Osmanlı Devleti’nin yıkılış yıllarına denk gelen bir yaşamdı onunki. Bir toplumun yön arayışında Turancı-Türkçü anla...

Osmanlı Devleti’nin yıkılış yıllarına denk gelen bir yaşamdı onunki. Bir toplumun yön arayışında Turancı-Türkçü anlayışı benimsedi. Bu fikir bir devleti kurtaramadı ama bir devleti kurdu Ömer Seyfettin, çağdaş Türk öykücülüğünün kurucularından biri olarak kabul edilir. 36 yıllık hayatında 500’den fazla öykü yazdı. Padişah Abdülhamit’in baskısına direnenler 1889’da tam da Fransız Devrimi’nin 100’üncü yılında bir yer altı örgütünü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurduklarında henüz 5 yaşındaydı. Abdülhamit’in tahttan indirildiği ve bu cemiyetin kesin iktidar olduğu yıl 25 yaşındaydı. Ne ki emperyalistlerin “Hasta Adam” dediği Osmanlı uzatmaları yaşıyordu. Balkan Savaşları ve ardından yaşanan trajedi yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için toplumsal bir tabanın oluşmasının önünü açıyordu. Bir toplum devletsiz ve korumasız hale gelmenin travmasını yaşıyordu. Bununla beraber Osmanlı bekası toplumlar Fransız Devrimi ve kısmen sosyalist düşüncenin etkisiyle geleceğini arıyordu. Ermeniler, Bulgarlar gibi Hıristiyan toplumlar; Kürtler, Araplar gibi Müslüman milletler yer yer isyanlarla İstanbul’u düşündürüyordu. Ömer Seyfettin, 1920’de öldüğünde henüz yeni devletin kuruluşuna tanık olmamıştı ama daha yerel bir milliyetçiliği tercih eden Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’da bir “Milli Mücadele” yürütüyordu. Ömer Seyfettin’in yol arkadaşı Ziya Gökalp ve etrafı bu hareketin önderlerini etkiliyordu. Seyfettin ve kuşağının yaşadığı travma, bir dirence dönüşüp bir devlet kuruyordu. Şimdi bu siyasal-toplumsal atmosferin Ömer Seyfettin çizgisine etkisine bakalım. BOMBA: BALKANLAR Bomba, Seyfettin’in en ünlü öykülerindendir. Balkanlar’da yaşanan milliyetçilik akımını yakından izleyen Ömer Seyfettin, bu öyküde Makedonya’da ev basan komitacıların bir aileye yaptıkları zulüm anlatılır. Seyfettin, bölgede yaşanan karmaşa ve etnik çatışmaların getirdiği sonuçları ele alıyor. Ferda Zambak’ın tespitiyle belirtecek olursak, “Balkan coğrafyasında yaşanan çatışmalar etrafında Bulgar komitacıların kendi milletlerinden insanlara kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin yaptığı zulümleri konu edinir. Hikâye kurgusu itibariyle bir yandan Bulgar komitacılara ait şiddet, vahşet içerikli erkekliği eleştirip ötekileştirirken diğer yandan Türk milliyetçiliğine ve erkekliğine dair önemli dikkatler sunar. Bu bağlamda hikâyenin ana karakteri Boris ile eşi Magda’nın beden tasvirlerinin hikâyede stratejik bir mahiyette kullanıldığını belirtmek gerekir. Bunlardan ilki Boris’in sağlıklı, iri ve güçlü beden görüntüsüne yapılan gönderimlerin, milliyetçi erkekliğin beden tasavvuru ile uyumlu özellikler göstermesidir. İkincisi ise “vatan” imgelemiyle eşdeğer görülen kadınlık/annelik hâlinin “öteki”nin vahşetinden korunması gerektiğine dair yapılan vurgudur ki anlatıcı bunu Magda’nın şiddete, tacize maruz kalan bedeni üzerinden tasvir ederek okuru rahatsız eder. Buradaki amaç Bulgar komitacıların zulümleri karşısında Türkleri uyarmak ve milliyetçi erkeklik inşasının güçlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmektir.” OSMANLICILIK ELEŞTİRİSİBir Ermeni Gencinin Hatıra Defteri” Ömer Seyfettin’in kısa roman olarak duyurduğu esasına uzun bir öyküdür. Eserde, Osmanlı Devleti içinde yer alan unsurları da kapsayan “Osmanlıcılık” fikrinin aslında bir kurtuluş çaresi olmadığını anlatır. Bir yönüyle bu düşünceyi hiciv yoluyla ele alan öyküde Seyfettin, kendince dönemin aydınlarının bu konudaki yanılgılarını ortaya koyar. Pelin Görgülü, bu eseri şu şekilde ele almıştır: Seyfettin bu eseri için edebi bir eser oluşturma gayesinde olmadığını “maksadının sadece münevverlerimizin garip düşünüşlerini içtimai hakikatle karşılaştırmak istiyordum, cümlesiyle açıklamıştır. Daha eserin önsözünde bile Seyfettin, Osmanlılık eleştirisini vermiş, Osmanlıcılık düşüncesinin niçin benimsenmemesi gerektiğini okuyucuyla paylaşır. Böylelikle eserin gidişatı hakkında okuyucuya bilgi vermiş olur:Osmanlılık’ gerçekte devletimizin adından başka bir şey midir? Avusturya’da yaşayan Almanlara ‘Avusturya milleti’ denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Alman’dı. Türkçe konuşan bizler de beş bin yıllık bir tarihin, hatta çok eski bir esatîrin sahibi olan millet idik. Osmanlı Devleti’nin ülkesinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Kaşgar’da kısacası nerede yaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük’. Öyküde dönemin iktidar-toplum ilişkileri de ele alınmıştır. Sultan Abdülhamit üstü örtük eleştirilmiştir. ÇALKANTILAR İÇİNDE BİR HAYAT Yazının girişinde dönemin ortamını anlattık. Fakat, Seyfettin bu olayların seyircisi değildir. Ziya Gökalp’in “Bir devrimciydi” dediği Ömer Seyfettin bu dönemde neler yaşamıştır, bakalım. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey'le, Fatma Hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen'de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey'in görevinin nakli dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile, İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi. Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî'ye, 1893 ders yılı başında Askerî Baytar Rüştiyesi'nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi'ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askeri İdadisi'ne nakil olarak eğitimine, arkadaşı Enis Avni ile birlikte burada devam etti. İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne’deki öğrenciliği sırasında yazdı. 1900'de idadîyi bitirerek İstanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. İstanbul’da Mecmua-i Edebiye dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın dünyasına girdi. Tenezzüh adlı ilk hikâyesi bu dönemde, 13 Nisan 1902 tarihinde Sabah dergisinde yayımlandı. 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine "sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla okulundan imtihansız şekilde, 19 yaşında mezun oldu. Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selânik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri ve bunlar içerisinde yer alan gençleri tanıma fırsatı buldu. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü'den ise sade Türkçe ve milli bir dille yapılan millî edebiyat konusunda fikirler edindi. Ocak 1909'da Selânik Üçüncü Ordu'da görevlendirildi. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde görev yaptı. Razlık (günümüzde Bulgaristan'da bulunan bir şehir) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Balkan çetecilerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği Bomba, Beyaz Lâle, Tuhaf Bir Zulüm adlı hikâyeleri bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı. Yazıları ve hikâyeleri İstanbul’da ve Selanik’te çıkan çeşitli dergilerde takma isimlerle yayımlandı. Ali Canip’e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit’te yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin’in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur. 1910 yılında Ziya Gökalp’in de arzu ve tavsiyesi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik’e yerleşti. Rumeli’nin tek Türk bilim ve edebiyat dergisi olarak Selanik'te çıkarılan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi, Akil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler'e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayınlandı. Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar, Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin’in sivil hayatı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden orduya çağrılan yazar, Yanya Kuşatması sırasında, Kanlıtepe'de 20 Ocak 1913 tarihinde 21 askeriyle birlikte esir düştü. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen ve 28 Kasım 1913 tarihinde sona eren on aylık esareti sırasında sürekli okudu. Mehdi, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdu'nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yazarak, yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı. HAZİN BİR ÖLÜM 23 Şubat 1920'de hastalığı ağırlaşan Ömer Seyfettin, Üsküdar'daki Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırıldı. 6 Mart 1920'de 35 yaşında hayatını kaybetti. Önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının diyabet olduğu belirlendi. Hastanede kimsenin ziyaret etmemesi ve cenazesine sahip çıkılmaması nedeniyle kimsesiz olduğu düşünülen Ömer Seyfettin'in naaşı, tıp fakültesi öğrencilerinin dersinde kadavra olarak kullanıldı. Naaşının kadavra olarak kullanıldığı fotoğraf bir gazetedeki tıp haberinde yayımlanınca Ömer Seyfettin'i tanıyanlar hastaneye gitti fakat Seyfettin'in başının gövdesinden ayrıldığı anlaşıldı. Ancak bu iddia bahse konu görselin 1890 yılında Mekteb-i Tıbbiye’de (Tıphane-i Amire) çekilmiş bir kadavra görüntüsüne ait olduğu anlaşıldığından yalanlanmıştır Ayrıca Ali Canip Yöntem ve Halit Fahri Ozansoy, Ömer Seyfettin’i öldüğü gün dahi ziyaret ettiklerini aktarmaktadır. Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmutbaba Mezarlığı'na defnedildi. Daha sonra buradan yol geçeceği veya bölgeye araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı, 23 Ağustos 1939'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledildi