda etti. Erken yaşında veda ettiği dünyada, arkasında bıraktığı izler sadece krampon izleri değildi… İsyanın ve başkaldırının izlerini görmek mümkündü yorgun bedeninde. Seni hiç unutmayacağız Diego…   HAFTANIN SÖZÜ Her çığ, tek bir kar tanesi ile başlar. Joseph Compton